Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (December 2004) > Çeviriyorum
Çeviriyorum
Filistin yeni bir krizin eşiğinde / Yevgeniy Satanovskiy, Nezavisimaya Gazeta, 12 Kasım 2004
Rus Basını
Çeviri: Enise Smirnova
İsrail tarafından “Bir numaralı terörist” ilan edilen, kendi halkının gözünde ise millî lider ve Filistin direnişinin önderi olan Yaser Arafat’ın vefatı, bütün dünyada büyük yankı uyandırdı. Arafat’ın vefatından sonra Yakın Doğu’daki gelişmeler tedirginlik yaratıyor. Bu bölge, bir türlü sonu gelmeyen Irak Savaşı’nın yanı sıra şimdi bir de Filistin’de çıkması muhtemel olan istikrarsızlık ve iç karışıklıklar tehlikesi ile karşı karşıya bulunuyor.
Her şehirde merkezî hükümetten büyük ölçüde bağımsız bir yönetim olduğu gibi, her silahlı birliğin komutanı da istediği gibi hareket etmekte. Bu durumda son gelişmelerin Filistin Milli Yönetim Kurulu’nun Gazze bölgesi ile Ürdün nehrinin batı kıyısındaki topraklar üzerindeki kontrolü yitirmesine yol açma ihtimali oldukça yüksek. Son senelerde Yaser Arafat bile Gazze ve Ürdün’ün batı kıyısındaki durumu kontrol etmekte zorlanıyordu. Filistin liderinin Gazze’deki yüksek makamlardan birine yeğenini yerleştirme çabasının şiddetli tepkiyle karşılanması, bunun kanıtlarından biridir.
Yaser Arafat’ın vefatından sonra, ülkedeki iktidar kavgası, gündemin en önemli meselesi haline geldi. 60 gün içerisinde yapılması gereken seçimleri kimin kazanacağı konusunda farklı görüşler mevcut. Ülkenin yeni lider adayları arasında Ahmet Kurey, Mahmut Abbas, Muhammed Dahlan, Faruk Kaddumi ve Mervan Barguti gibi isimler yer alıyor. Fakat şu anda işgal altında bulunan ülkede geçerli ve standartlara uygun seçimlerin yapılması oldukça güç görünüyor ve 60 günlük süre dolduğunda yasal yollarla yeni bir liderin belirlenmemesi, ülkeyi, farklı grupların silah yoluyla iktidarı ele geçirme çabalarından doğan bir iç savaşa sürükleyebilir. Diğer taraftan güvenlik önlemlerini kat kat artıran İsrail de Filistin’deki gelişmeleri yakından takip ediyor. Bazı İsrailli yetkililerin “Filistin’de iktidara kim gelirse gelsin, iki ülke arasındaki barış ve uzlaşma görüşmelerinin başlaması için, önce Filistin hükümetinin terör eylemlerine son vermesi gerekiyor” şeklinde görüş beyan ettikleri nazara alındığında, iki ülke arasındaki diyaloğun kolay olmayacağı söylenebilir. Filistin ile İsrail arasında yıllarca süren toprak kavgasının ardından, Arafat’ın siyaset sahnesinden çekilmesi, Yakın Doğu’daki gelişmeleri takip edenleri merak ve endişe dolu bir bekleyiş içerisinde bıraktı. Batı dünyası açısından bakıldığında, Filistin’deki karışıklıkların yol açacağı bir iç savaş senaryosu endişe uyandırıcı olduğu gibi, Filistin’deki farklı grup ve hareketlerin birleşmesiyle kuvvetlenen ve İsrail ile başlayıp topyekûn Batı dünyasına karşı bir bağımsızlık harekatının doğması da istenmeyen sonuçlar arasında yer alıyor.

Tavsiye Et
Bush’un seçimleri kazanması, Rusya’ya neler getirecek? / Nikolay Zlobin, İzvestiya, 16 Kasım 2004
Rus Basını
Çeviri: Enise Smirnova
Başkanlık seçimleri sırasında Amerikan toplumunun ikiye ayrılması fazla şaşırtıcı değil. Bu durumda asıl ilginç olan, Rusya’da da fikir ayrılığının bu kadar belirgin olmasıdır. Anketlere göre, Rus halkı ekseriyetle Kerry’i desteklerken; hükümet, Bush’tan yana olduğunu açıkça ifade ediyordu.
