TÜRK Ceza Kanunu’nda yapılacak değişikliklere ilişkin tartışmalar, geçtiğimiz ay gündemi işgal etti. Ancak pek çok tartışmada olduğu gibi, bunda da ölçüsüz bir üslup öne çıktı. Ceza kanununda yapılması öngörülen değişikliklerde asıl tartışılması gereken nokta, sağduyulu hukukçulara göre “düşünce özgürlükleri”ydi. Bu hukukçular, özellikle düşünce özgürlüğü ve siyasî haklar konusunda kayda değer iyileştirmelerin yapılmadığını, hatta “yoruma ve istismara açık” bazı düzenlemelerin, geçmişte iyileştirilen 312 ile 159’uncu maddeleri aratmayacağını savunuyorlardı.
Adalet Bakanı Cemil Çiçek, tasarıdaki muğlak ifadelerin ve eksiklerin Yargıtay içtihatlarıyla doldurulacağını belirtirken, hukukçular, mevcut tasarının hâkimlere çok geniş bir takdir yetkisi tanıyacağı ve aynı suçla ilgili ülke genelinde farklı uygulamalara kapı aralayacağı uyarısında bulunuyor; söz konusu maddelerin -keyfî uygulamaların önünü açacağı gerekçesiyle- mevcut yasadan daha geri hükümler getirdiğini düşünüyordu. Tasarının gerekçesinde insan hak ve özgürlüklerinin güvence altına alındığından söz edildiğine işaret eden hukukçular, siyasî haklar ve düşünceyi ifade özgürlüğüyle ilgili düzenlemelerin bununla çeliştiğini kaydetti.
İtiraza konu olan maddelerin başında, birçok yazarın ceza aldığı TCK’nın 312. maddesinin yerine getirilen düzenleme gelmekteydi. 312. maddede yer alan “Kamu düzeni için tehlikeli olabilecek bir şekilde” ifadesi, “Kamu güvenliği için tehlikeli tarzda” şeklinde değiştirildi. Hukukçular, kısmen bir iyileştirme yapıldığını; ancak bunun yine de AB standartlarına ulaşamadığını belirttiler. Mahkemelerin “düşünceyi ifade özgürlüğünü” sınırlayıcı yorumları da hesaba katıldığında, uygulamada olumlu bir gelişmenin olmayacağı söyleniyordu.
TCK’nın 159. maddesiyle ilgili de benzer eleştiriler yapıldı. Son uyum yasalarıyla 159. maddeye kasıt unsuru eklenmişti. Tasarının bu düzenlemeye ilişkin 302. maddesi uyarınca tahkir ve tezyif kastı olmadan yapılan eleştirilerin de suç kapsamında değerlendirilebileceği, ayrıca bu kavramların yerine ‘aşağılama’ kelimesinin kullanılması ile maddenin kapsamının genişletildiği yönünde endişeler vardı. Ancak son görüşmelerde 302. madde de değiştirilerek hem cezası düşürüldü, hem de eleştiri amacıyla yapılan açıklamaların suç oluşturmayacağı açık bir şekilde vurgulandı.
Yine yasanın 306. maddesinde “Temel millî yararlara karşı fiillerde bulunmak maksadıyla yabancı kişi veya kuruluşlardan doğrudan veya dolaylı olarak kendisi veya başkası için yarar sağlayan vatandaşa 3 yıldan 10 yıla kadar hapis cezası” öngörülüyor. “Temel millî yarar” kavramının kişiden kişiye değişebileceğini belirten hukukçular, maddenin demokratik hukuk devleti ilkesiyle bağdaşmadığının altını çiziyor.
Münazaa versus Münazara: AKP’nin Lambasına/Ampulüne ‘Püf!’ Demek
Münazara, bir meseleyi belli bir usul üzere seviyeli bir üslupla tartışmak anlamına gelen bir kelime. Günümüzde medyada yürütülen tartışmalar ise, bir kültür olarak münazaranın bu ülkenin sözde aydınları arasında yerleştirilemediğinin ve dolayısıyla münazara adı altında ortaya konulan kimi girişimlerin de bazen ‘r’ harfini düşürerek ‘münazaa’ya (ağız dalaşına, sokak kavgasına) dönüştüğünün açık göstergesi. Kısacası, işin düşünceyi ifade özgürlüğü kısmı, ne yazık ki Türk basını tarafından görmezden gelinerek TCK tartışmaları, bir zina savunmasına dönüştürüldü. Gazete ve televizyonlarda, ‘zinanın’ özgürlüğün, laikliğin, çağdaşlığın, ilericiliğin ve katılımcı demokrasinin olmazsa olmaz şartlarından biri olduğu, böyle bir şeyi Türk aile yapısı açısından tehlike olarak görenlerin bilinçaltlarında Orta Doğu toplumlarına has bir ceza yöntemi olan ‘recm’in yattığı, bu tartışmaların AKP’nin asıl niyetini (gizli gündemini) açığa vuran esaslı bir gösterge ve sınav olduğu gibi iddialar uzun uzun ve hararetli bir üslupla günlerce dile getirildi. Daha makul sayılabilecek yazarlar, bu tartışmanın yersiz olduğunu, çünkü suçun tespitinin imkan dışılığı sebebiyle iftira müessesesini hortlatacağını söylerken, Milliyet’ten Güneri Civaoğlu, “İnsanlarımız, bu coğrafyada hayvanlar kadar özgür olamayacaklar mı?” diye soruyordu.
