KAPİTALİZMİ ister eleştirelim, ister destekleyelim; onun piyasa ile olan sınırlarını iyi çizmek gerekiyor. Piyasa kapitalizmden önce de vardı, yaşayanlar görecek ki, kapitalizm tarihin çöplüğüne gittiğinde de var olacak. Komünizm ne kadar piyasa karşıtı ise, esasen kapitalizm de o kadar piyasa düşmanıdır.
Piyasa, belli başlı kurallar manzumesine göre yapılan mukavele ve bunun neticesinde ortaya çıkan iktisadi mübadelenin tanzim edildiği sanal ya da fiziksel mekanın adıdır. Piyasa ekonomisinin zamana ve mekana göre değişebilen kural ve kurumları vardır.
Kapitalizm ise tıpkı faşizm ve komünizm gibi bir sermaye biriktirme rejimidir. Bu rejimlerin arasındaki temel farklardan biri mülkiyete bakış açılarıyla ilgilidir. Kapitalizm, mülkiyet haklarına getirdiği yaklaşım gereği eşitsiz bir sermaye birikimi rejimidir. Buna göre bir kapitalistin, piyasa kurallarına uymaması ve denetlenmemesi durumunda ortaya çıkacak manzara herkesin çokça duyduğu “vahşi kapitalizm” olacaktır. Tarihsel veriler bu açıdan yeterince yol göstericidir. Bir kapitalist, belli bir aşamaya kadar kendi varlık nedeni olan piyasayı yok edebilir. Bu yüzden kapitalizmi “piyasa düşmanı” olarak tanımlayan Fernand Braudel haklıdır.
Bir ortamda piyasa ekonomisini ikame etmek için, birbirinin içine geçmiş üç temel ‘doğru’ya ihtiyaç vardır: Doğru fiyatlar, doğru kurumlar ve doğru kültür. Doğru fiyatlardan kasıt, üretim faktörlerinin fiyatının, kaynak kıtlığının ifadesi olan fırsat maliyetlerini yansıtıyor olmasıdır. Buna göre oluşan nihai mal ve hizmet fiyatlarının da kârlılığı yansıtıyor olması beklenir. Doğru fiyatlar son derece önemlidir. Çünkü piyasa ekonomisinde fiyatlar, bir girişimcinin sergileyeceği davranışlara yön veren en temel göstergedir. Bu gösterge çeşitli dengesizliklerin neticesinde sapma gösterirse, fizibilite yaparak geleceği kestirmek ve kaynaklara buna göre yön vermek imkansızlaşır. Bu ortam, girişimciliğin deforme olmasının temel nedenlerindendir. Türkiye’nin bilhassa 1990’lı yıllardan sonra kaybettiği makro ekonomik istikrar ortamı da bunun tipik bir örneğidir.
Ancak, bilhassa konumuz açısından, doğru fiyatların oluşması için doğru kurumların ikame edilmesi gereği de hemen belirtilmelidir. Doğru fiyatlar için, rasyonel kaynak dağılımını engelleyen finansal ve ticari korumacılığı kaldırmak bir ilk adım olabilir. Ancak bu yeterli değil. Bunun yanına örneğin çevrenin ve tüketici haklarının korunduğunu garanti eden kurumların da konulması gerekir. Keza piyasa ekonomisinin adeta mabedi olan rekabet kurumu hem ikame edilmeli hem de etkinlikle çalıştırılmalıdır.