George Bush’a seçimlerdeki zaferi dolayısıyla tebriklerini ileten Vladimir Putin, iki ülke arasındaki diyaloğun olumlu yönde ilerlediğini dile getirdi. Lakin bu ifadenin Rusya ile Amerika arasındaki ilişkilerin gerçek durumunu yansıttığını söylemek son derece güç. Zira şu anda iki ülke arasındaki diyalog, SSCB’nin dağılması ile başlayan süreçteki en durgun halini yaşıyor.
Geçtiğimiz dört sene zarfında Rusya’nın tamamen edilgen bir duruş belirlemesine karşın ABD, iki devlet arasındaki bağlantıları askerî anlaşmalarla sınırlı tutmaya devam etti. Teröre karşı mücadelede müttefiklere ihtiyaç duyan Bush, Rusya Başkanı’na olan saygı ve samimiyetini dile getirerek istediği desteği gördü. Fakat bu moral verici sözlerin dışında Rusya’ya herhangi bir şekilde yardım etmeye yanaşmayan ABD hükümeti, iki ülke arasındaki ilişkilerin daha sağlam bir stratejik temele dayanmasından adeta kaçındı.
Bush’un Rusya Başkanı’na ettiği iltifatlar, ABD’nin, Rusya’nın çıkarlarını gözetmeksizin onu uluslararası stratejik alanın dışına itmesini engelleyemedi. Böylece, Belarus hariç bütün bölgelerde askerî, siyasî ve iktisadî ağırlığını kaybeden Rusya, bugün hem dünya, hem de Amerika için dört sene öncesine nazaran çok daha az öneme sahip durumda. Eğer petrol ve İran gibi meseleler gündemde olmasaydı, Rusya’nın önemi daha da az olurdu.
İkinci başkanlık süresi boyunca Bush’un, daha önce olduğu gibi Rusya ile ilişkileri asgariye indirme ve uzun vadeli anlaşmalar yapmaktan kaçınma yönünde adımlar atacağı şimdiden tahmin edilebilir. Rusya’nın ekonomisi, siyasî ve sosyal bakımdan gelişmesi Bush’un ilgi alanının dışında kalıyor; ondan yalnızca terörle mücadele konusunda destek bekleyen Bush, Çeçenistan’da hareket özgürlüğüne sahip olmak isteyen Rus hükümeti için önemli bir müttefik. Fakat Rusya, ABD’den beklediği desteği göremeyebilir; zira Amerika’nın dış siyaseti devlet başkanının yanı sıra pek çok tarafın etkisinde şekilleniyor. ABD Parlamentosu, çeşitli kuruluşlar, özel sektör, basın-yayın organları ve hatta Bush’un takımından muhafazakâr olmayıp yeniliklere açık olan kişiler, bu konuda başkanı etkilemek için ellerinden geleni yaparlar. Bütün bunların Bush üzerindeki toplam etkisi, Beyaz Saray’ınkinden daha güçlüdür. Cumhuriyetçi Parti’nin ileri gelenleri, 2008 seçimlerinde, Yakın Doğu’da demokrasinin temellerini atarken, Rusya’nın demokrasi ilkelerinden uzaklaşmasına göz yumdukları yönündeki ithamlara maruz kalmamak için her türlü önlemi almaya hazırlar.

 


Tavsiye Et
Avrupa’nın kendisine inanmasının zamanı geldi / Simon Tisdall, The Guardian, 19 Kasım 2004
İngiliz Basını
Çeviri: Ebru Afat
George Bush’un yeniden seçilmesi, Avrupa’yı transatlantik ilişkileri ve AB’nin dünyadaki rolü üzerinde acilen bir vicdan muhasebesi yapmaya teşvik etmektedir.
