Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (August 2004) > Türkiye Siyaset > BOP paradoksu ihanetin rengini değiştirmesin
Türkiye Siyaset
BOP paradoksu ihanetin rengini değiştirmesin
M. Akif Kayapınar
NATO’NUN İstanbul’daki zirvesinin Türkiye açısından tartışılması gereken bir yönü de zirvenin siyasî kültürümüz bağlamında ortaya çıkardığı paradokstur. Bu paradoks; varoluşsal anlamda kimliğini Batı ve modernite ekseninde tanımlamış merkezî seçkinlerin modern Batı’nın yeni küresel stratejisinde tamamen ihmal edilmesine karşılık, siyasî açıdan Batı’ya muhalif olmayı prensip edinmiş ve geleneği önceleyen çevrenin seçkinlerinin yeni dönemde Batı tarafından taltif-teşvik edilmesi ve Batı ile birlikte hareket etme durumunda kalması şeklinde özetlenebilir. Aslında bu paradoksun kaynağını, genel hatları G-8 ve AB-ABD toplantılarında karara bağlanan ve adı Genişletilmiş Orta Doğu ve Kuzey Afrika Projesi şeklinde değiştirilen Büyük Orta Doğu Projesi’ne götürmek daha doğrudur. NATO Zirvesi ise BOP’un askerî ayağının İstanbul Girişimi adı altında hayata geçirilmesi açısından BOP sürecinin karar aşamasındaki son halkasını teşkil eder.
Büyük Orta Doğu Projesi ideoloji ile stratejinin çakıştığı bir girişimdir, ancak ilk değildir. Bilindiği gibi doğrusal ilerlemeci tarih algılaması üzerine bina edilen modernleşme söylemi 19’uncu yüzyıl Avrupası’nın sömürgecilik hareketlerini meşrulaştırıcı bir işlev gördü. Bu ideolojiye göre insanlık tarihi ilerlemeci ve doğrusal bir şekilde akmakta ve modern Batı bu çizginin ileri bir safhasını temsil etmekteydi. Batı dışı toplumlar ise batılılaşmak/modernleşmek suretiyle Batı’nın geçtiği yollardan geçecek ve onun ulaştığı ‘ileri’ seviyeye ulaşacaklardı. Modernite öncesi yapılar ve kurumlar ise, tıpkı Avrupa tarihinde olduğu gibi, zaman içerisinde yerlerini Batılı kurum ve yapılara bırakacaklardı. Bu ideolojinin stratejik amaçla kullanılması ise Rudyard Kipling’in ‘Beyaz Adamın Yükü’ şiirinde ifadesini bulan bir anlayışla gerçekleşti. Yani Batı-dışı toplumlar bizzat Batı’nın rehberliğinde, gözetiminde ve hatta idaresinde modernleşebilir, Batılılaşabilirlerdi. Bu ideolojik temelin siyasî, ekonomik ve askerî tezahürü ise tüm dünyayı etkisi altına alan sömürgecilik dönemi oldu. Sömürgecilik, ya da diğer adıyla Avrupa emperyalizmi, 20’nci yüzyılın ilk yarısı ile birlikte sona erdi. Ne var ki modernleşme ideolojisi Batı-dışı toplumlarda bugüne değin hakim söylem olarak kaldı. Türkiye her ne kadar siyasî ve askerî açıdan sömürgeleşmemişse de, modernleşme/batılılaşma söylemi Türkiye’deki merkezî seçkinlerin politikalarına yön veren belirleyici ideoloji olageldi.
Fakat aradan geçen zaman içerisinde tarih ne Batı’nın, ne de Batı-dışı toplumlardaki merkezî seçkinlerin beklediği biçimde aktı. Beklentilerin aksine bu toplumlar Batı’daki refah ve kalkınmışlık düzeyine hiçbir zaman ulaşamadı. Modernite öncesi kurum ve yapılar da, Avrupa’nın kendi tecrübesinin hilafına, tarih sahnesinden silinip gitmek şöyle dursun, daha da belirginleşerek varlıklarını korudular. Hatta bugün Büyük Orta Doğu olarak tarif edilen İslam coğrafyasında modernite dışına referans veren kurum ve yapılar moderniteyi ve Batı’yı referans alan ya da böyle olmadığı halde Batı’nın menfaatlerini gözeten, dolayısıyla da Batı tarafından desteklenen idareleri tehdit eder hale geldi. Bu tehdit aynı zamanda Büyük Orta Doğu coğrafyasında vazgeçilmez menfaatleri bulunan Batı’ya yönelmiş bir tehditti.