İşte tam da bu noktada kurumlara ruhunu verecek olan son faktöre geliyoruz. Kurumlar ancak uygun bir kültüre dayanırsa çalışır. Aksi takdirde yolun üzerinde ölüp kalan bir kutsal inek gibi işleri engellemekten başka bir işe yaramazlar. Bürokratik bir oligarşiye, sistemin katılığına neden olurlar. Bir başka ifadeyle arkasında doğru kültürel motivasyonlar bulunmayan ithal kurumlar, karşımıza bir “üst kurullar kapitalizmi” çıkarır. Örneğin, Türkiye’nin mevcut anti-demokratik anayasası, davranış alanlarını kısıtlamak üzere bir çerçeve değil, bir program anayasasıdır. Buna göre size adeta nerede park edemeyeceğiniz değil, arabanızı nerede park etmek zorunda olduğunuz da emredilmektedir. Toplumu bir cendereye hapsederek burada dondurmayı amaçlayan bu türden düzenlemelerin işleri yoluna koymaya yetmediğini görüyoruz. Esas olan, bu kuralları içinde bulunduran kültürün gerçeklerini veri alarak işletmek ve çalışır hale getirmektir.
Örneğin denetimin, hesap vermenin ve şeffaflığın adeta hakaret olarak algılandığı, kişilere olan sadakatin kurumlara teşmil edilemediği bir ortamda rekabet kurumu çalışamaz. Modern hayat uzmanlaşmayı ve iş bölümünü gerektirir. Bunun en önemli sonucu ise delegasyon, yani bir işi, uzmanı olan başkalarına yaptırmaktır. Böyle olduğu zaman karşımıza çıkan en önemli sorun, asil-vekil (principal-agent) ilişkilerindeki sapmadır. İşi yapmak üzere görevlendirilen, atanan, istihdam edilen kişinin, yaptığı işi, işin sahibi ile yaptığı anlaşmanın ruhuna uygun yapması ve bunun böyle olup olmadığının denetlenmesi gerekir. Görüldüğü üzere bu kişileri seçme sırasında ciddi zorluklar olduğu gibi, seçtikten sonra da denetleme sıkıntısı baş göstermektedir.
Türkiye sistemi yukarıda bahsedilen üç doğruyu yerine getiremediği için hem seçme hem de denetleme konusunda ciddi zaaflar içeriyor. 2001 krizinde karşımıza çıkan batık banka kredileri, yaşadığımız sonuncu ve en büyük tecrübeydi. Batık kredilerin toplamda 40-50 milyar dolar arasında olduğu tahmin ediliyor. 2001’de GSMH’nin 145 milyar dolar olduğu göz önüne alınırsa, milli gelirin %30’una tekabül eden ve dünyada eşi az görülecek bir ‘hortumlama’ hikayesi… Bu hikayenin kahramanlarının kimlikleri konusunda bir arayışa çıkıldığında sistemin sağında, solunda, merkezinde ve derininde yer alan her kimlikten siyasetçi, askerî ve sivil bürokrat, büyük işadamları ile karşılaşıyoruz. Sistem düzeyinde hukuktan yalıtılan bu atalete dayalı ahbap-çavuş kapitalizmi o kadar uzun sürdü ki, söz konusu ‘ekip’te zaman içinde ciddi manada akrabalık-hısımlık ilişkilerinin dahi oluştuğu görüldü.
Gariptir ki, bu sisteme denetim ve kısmi bir şeffaflık getirmek yine İMF’ye düştü. Sistemi denetleme konusunda kriz öncesi varlığı ile yokluğu belli olmayan Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu (BDDK) ile Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu (TMSF)’nun kriz sonrasında ortaya koyduğu performans, Türkiye şartlarında parmak ısırtıcı. Bilhassa TMSF’nin başında bulunan yöneticilerin tabir yerinde ise “kelle koltukta” çalışmak zorunda kalması, düzenin hangi aşamaya kadar kirletildiğinin resmini sunuyor. Bu durum; Türkiye’de hatırı sayılır bir değişimin ancak dış zorlamalarla gerçekleşebileceği, içeriden kaynaklanacak bir dinamizmin pek mümkün olmadığı gerçeğini de gösteriyor. Oysa değişimin sürdürülebilir ve kalıcı olması için “yerli malı” olması kritik önemde. İthal reform ve değişimin nasıl sonuç vereceğini görmek için ise biraz daha beklememiz gerekecek.
Paylaş
Tavsiye Et