Fransa Cumhurbaşkanı Jacques Chirac’ın dün Londra Belediye Başkanlığı binasında yaptığı konuşmanın konusu, jeopolitik mimariydi. Chirac, ümit ile kaos arasında gidip gelen bir dünyanın, yeniden şekillenen transatlantik ortaklığı içinde yer alan güçlü bir Avrupa’ya ihtiyaç duyduğunu söyledi.
Bu hafta başında kendi küresel inşa planının ana çizgilerini ortaya koyan Tony Blair de ortak değerlerden söz etti; ancak ABD ile işbirliğine büyük vurgu yaptı.
Almanya ise kendi açısından Irak öncesine ya da daha doğru ifadeyle, Bush öncesindeki uzlaşmaya dönmenin hasretini çekmektedir. Almanya Dışişleri Bakanı Joschka Fischer kısa süre önce üç bloğun -ABD, BM ve Avrupa- çok taraflı bir uluslararası yapının temellerini oluşturduğundan bahsetti. Onun İspanyol meslektaşı Miguel Angel Moratinos da, “Pax Amerikana’nın, tek taraflı güç ve iki taraflı müzakereler tekelinin sona erdiğini” ileri sürmektedir.
Diğerleri ise yine farklı görüş sergiliyor. İtalya Başbakanı Silvio Berlusconi ve bazı Doğu Avrupa devletleri, Washington’da belirlenen bir dünya düzenini kabul etmekten memnun görünüyorlar.
Öncelikle, birbiriyle çatışan birçok bakış açısına rağmen, ortak zemin fark edilebilir durumdadır. Avrupa hükümetlerinin çoğu Bush’un ikinci dönemi sırasında ilişkileri geliştirmeyi umuyor.
İkinci olarak, Avrupalılar bunu nasıl gerçekleştireceklerinden emin değiller. Güç kazanan Bush’tan daha da parçalayıcı bir uluslararası gündem gelmesinden korkuyorlar. Bu, Chirac gibi muhalifler için olduğu kadar Blair gibi ABD’nin yakın müttefikleri için de geçerli.
Son olarak da Avrupalı liderler, ABD’nin hâkim olduğu bir dünyada AB’nin nüfuzunu artırmak için birleştirmeleri gereken siyasî, diplomatik ve askerî kaynakların büyüklüğü üzerinde hâlâ tereddüt etmekteler. AB Anayasası’nın onaylanmasıyla ilgili yaklaşmakta olan tartışmanın çok önemli olması kısmen bu yüzdendir.
Avrupa’nın artan gücünü kabul eden Hindistan, kısa süre önce AB ile bir “stratejik ortaklık” peşine düştü. Gelecek hafta Rusya, ikili bir zirvede AB ile imtiyazlı ilişkiler kurmaya çalışacak. Doğudaki ülkeler AB’ye katılmak için kuyruğa giriyor. Türkiye’nin beklenen üyeliği, İslam ile Batı’nın kaynaşmasına örnek teşkil edecek bir yöntem olarak görülmektedir.
Amerika’ya öfke duyan ve sağlamlaştırılan transatlantik mimarisinin rekabet halindeki vizyonlarıyla oynayan Avrupalı liderlere kamuoyları rehberlik yapabilir. Anketler Avrupalıların, ABD ile daha iyi ilişkiler kurulmasını; ancak bunun Avrupa’nın birliğine, kimliğine ve ortak çıkarlarına mal olmamasını istediklerini göstermektedir.

Tavsiye Et
Savaşın mazereti yok/ The New York Times, 20 Kasım 2004
Amerikan Basını
Çeviri: Ebru Afat
Bunları daha önce okuduysanız, bizi durdurun. Bush yönetimi bir Orta Doğu ülkesinden gelen nükleer tehdit hakkında sahte bir acil durum havası yaratıyor. Sertlik yanlıları bu ülkenin teröristlerle bağlantıları olduğundan söz ediyor. Avrupa’nın, gerilimi düşürmeye yönelik diplomatik çabalarını, sözlerine hiçbir şekilde güvenilemeyen dolandırıcı bir ülkeyi yatıştırmaya dönük, düşüncesiz bir girişim olarak gösteriyor. Dışişleri Bakanı Colin Powell, güvenilmez olduğu ortaya çıkan yeni istihbarata ilişkin meşum uyarılarda bulunuyor.
