Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (November 2004) > Dosya > AB ve İslam: Çok-kültürlü kapsayıcılık mı, özcü dışlayıcılık mı?
Dosya
AB ve İslam: Çok-kültürlü kapsayıcılık mı, özcü dışlayıcılık mı?
İsmail Yaylacı
ROBERT Picht kimliği sağlığa benzetir; çünkü ona göre ikisinin de farkına, evvelden varsayılan normalliklerini şüpheye düşürecek dönüşümlerle karşılaştığımız zaman varırız. Türkiye’nin AB macerası, kendi kimliğini tekrar düşünmeye ve sorgulamaya zorlaması bakımından Avrupa’nın ‘sağlığını’ bozmuş gibi görünüyor. 1995 yılında BM’nin Balkanlar’daki insan hakları temsilciliği görevinden istifa eden Tadeusz Mazowiecki’ye “Siz Polonyalı ve Hıristiyansınız. Kendinizi, çoğunluğu Müslüman olan Boşnakları savunurken görmek size garip geliyor mu?” diye sorulduğunda, Mazowiecki soruyu Bosnalı Müslümanların Avrupa için bir tehdit oluşturmadığını söyleyerek cevaplamış ve tolerans çağrısı yapmıştı. Ona göre üzücü olan, 20’nci yüzyılın sonunda Avrupa’nın hâlâ bir Müslüman cemaatle beraberce yaşayabilmeyi öğrenememiş olmasıydı. Hem BM diplomatının, hem Fransız entelektüellerinin sorgulamadan kabul ettikleri bir kanaat vardı: Bosnalı Müslümanlar, Avrupa’da olabilirlerdi ama Avrupalı olamazlardı. Bosnalılar Avrupalılık iddia edemezdi; çünkü Müslümanlar Avrupa’nın özüne yabancıydılar ve ‘onlar’la Avrupalılar (‘biz’) arasında ancak toleransa dayalı bir ortak yaşamdan bahsedilebilirdi.
Etnik köken olarak Avrupa’ya dayanan ve seküler siyasî kurumlara da uyum sağlamış olan Bosnalılara karşı kullanılan retoriğin ortak yaşam ve tolerans üzerinden olması, Avrupa kimliğinin kurucu unsurlarının zihniyet planındaki en net yansımalarından biri. Müslümanların Antik Yunan, Roma, Hıristiyanlık, Rönesans, Reform, Aydınlanma ve endüstrileşme gibi kimlik-kurucu tarihsel dönemlerde ortak tecrübesi olmamasından hareketle Avrupalı olamayacaklarını savunan bu dışlayıcı anlayış, kimliğin ben-öteki ayrımına dayanarak ilişkisel biçimde inşasıyla irtibatlı. ‘Biz’ tanımı, bu ‘biz’in içine girenlerle ortaklaşalığı, dayanışmayı olduğu gibi, ‘onlar’ kategorisine düşenleri dışlamayı da beraberinde getirebiliyor.
Geçmişinde Avrupa, ortak bir düşman algısı üzerinden birlik idealine yönelmişti. Daha 8’inci yüzyılda İslam ordularının Avrupa içlerine kadar ilerlemesiyle İslam’ın ‘öteki’ olarak tarifine dayanan karşıt bir kimliğin inşası süreci başlamıştı. Gerard Delanty, “İslam’ın yarattığı ‘düşman’lık imajı olmasa, Hıristiyan Batı-Avrupa toplumları farklı unsurlarını birleştirmeye muktedir bir kültür üretemezdi” der. Özellikle Osmanlı’ya direniş, Avrupa kimliğinin inşasında merkezî bir öneme sahipti. Bu direniş herhangi bir “içkin kolektif bağlılık” değil, dışlamaya dayalı bir bilinç ve karşıt bir kimlik vücuda getirmişti. Erken modern dönemle beraber Hıristiyanlık Alemi’nden Avrupa kavramına doğru tedricî bir semantik ve kültürel geçiş yaşanmış ve Avrupa giderek daha seküler bir temelde kurgulanmıştı; fakat Osmanlı’nın güçlü varlığı yine İslam’ın ‘öteki’liğine dayalı bir kimlik teşekkül ettirmişti. Hıristiyanlığın Reformasyonla çatırdamasıyla Hıristiyan-kafir dikotomisi, yerini “Avrupalı medeni-Avrupalı olmayan barbar” ayrımına bıraktı; fakat İslam’ın ‘öteki’ oluşu değişmedi.
