Yönetmen-Senaryo-Oyuncu: Morgan Spurlock
Yapım: ABD, 2004, 96 dk.
2004 Sundance Film Festivali’nde Morgan Spurlock’a En İyi Yönetmen ödülünü kazandıran Şişir Beni, ABD’deki en önemli sağlık sorunlarından biri olan obezitenin nedenlerini fast-food kültürünü mercek altına alarak araştırıyor.
Üç yıl önce obezite sorunlarından ötürü iki genç kızın Mc Donald’s’a açtığı dava, sorunun sadece Mc Donald’s ürünlerinden kaynaklandığını ispat edememeleri üzerine düşer. Bunun üzerine Spurlock, söz konusu davadaki açık noktayı kapatmaya yönelik bir deneyin gönüllü deneği olmaya karar verir ve bir ay boyunca üç öğün Mc Donald’s’tan besleneceği bir diyete(!) başlar. Diyete başlamadan önce doktor kontrolleriyle son derece sağlıklı olduğu tescillenen Spurlock’ın keyifle başladığı Mc Donald’s diyeti bir ayın sonunda karaciğerde aşırı yağlanma ve büyüme, kolesterol artışı ve fazladan on üç kilo ile sonuçlanır.
Şişir Beni, obezite sorunundan hareketle fast-food sanayinin tüm türevlerini hedef alsa da, milyar dolarlık reklam bütçesi ve yoğun lobi faaliyetleri açısından “Mc Donald’s gibisi yok!” sloganı uyarınca dartın merkezine Mc Donald’s’ı yerleştiriyor. Özel çocuk menüleri, oyuncakları, renkli oyun parkları ve Ronald Mc Donald’lı çizgi filmleri ile yetişecek yeni nesilleri küçük yaştan ürünlerine bağımlı kılmaya çalışan Mc Donald’s, maksadına fazlasıyla ulaşmış görünüyor. Spurlock’ın görüştüğü ilkokul çağındaki çocukların tamamı kendilerine gösterilen resimlerdeki İsa figürünü tanımakta zorluk çekerken, Ronald Mc Donald’ı kolaylıkla tanıyabiliyor.
Bir nevi ‘light’ Michael Moore olan Spurlock, alaycı ve muhalif duruşuyla Moore’un tarzını anımsatsa da kapıdan kovulsa bacadan giren Moore’un ısrarcılığından pek eser taşımıyor. Moore, hedeflediği insanları kamerasının karşısına geçirip bir güzel dalga geçerken, Spurlock film boyunca tek bir Mc Donald’s yetkilisiyle bile görüşmeyi başaramıyor.
Klasik belgesel anlayışından farklı “Moore tarzı belgeseller”in, manipüle edici ve estetik kaygıdan uzak tavrı, Şişir Beni’de de kendini hissettiriyor. Bir mide küçültme operasyonunun vals müzik eşliğinde ayrıntılı şekilde gösterildiği sekans, estetiğe kayıtsızlığın zirve noktası oluyor.
Küreselleşmenin sembolü olan Mc Donald’s zincirinin kapitalist ekonomi içerisindeki yeri, dış ülkelerde açtığı şubelerin üstlendikleri misyon, düşük ücretlerle çalıştırılan ve sendikal hakları yok edilen işçiler, üçüncü dünya ülkelerinde Mc Donald’s oyuncaklarının imalatında çalıştırılan çocuklar gibi konuların hamburger ekmeğinin arasına konularak afiyetle yenildiği filmden zihinlerde kalan tek mesaj “fast-food sağlığa zararlıdır” oluyor. ABD’deki şişmanlığın nedenlerini sadece “Sam Amcanın mönüsü” üzerinden araştıran Şişir Beni, “Amerikalılar neden bu kadar şişman?” sorusunu “Afrikalılar neden bu kadar aç?” sorusu ile birlikte düşünmediğinden sağlıklı bir cevap bulamamaya da mahkum kalıyor. / Hilal Turan
Tavsiye Et
Yönetmen-Senaryo: Lars Von Trier
Oyuncular: Nicole Kidman, Paul Bettany
Yapım: Danimarka, 2003, 175 dk.