Başkan Bush ilk döneminde ülkeyi yine böyle apar topar, Irak’la gereksiz bir çatışmaya sokmuştu. Bir haftadır İran konusunda da yine aynı yaklaşımın endişe verici sinyallerini görmekteyiz.
Meseleyi netleştirelim: İran’ın aktif bir nükleer programı var; bunu saklamak için çok büyük bir çaba da göstermedi ve Batı ile ilişkilerinde de dürüst davranmadı. Ancak İran’da, Amerikalı yetkilileri “askerî seçenek” hakkında konuşmaya sevk edecek yeni ve acil bir gelişme görmedik. Hatta, son gelişmeler cesaret vericiydi. BM’nin verdiği tarihin yaklaşıyor olmasının baskısı altındaki Tahran geçen hafta, tüm uranyum ve plutonyum işlemlerini donduracağını ve uluslararası denetçileri geri çağıracağını ilan etti.
Bu, İngiltere, Fransa ve Almanya’nın çabaları sonucu ortaya çıkan güzel bir adımdı ve Tahran’daki sertlik yanlılarının bile ekonomik girişimlere yatkın olduğunu gösterdi.
Ancak Çarşamba günü Powell aniden, İran’ın sadece bomba yapmaya yönelik önemli bir adım olan uranyum zenginleştirme üzerinde çalışmadığına, aynı zamanda böyle bir silahı bir füzeye ekleme yolları üzerinde de çaba sarf ettiğine dair yeni bir istihbarat hakkında korkutucu sözler etti. Powell’ın uyarıcı tonu biraz şaşırtıcıydı; zira İran’ın nükleer emelleri olduğu konusunda herkes zaten hemfikirdi ve bir ülkenin kullanma yollarını araştırmaksızın nükleer bir bombaya sahip olmak isteyeceğini tahayyül etmek oldukça zordu.
The Washington Post, Powell’ın yorumlarının, güvenilirliği ve gerçekliği henüz incelenmemiş, önceden bilinmeyen bir kaynaktan gelen teyit edilmemiş bilgiye dayandığını yazdığında, şaşkınlık alarm hissine dönüştü. Powell’ın alüminyum tüplere dair hayali istihbarat raporlarına dayanarak tüm dünyayı Irak’ın nükleer silah geliştirdiğine inandırması gibi eski hatıralar yeniden canlandı.
Bush yönetimi, nükleer silahların çoğalmasını durdurmanın dış politika gündemlerinin başında yer aldığını söyledi. Ancak ABD bu hedefe sadece, Avrupalı müttefiklerinin çabalarının altını oymak yerine, onlarla birlikte çalışarak, gerçek anlamda çok taraflı bir diplomasiyle ulaşabilir. Avrupalılar da, önlerine haklı gerekçeler getirildiği zaman, inandırıcı bir ekonomik ambargo tehdidi ile Washington’ın arkasında durmaya hazırlar. Savaş açmak bir yana, savaşın rasyonel bir seçenek olduğunu söylemenin bile bir mazereti yoktur.

Tavsiye Et
Körfez’de cesaret verici bir uyanış / Abdulvehhab el-Efendi, El-Quds el-Arabî, 20 Kasım 2004
Arap Basını
Çeviri: Hatice Boynukalın
İçinde bulunduğumuz hafta haber bültenleri, Suudi Arabistan hariç Körfez ülkelerinden sekiz bin kadar vatandaşın, Ramazan ayı sonunda Suud Kralı Fahd b. Abdulaziz’e, ülkesinde bu yılın başından beri tutuklu bulunan ve göstermelik olarak mahkemeleri icra edilen üç reformcu Suudi vatandaşının serbest bırakılmasını talep eden bir belgeyi imzalayarak sunduklarını bildirdi.