Avrupa, gelecekte nasıl bir kimlik inşa edeceğinin, E. Hobbsbawm’ın tabiriyle, nasıl bir “gelenek icat edeceğinin” kararını vereceği tarihî bir an yaşıyor. Avrupa toplumları, Antik Yunan’ın seküler ve Roma’nın pagan kimliklerinin ardından, Hıristiyanlığın kimlikleri ve siyasetleri belirlediği bin yıllık bir dönem yaşadı. Bu yeni bir kimlikti. Rönesans hümanizmasının başlattığı süreç ise geleneğin dönüştürülüp seküler temelli bir toplumsal düzen inşasına yol verdi. Avrupa, site devletlerinden feodal beyliklere, meşruiyetini Tanrı’dan alan mutlak krallıklardan “muhayyel bir cemaat” olan ulusa yaslanan devletlere evrilmişti ve şimdi de ulus-devleti aşan, Westphalia sonrası/devlet sonrası bir siyasal organizasyona doğru yöneliyor. Bu, geleneğe referansla oluşan aidiyet hissinin özsel değil, zaman-mekan bağlamında dönüşüme açık olan dinamik bir alan olduğunu gösteriyor. Dolayısıyla gelinen bu tarihsel dönüm noktası, geçmişin kimi ortaklaşalıklarına vurgu yaparak dışlayıcı bir tavrın müdafaasına da, geleceğe dönük bir vizyonun ve projeksiyonun çerçevesi içerisinde yeni bir kimlik tanımlamasına da kapı aralayabilir. Nasıl ki, Antik dönem üzerine Hıristiyanlık, Hıristiyanlık üzerine de sekülerlik/Aydınlanma/ulus-devlet inşa edildiyse, bugün de yeni bir kimlik tanımlaması, Avrupa’nın tarihî tecrübesine yeni bir unsur eklenmesi anlamına gelecektir.
Zaten küreselleşmenin tüm dinamikleri ve özellikle nüfus hareketliliği üzerindeki etkisi, eski dışlayıcı, ötekileştirici kimlik tanımlamalarının geçerliliğini, uygunluğunu sorgulamaya tâbi tutuyor. Avrupa’da yaşayan Müslüman nüfusun büyüklüğü, artık dışlamanın, ötekine karşı geliştirilen husumetten sadır olan kimlik inşasının sürdürülemeyeceğini, bunun yerine işbirliği, dayanışma ve beraber yaşamaya vurgu yapan içselleştirici ve kapsayıcı bir kimlik tarifinin gerektiğini gösteriyor. AB’nin Türkiye’nin üyeliğiyle ilgili olarak yapacağı seçimin en önemli yanını, onun İslam’la ilişkisi bağlamında daha da değer kazanan bu kültürel boyut teşkil ediyor. Bugün kurulduğu ilk güne kıyasla hem genişleyen, hem de derinleşen AB, Türkiye’nin üyeliğini Stabilite Paktı’nın gerektirdiği makroekonomik performans, demografik yapının analizi, ekonomik örgütlenmede üretkenliği düşük tarımın ağırlıklı yeri gibi teknik konulardan ziyade, kültür/medeniyet kavramlarına referansla tartışıyor. İslam-Avrupa ilişkisinin yeniden düşünülmesi Türkiye ve İslam Dünyası için de bir heyecan ve aynı zamanda endişe kaynağı. Bu topraklara rengini vermiş, hem değer dünyasını, hem sosyal örgütlenmesini şekillendirmiş olan İslam’ın AB’ye entegrasyon sürecinde nasıl bir özne olacağı da yine tarihî öneme sahip bir soru olarak duruyor.
Avrupa Birliği her ne kadar kuruluşunda ortak çıkarların ve savaş sonrası oluşan dünya düzeninin gerektirdiği kurumsallaşmanın yanı sıra barışçıl Avrupa idealinin gerçekleştirilmesi olarak varlık gösterdiyse de, onun özellikle Türkiye’nin üyeliği konusunda aldığı pozisyon, bir kimlik siyasetine dayanıyor. Talal Asad, bunu “medeniyet kimliği siyaseti” olarak tanımlar. 20’nci yüzyıl boyunca pek anılmayan medeniyet kavramı son yıllarda tekrar analitik bir açıklama aracı ve uluslararası bir aktör olarak gün yüzüne çıktı. Avrupa’da ise medeniyet kavramı daha çok, Birliği oluşturan ülkelerin ortak tarihsel hafızasına, tecrübesine, değerlerine ve kurumlarına vurgu yaparak, Türkiye’yi ‘dışarıda’ ve Müslüman azınlıkları da ‘aşağıda’ tutmanın dışlayıcı bir söylemsel aracı olarak kullanılıyor.
Tarihsel olarak Avrupa kavramının 9’uncu yüzyıldan itibaren İslam Dünyası’na ve özellikle Osmanlılara karşıtlıkla kullanılmaya başlandığını belirtmiştik. Fakat bu resmi dondurmak, tarihî gelişmelerin dönüştürücü etkisini görmemek anlamına gelecektir. AB ve İslam Dünyası önemli bir dönüşümün eşiğinde ve görünen o ki, bu dönüşümün hayra müncer olması, tarihsel tecrübenin kapsayıcı ve yapıcı bir gelecek vizyonu ve medeniyet perspektifiyle özcülüğe savrulmadan değerlendirilmesiyle mümkün olabilecek.

Paylaş Tavsiye Et