Aslına bakılırsa, rahmetli Barış Manço’nun, bütün bu hırgürü mükemmelen tarif eden ve gündeme çok uyan bir şarkısı vardı ki, şöyle diyordu Manço:
Lambaya ‘püf’ de! ‘Hoh’ deme, ‘püf’ de!
Perdeyi ört kız, çekme de ört kız!
Mahremiyet sınırlarını ‘magazin’ programı gibi ucube yapımlarla ihlâl eden ve televole kültürü diye aşağı bir kültürün üreticisi ve yayıcısı olan ‘dikizci’ medya, mahremi ‘kamusallaştırarak’ tüketen sanki kendisi değilmiş gibi son derece pişkin bir üslûpla soruyordu: “Devletin yatak odasında işi ne?” Kısacası, minareyi çalan kılıfını hazırlar misali, necip Türk medyasının sözde duayenleri de AKP’nin lambasına/ampulüne tıpkı Manço’nun şarkısında olduğu gibi “püf!” diyerek, belki kendilerince ‘çağdaşlığın’ gereğini yerine getiriyorlardı; fakat gerçekte şarkının devamındaki “perdeyi ört kız!” sözünün aksine “hayâ perdesini iyice yırtarak” insanlık onurunu ayaklar altına alıyor ve ‘hayvanlaşma’ özgürlüğünden dem vuruyorlardı.
Bütün bu absürd münaza(r)alar, Avrupa basınına da sıçradı: The Guardian “Türkiye ile ilgili kritik kararın arifesinde, AB’ye daha kötü bir mesaj verilemezdi” derken, The New York Times “Yeni ceza yasasındaki gönüllü cinselliğe karşı hükümler ayıklanmalı. Aksi takdirde Erdoğan, Türkiye’nin üyeliğine karşı çıkan çevrelerin eline büyük koz verir” uyarısında bulunuyordu. Financial Times’taki “Ankara’nın Brüksel’e Sadakat Sınavı” başlıklı yazısında Daniel Dombey ise, “Herhalde AB kurucularının aklında, zinayı Avrupa’nın düsturu haline getirmek yoktu. Nitekim ‘Avrupa değerleri’nin yanında ‘aile değerleri’ ikinci planda kalır” diyor ve Türkiye’nin AB’yle girdiği ‘flört’ gereği eski geleneksel ‘takıntılarından’ vazgeçmesini salık vererek, AB’ye olan sadakatinin her daim sınanacağını bilmesi gerektiğini hatırlatıyordu.
Türk ve Avrupa basınındaki bu yankıların etkisiyle İngiltere Dışişleri Bakanı Jack Straw, Türkiye’nin zinayı suç sayan yasayı yürürlüğe koyması hâlinde bunun Türkiye’nin Avrupa Birliği üyelik sürecinde “güçlük çıkarabileceği” uyarısında bulundu. Belçika, İsveç ve Danimarka Dışişleri Bakanları da aynı minvalde tartışmaya iştirak ederek Türkiye’yi AB üyeliği noktasında ‘uyaran’ Avrupalı diplomatlardandı.
İnsan Yahut Hayvan-ı Nâtık
Aristoteles insanı “hayvan-ı nâtık” (düşünen canlı) olarak tanımlar. Buna göre insanı diğer canlılardan ayıran temel özellik, onun düşünme kabiliyetidir. TCK tartışmasının merkezi, “düşünceyi ifade hürriyeti” yerine zina olmuşsa eğer, bunun sebebi bir kısım su başlarını tutmuş kimseler tarafından ‘nutkiyetin’ kapı dışarı edilmiş olmasıdır. İnsan, nâtık (düşünen) sıfatını kaybedince, geriye yalnızca ‘hayvan’ kalır ki, aklını sürgüne yollayan ve içgüdüleriyle “çağı yakalamaya” çabalayan bazı köşe yazarlarının “hayvanlaşma özgürlüğü”nü istemeleri, bunun apaçık delilidir.
Avrupa Birliği’ne mensup devlet adamlarının Türk basınındaki “hafifmeşrep” üslubu esas alarak yaptıkları açıklamalar ise, kendi konumları bakımından talihsizlik olarak görülebilir. Çünkü devlet adamlarının tartışmalarda ‘esas’a bakmaları ve su yüzeyindeki köpüklerle uğraşmamaları, konumlarının gereğidir. Halbuki düşünceyi ifade özgürlüğü, Avrupa Birliği standartları açısından da elzemdir. Fakat her nedense, düşünceyi ifadenin suç sayılmasına ilişkin bir tartışma belirdiğinde, AB temsilcilerinin meseleye yaklaşım tarzı ‘etnik’ vurgudan öteye geçmemektedir. Dolayısıyla gelinen noktada, Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne ilişkin hedeflerine olan ‘sadakatini’ sorgulayanların, kendilerinin Türkiye’ye karşı samimiyetlerini de gözden geçirmeleri gerekecektir.
Paylaş
Tavsiye Et