Bu olay, Arap dünyasının bu bölgesinde, demokrasiye doğru yönelişin yalnızca bir rüyadan ibaret olmadığını, bunun aslında fiilen gerçekleşmekte olduğunu müjdeliyor. Bu, yardımlaşma ve dayanışma duygularının, aynı zamanda da cesaretin güzelliğini ortaya koyan bir adımdır. Bu adım bölge yönetimlerine çok önemli bir mesaj iletiyor: Bundan böyle barışçı yollarla tepkilerini ortaya koyan muhaliflerin yalnızlık dönemleri artık bir daha dönülmemek üzere sona ermiştir. Artık acımasız ve baskıcı politikalara karşı çıkış, ABD tarafından değil, bu bölgenin halkı tarafından gerçekleştirilecektir.
Kalpleri ferahlatan bu haberi işitmeden birkaç gün önce, reformcu üç Suudi vatandaşının içinde bulunduğu durumun, bölgenin demokratikleşmesini savunan halk üzerindeki yansımaları üzerinde düşünüyordum. Zira açık bir şekilde Suudi Arabistan yönetimi, reformculara karşı yürüttüğü caydırıcı politikalarla vatandaşlarına bir mesaj iletmek istiyordu. Buna göre değişim ve reform talepleri intihar anlamına geliyordu. Buna teşebbüs edenlerin özgürlüğü kısıtlanacak ve bu kişiler işlerini ve toplumdaki yerlerini kaybedeceklerdi. Üstelik tüm bu zorluklara, yakın gelecekte hiçbir şey elde edemeden katlanılacaktı. İşi daha da içinden çıkılmaz hale getiren, kurbanlarla dayanışma gösterecek siyasî ya da hukukî bir organın yokluğu ve buna ilaveten her zeminde demokrasiye verdikleri önemi deklare eden Avrupa ülkelerinin ve ABD’nin şüphe çekici şekildeki sessizliği idi.

Tavsiye Et
Irkçı nedenler sebebiyle... Çifte standart! / Besniyye Şaban, Eş-Şark el Awsat, 22 Kasım 2004
Arap Basını
Çeviri: Hatice Boynukalın
Hollandalı sinema yapımcısı Van Gogh’un öldürülmesi olayı, Hollanda’da Müslümanlara ve onlara ait kurumlara yönelik bir nefret ve saldırı dalgası başlattı. Halbuki Van Gogh, Irak ve Filistin’deki katliamları meşrulaştırmak için İslam’a ve Müslümanlara suçlamalarda bulunan Avrupalı ve ABD’li birtakım yazar, siyasetçi ve gazetecinin yaptıklarının benzeri bir şekilde, Müslümanlara ve İslam’a dil uzatıyordu. Nitekim ABD’de ve Avrupa’da yaşayan birçok genç, sadece camilere, İslamî merkez ve müesseselere gittikleri ve birbirleriyle Arapça konuştukları için ırkçı muamelelere maruz kaldıklarından yakınmaktalar. Yine Batı’da, Felluce’de yıkılan 30 cami ile ilgili hiçbir tepki görmedik. Hiç kimse bu olayların Hıristiyanlık diniyle ya da Hıristiyanlarla bağlantısı olduğunu düşünmedi. Güvensizlik nedeniyle genişleyen şiddet çemberini kırmak ve ırkçı-dinî duyguları bastırmak için yöntem ve yolların arandığı böyle bir dönemde Gogh’un öldürülmesi olayı Batı ve İslam medeniyetlerini birbirinden daha da uzaklaştırmak için bir fırsat olarak görülüyor ve değerlendiriliyor. Bu cinayet hakkında düzenlenen açık oturumlarda ve yazılan makalelerde, Gogh’u öldürdüğü iddia edilen ve henüz mahkemede suçu tespit edilmemiş olan Fas vatandaşı Muhammed Buveyri hakkında İslam’ı ve tüm Müslümanları temsil ediyormuşçasına yorumlar yapılıyor. Sanki tüm Müslümanlar bu kişiye, Van Gogh’u öldürme görevi vermişçesine bir tavır takınılıyor. Tüm Avrupa’da Müslüman olmayan gençler tarafından çeşitli nedenlerden dolayı işlenen cinayetler görmezden geliniyor. Bu cinayetleri işleyenlerin cinayetleri, mensubu oldukları dinle ilişkilendirilmezken, bu çirkin ve kim işlerse işlesin menfur saldırıyı, failinin diniyle irtibatlandırmak haksızlıktır. Avrupa’da ve ABD’de birçok Müslüman, dayağa ve aşağılanmaya maruz kalıyor; ancak bunu yapan hiç kimse dini konusunda itham edilmiyor. Keza Ebu Gureyb Hapishanesi’nde, Gazze’de ve Felluce’de gerçekleştirilen insanlık dışı olaylar, tüm yayın organları ve siyasilerin yaptıkları açıklamalarda münferit vakalar olarak nitelendirildi ve bu kişilerin ABD ve İsrail ordularını temsil etmedikleri vurgulandı.