BOP işte böyle bir çerçevede gündeme geldi. Büyük Orta Doğu coğrafyasında modernite-dışı kurum ve yapıları kendine hedef alan ABD ve müttefiklerinin, menfaatlerini koruma hesabına ideoloji ile stratejiyi bir kez daha birleştirdiği görülüyor. Özgürlük ve demokrasi söylemi projenin ideolojik ayağını oluştururken ‘ılımlı İslam’ı kendi safına çekerek ‘radikal İslam’a karşı desteklemek de projenin stratejik ayağını oluşturuyor. Soğuk Savaş tarihine biraz aşina olanlar bu stratejiyi kolayca tanıyacaklardır. Bilindiği gibi Soğuk Savaş’ın kaderini tayin eden gelişme bir realpolitik ustası olan Kissinger’in 1970’lerin ilk yarısında Çin ile Sovyetler Birliği arasındaki anlaşmazlıktan yararlanarak SSCB’ye karşı Çin’i kendi safına çekmesiydi. Sino-Sovyet ayrılığı olarak bilinen bu kurnaz strateji ‘ılımlı İslam’ ve ‘radikal İslam’ ayrılığı şeklinde yeniden önümüzde duruyor. Bunun uzun vadede öngörülen neticesi de muhtemelen, kapitalistleşen Çin misali, modernleşen ve batılılaşan bir ‘ılımlı İslam’ olacaktır.
Özellikle Arap ülkelerinde özgürlük ve demokrasinin bir nebze de olsa hissedilmesi halinde iktidara İslamî hassasiyeti olan grupların geleceği gün gibi aşikarken, ABD ve müttefiklerinin, şu ana kadar hep kaçınageldikleri halde, şimdi bu coğrafyada özgürlük ve demokrasiden dem vurmaları başka türlü izah edilebilir mi?
Türkiye söz konusu olduğunda dananın kuyruğu işte burada kopuyor. Dikkat edilirse bu resimde ‘ılımlı İslam’ ve ‘radikal İslam’ varken Aydınlanmacı, Batıcı ve modernist seçkinlerin esamisi okunmuyor. BOP çerçevesinde gündeme gelen Türkiye’nin ‘hedef’ mi yoksa ‘demokratik ortak’ mı ya da ‘model’ mi yoksa ‘örnek’ mi olması gerektiği yönündeki tartışmalar, aslında buzdağının suyun üzerinde görünen kısmını oluşturuyor. ABD ve müttefikleri, geleneği önceleyen ancak moderniteye sırtını dönmeyen, ‘ılımlı İslam’a sıcak bakarken ‘radikal İslam’ ile arasına mesafe koyan ve her şeyden önemlisi de Batı ile sıcak ilişkiler kuran AKP liderliğindeki Türkiye’yi BOP coğrafyası için model olarak görmek istiyor. Geleneği reddeden, Aydınlanmacı, Batıcı ve modernist bir model (mesela DSP ya da CHP çizgisi) ile artık söz konusu coğrafyadaki tıkanıklığın Batı’nın menfaatleri doğrultusunda açılmasının mümkün olmadığı kanaati yaygınlaşıyor. 
ABD’li yetkililerin açıklamalarına da yansıyan böyle bir anlayış Türkiye’deki merkezî seçkinlerin bu açıklamalara gösterdikleri tepkinin de arka planını oluşturuyor. Erdoğan’ın Beyaz Saray ziyaretinde başörtülü eşi Emine Hanım’a gösterilen sıcak konukseverlik, Dışişleri Bakanı Powell’ın Alman ZDF televizyonunda sarf ettiği “Türkiye İslam ile demokrasiyi uzlaştırmış bir İslam cumhuriyetidir” anlamına gelecek sözleri, Bush’un Ankara ziyaretinde teamüllerin aksine merkezî seçkinleri temsil eden Cumhurbaşkanı’ndan önce, çevrenin mümessili olan Başbakan Erdoğan ile görüşmesi ve daha sonra Cami ve Köprü arka-fonlu Boğaz konuşmasında yer alan “dindarların yönetime katılmalarından korkulmaması gerektiği” şeklindeki ifadeleri ABD’nin BOP coğrafyasına yönelik politikalarındaki değişikliğin izlerini taşıyor. Dahası Amerika’ya yakınlığı ile bilinen Kemal Derviş’in CHP’nin altı okunun tartışmaya açılması ve türban konusunda daha esnek davranılması gerektiği yönündeki çağrıları da yukarıdaki izlenimi destekler mahiyette anlaşılabilir. Diğer taraftan Powell’ın sözlerine verilen sert tepki ve Cumhurbaşkanı’nın, Türkiye açısından büyük bir sorumsuzluk örneği olmasına rağmen, Çankaya’da tertip ettiği yemeğe Başbakan’ın başörtülü eşini davet etmemesi de merkezî seçkinlerin söz konusu gelişmelerden duyduğu rahatsızlığın dışavurumu şeklinde görülebilir.
Türkiye’deki farklı kesimlerin Batı ile ilişkilerini tersyüz eden bu paradoksal durumun yansımaları önümüzdeki günlerde daha da açık görülecektir. Ne var ki unutulmaması gereken, bu sürecin yerel ve tabii bir süreç olmadığı ve amaçlanan nihai hedefin ABD önderliğindeki Batı bloğunun bölgedeki menfaatlerini garanti altına almak olduğudur.

Paylaş Tavsiye Et