Sinemanın asi çocuğu Trier’in ABD üçlemesinin ilk ayağı olan Dogville, küçük bir Amerikan kasabası olan Dogville’in kendi halinde yaşayan sakinleri ile gangsterlerden kaçarken kasabaya sığınan Grace isimli kadın arasında yaşanan çift yönlü ahlakî sınavı konu ediniyor. İktidar sahiplerinin kendilerinden zayıflara karşı gücü kötüye kullanışını bir kasaba ölçeğinde gösteren film, ABD’nin hegemonik emelleri doğrultusunda gücü pervasızca kullanan tutumuna gönderme yapıyor. Evlerin ve yolların tebeşirle çizilerek oluşturulduğu hayalî bir kasaba olan Dogville, özelde Amerika’ya tekabül ederken, genelde “İnsan özü itibariyle iyi midir?” gibi evrensel bir soru üzerine düşündüren metaforik bir dünyaya karşılık geliyor. Trier’in Katolik ahlakçılığı gereğince “insanın doğuştan kötü olduğu” cevabıyla noktalanan Dogville, özü itibariyle eşref-i mahlûkat olan insana problemli bir çerçeveden baksa da, sinema üzerine düşündüren deneysel yaklaşımı ve içerdiği alt metinleriyle kayıtsız kalınamayacak bir yapım. / Hilal Turan
Tavsiye Et
Yönetmen-Senaryo: Uğur Yücel
Oyuncular: Kenan İmirzalıoğlu, Olgun Şimşek
Yapım: Türkiye, 2004, 102 dk.
Askerlik, bir güce yakın durma, o güçten nasibini alma halidir. Bu yüzden en sönük askerlik anıları bile mest bir kıvamla dillendirilir. Oysa yaşananlar, anlatılanın ehemmiyetsiz bir parçasıdır belki de. Birileri sağ-salim gelir dualar yüzü suyu hürmetine, ama birileri de yaşarken önemini fark edemediği bir uzvunu ya da hayallerini bırakmıştır geride.
Hayalet Cevher ile Şeytan Rıdvan, adı Türkiye olan bir paranın yazı ve tura gelme ihtimalleridir. Güneydoğu’da aynı cephede savaşmışlardır. Aynı mayın Rıdvan’a bacağını kaybettirmiştir, Cevher’e ise işitme duyusunu. Birer gazi olarak hayalleriyle süsledikleri hayatlarına geri döndüklerinde alışık oldukları düzeni bulamazlar. İkisi de farklı kılıklara bürünmüş aynılığın yani kaybetmişliğin birer temsilidir artık. Bu yenilgi askerde bolca sıktığı silahıyla buluşturur Rıdvan’ı. Cevher ise bir yandan kafa derisi yüzecek kadar vahşileşirken, bir yandan da kanun karşısında küçük bir çocuk misali ağlayacak kadar savunmasızdır.
Altın Portakal Film Festivali’nde Yazı Tura ile on bir dalda ödül alan Uğur Yücel, senaristliğini ve yönetmenliğini üstlendiği filminde, Türkiye’nin en ciddi yaralarından birisi olan Güneydoğu meselesini konu edinir. Savaşın ve terkedilmiş Güneydoğu’nun travmatik bir karşılığıdır sunulan panorama. Dik durmayı başaramamış bir çoğunluğun öyküsüdür ve gerçektir. Filmin gerçekliği, uzaklardan Güneydoğu için anlatılan bir savaş hikayesi dinlemenin çok ötesinde bir güce sahiptir. Ama filmin panoramik kısmı dışındaki her şey de bir o kadar rahatsız edicidir. Göz yorucu sekanslar, konunun ucûbe bir üsluba kayması, her travmanın öldürücü bir son ile noktalanması, gerçekliği pekiştirmekten çok can sıkmak içindir. Yazı Tura, son dönemlerde sıkça karşılaştığımız belgesel bir tarzda çekilseydi seyirci üzerinde bu denli ezici bir üstünlüğe sahip olamayacaktı. Bu noktada Yücel’in bilinçli manipülasyonu seyirciyi rahatsız etme noktasında önemli bir başarıya sahip.
Şüphesiz yazının da turanın da ölüme denk düşmediği hayatların öyküleri de anlatılabilirdi. Keşke araya Anadolu’nun gazi bir dedesi girebilseydi. Ağlamaklı anlatsa yaşadıklarını, ama yaşamaya da hâlâ devam ettiğini gösterseydi. Ya da yavrusunun acısıyla yürek dağlayan annenin duası tüm filme yayılabilseydi. Seyirci en az kaderine küfredenler kadar sahip çıkanların da olduğunu hatırlayıp azıcık huzur bulabilseydi filmin sonunda. Ne yazık ki Türk sineması yine anladığı türden bir drama ile anlaşılmaz bir ajitasyon sunma noktasındaki başarısını pekiştirdi. / Esra Bulut
Tavsiye Et