Tavsiye Et
Teröre karşı el ele, ama Türkçe / Roman Pletter, Die Welt, 22 Kasım 2004
Alman Basını
Çeviri: Haşim Koç
Leyla Dinsever “dinimi ve barışı seviyorum” diyordu, etrafında ise terör karşıtı sloganlar atan bir kalabalık vardı. Diyanet İşleri Türk-İslam Birliği, Almanya’daki Müslümanları teröre karşı gösteri yapmak ve Leyla Dinsever’in söylediği, “İslam barış demektir” sözünü kanıtlamak için Köln’e çağırdı.
Yaklaşık 30 bin kişi gelmişti ve otobüslerden bayrak sallıyorlardı. Hepsi terörü protesto ediyordu. Bu konuda hemfikirdiler; ama bu terörden ne kastettiklerini sorduğunuzda, çoğu için cevap bin Ladin’den farklıydı. Hatta bazıları Amerika’yı protesto ediyordu. Üç bayrağın; Alman, Türk ve AB bayraklarının bulunduğu bir flama vardı. Bir pankartta “Sevgili medya, her gün aşırı Müslümanları haber yapıyorsunuz, artık yeter!” ifadesi okunuyordu. Medya kendisine sorduğunda Irak’ta ölen çocuklar için, Filistin için geldiğini söyleyen ve ismini vermeyen bir adam da vardı bu kalabalığın arasında.
Leyla Dinsever, İslam dininin barışı istediğini, teröristlerin kendisinin inandığı dinle hiçbir alakaları olmadığını ve en sonunda bu toplumu nasılsa öyle kabul ettiğini açıkça göstermek istediğini ifade etti.
Kadınların sayısı çok azdı; otobüsler yalnızca erkeklerle doluydu. Bochum Merkez Camii’nin temsilcileri de vardı. Bir adam yetmiş kişiyle beraber gelip İslamcı fundamentalistlere karşı olduğunu göstermek isteyen, ama hiç Almanca bilmeyen imamı gösterdi.
Göstericilerin en sonunda amaçlarına ulaştıklarını ifade edebiliriz. Platformda Claudia Roth görünüyordu. Kuzey Ren Westfalya Eyaleti İçişleri Bakanı Fritz Behrens (SPD), Almanya’da yaşayan her insanın anayasaya uymak ve buradaki yasaları dikkate almak zorunda olduğunu bildiriyordu. CSU’dan Bavyeralı meslektaşı Günther Beckstein da barış içinde yaşamanın güç getireceğini söyledi. Marieluise Beck ise demokrasinin düşünce özgürlüğünü sağlayıp aşırı uçlara sınırlar koyduğunu dile getirdi. Siyasiler yukarıda platformda iken aşağıda kalabalık koro halinde, Almanlara teröre karşı olduklarını anlatmak için resmî olarak bir araya geldiklerini, “teröre karşı el ele” nidasıyla gösteriyorlardı.

Tavsiye Et
Bağdat’tan Ramallah’a / Jan Ross, Die Zeit, 22 Kasım 2004
Alman Basını
Çeviri: Haşim Koç
Orta Doğu’daki ümit ve korku karışımı duygular Şarm eş-Şeyh’teki uluslararası konferansta bir araya geldi. Bu, Bush’un yeniden seçilmesinin, Arafat’ın ölümünün ve Felluce saldırısının ardından ilk büyük diplomatik adımdı.
Aslında bu konferans çok geç gerçekleşmiş bir konferans. Geçen yıl savaştan sonra Irak’ın komşularıyla yapılacak bir yuvarlak masa toplantısı Amerikalıların büyüklüğünün göstergesi olabilirdi; şimdi ise bir imdat ve alarm sinyali durumunda. Artık kimse bir galibiyetten söz edemiyor; ABD’nin gelecek Ocak ayındaki seçimlerden sonra Irak’ı BM’nin önüne atacağı kuşkusu da uyanmış durumda. Problemin uluslararasılaşması, hele hele savaş karşıtlarının da işe karışması tehdit edici olabilir. Aynı zamanda seçim tarihinin öne alınmasıyla, sadece güvenlik durumuyla açıklanamayacak bir Irak iç politikası da şekilleniyor. Sadece direnişin azalması değil, aynı zamanda muhaliflerin de entegre edilmesi gerekiyor. Fransızlar Irak ‘muhalefeti’ni de konferansta görmek istemişti. Ama bu, Amerikalılar ve Bağdat’taki geçici hükümet yüzünden gerçekleşemedi. Son oturumda ise siyasî katılımın genişletilmesi gerektiğine dikkat çekildi.
Amerikan neoconlarının hayali Kudüs’e giden yolun Bağdat’tan geçtiği şeklinde. Saddam’dan kurtarılmış ve demokratikleştirilmiş bir Irak’ın, bütün Orta Doğu ve hatta kangren olmuş İsrail-Filistin sorunu için maya olması bekleniyordu. Arafat’ın ölümünden sonraki yeni durum, Filistin için 9 Ocak’taki Devlet Başkanlığı seçimleri ile ümidin yeniden başladığını göstermekte. Powell konferansa Kudüs ve Ramallah’tan geldi, İngiliz ve Rus Dışişleri Bakanları da onu takip ettiler; onları Joschka Fischer de takip edecek. 2003 ilkbaharındaki savaştan beri ilk kez herşeyi gölgelemiş olan Irak krizi, Filistin için yeni bir şansı beraberinde getirecek. Her ne kadar İran’daki kargaşa ve Tahran’ın korkutan tutumu sona ermiş olmasa da, Orta Doğu’nun sadece savaş ve savaş karşıtlığına kilitlenmesinin sona ermesi de büyük bir adım olacak.

Tavsiye Et
Avrupa Birliği / Valéry Giscard d’Estaing (Fransa Eski Cumhurbaşkanı), Lefigaro, 25 Kasım 2004
Fransız Basını
Çeviri: Adem Yılmaz
Türkiye’nin AB’ye girme ihtimali ihtiraslı bir tartışmayı gündeme getiriyor. Lehte olanlar için, çok eskilere dayanan vaatlerden dolayı menfi bir cevap, İslam Dünyası adına Türkiye tarafından kaydedilen ilerlemeleri medeniyetler çatışmasına dönüştürme riski anlamına gelecek. Üyeliğe karşı olanlar için ise, Türkiye topraklarının altıda beşi ve başkenti Avrupa sahasının dışındadır; nüfusunun önemi, Birliğin en fakir ülkesi olacak olan Türkiye’nin ekonomik ve sosyal şartları, Türk toprakları dışında Türkçe konuşan oldukça geniş bir nüfus gerçeği ve tabii ki Avrupa’nın Suriye, Irak ve İran’la sınır komşusu olma fikrine soğukluğu gibi olgular sıralanabilir.
Kısacası, kamuoyunu ikiye bölen pek çok argümandan bahsetmek mümkün. Fransa’ya gelince, Fransa Cumhurbaşkanı Berlin’de, “Bendenizin görüşü şudur ki, muhtemel bir üyelik için on veya on beş yıl sürecek bir prosedürün nihayetine gelmiş bulunuyoruz” dedi. Fransızların %64’ü ise kamuoyu yoklamalarında Türkiye’nin üyeliğine karşı görüş bildiriyor.
Her şeyden önce temel meseleyi önyargısız ve tarafsız olarak ele almak gerekiyor: Gelecek on yıllarda Türkiye ile AB ilişkilerini düzenleyecek olan nesnel verilere en iyi uyum sağlayabilen, en adil yöntem nedir? Öncelikle birinci argümanı alırsak, Türkiye’ye verilen sözler ve Müslüman bir devleti Birliğe almayı reddetmek.
60’lı yılların angajmanları ise farklı bir bağlamda değerlendirilmeli. O zaman Türkiye’nin bütünüyle ekonomik bir boyutu olan Ortak Pazar’a girmesi söz konusuydu. Bugün o yükümlülüklerin yerine getirildiğini söylemek mümkün; çünkü AB, Türkiye ile 1995 yılında Gümrük Birliği’ni imzaladı ve bu anlaşma Türkiye’ye bu pazara girme imkanı veriyor.
Dinî saiklerden ötürü Türkiye’nin üyeliğinin reddedilmesine gelince; bu Türkiye’nin, üyelik taraftarlarının rakiplerinden gördüğü bir art niyetten başka bir şey değildir. Bu konuda kategorik olmak şarttır: Türklerin çoğunluğunun dini, Türkiye’nin üyeliğini kabul etmek veya reddetmek için bir argüman olamaz. Üstelik iç savaş bittiği ve demokratik olgunluk eski Yugoslavya’da tesis edildiği gün, AB’nin Müslüman kültüre sahip bir devlet olan Bosna Hersek’i, Birliğe kabul etmek istemesi kuvvetle muhtemeldir.

Tavsiye Et
Hollandalı Sosyolog Paul Scheffer ile Röportaj / Le Monde, 25 Kasım 2004
Fransız Basını
Çeviri: Adem Yılmaz
Theo Van Gogh’un ölümünden sonra Hollanda’nın durumunu nasıl analiz ediyorsunuz?
Asıl mesele küreselleşmiş ve krizde olan bir din olan ve ırkçılıkla hiçbir alakası olmayan İslam ile ilişkiye dayanıyor. Pim Fortuyn (2002’-de öldürülen ve ölümü Hollanda’daki ilk siyasî cinayet olarak tarihe geçen aşırı sağcı politikacı) fenomeni izole bir olay değil ve sistemimizin ne kadar kırılgan olduğunu gösterdi.
Meşhur hoşgörü modelinin sonu mu geldi?
Azınlığın varlığından dolayı sosyal barışın garanti edilemeyeceği bilindiği için ülkemizin tarihinde hoşgörü oldum olası bir elit angajmanı olmuştu.
Hollanda Avrupa için bir laboratuar mı oldu?
Temel mesele seküler bir ülkede azınlıkta bir dinî topluluk olarak o dinin temsilcilerinin çoğunluğunun kendilerini nasıl konumlandıracaklarını bilip bilmemeleridir. Müslümanların bir kısmı İslam’ın bireysel bilince -vicdana- hitap ettiğini, devlet ile dinin ayrıldığını, demokrasinin yerini alan hiçbir kutsal kitap olmadığını kabul ediyor. Buna karşın ikinci kuşaktan azınlıkta bir grup ise, açık toplumun şartlarını reddediyor. Aslında Gogh cinayeti Avrupa Müslümanlarının entegrasyonuna karşı işlenmiş bir cürümdür.
Müslümanlar Theo Van Gogh’un ölümüne nasıl tepki gösterdiler?
Onlar hoşgörüyü övüyor. Aslında hiç kimse Van Gogh’u ciddiye almadı. Fakat kadınlarla ilgili ve çarpıtılmış olan son filmi, İslam’a ciddi eleştiriler getiriyordu.
Siyasal sorumlular ne yapmalılar?
Popüler seçimler Pim Fortuyn ile sona ermedi; engellendi ve daha radikalleşebilir. Theo Van Gogh suikastı oldukça özel bir bağlamda gerçekleşti. İlk defa şiddetin gerçekten tırmanması riski ortaya çıktı. Şunun altını özellikle çizmek gerekir; şayet bu suikast uzun bir hoşgörü ve barış geleneği olan bir ülkede oluyorsa, her yerde olabilir. Bütün vatandaşlarımızın inançlarını ciddiye almak zorundayız; gerekirse onları tanımalıyız. Bazı gençlerin radikal İslam’a karşı sempatileri özellikle dikkate alınmalıdır.

Tavsiye Et