ABD BAŞKANLIK seçimlerinde bütün dünya için kötü olan ihtimal gerçekleşti. George W. Bush bir dört yıl daha koltuğunda kalacak. Bir önceki seçimlerde ülke genelinde oyların çoğunluğunu alamadığı halde eyalet bazında daha fazla seçmen kazanarak, yine de mahkeme kararıyla başkanlığa seçilmişti; ancak şimdi genel oyların çoğunluğunu kazanmış olmanın rahatlığı içinde. Bush’un seçimleri takiben yaptığı zafer konuşmasında takındığı tavır, bundan sonraki dört yılın bundan önceki dört yıla rahmet okutturacağını hissettiriyor.
Bütün dünya ve Amerikan halkının yarısı Bush’un seçimleri kaybedeceğini tahayyül, daha doğrusu ümit ediyordu. Geleneksel olarak Amerikan seçim sürecine müdahil olmayan Çin Halk Cumhuriyeti bile seçimlerden önce Bush’un kaybetmesini arzu ettiğini belli etmişti. Irak savaş kararının en hararetli savunucularından olan Economist dergisi de açıkça Kerry’i desteklediğini belirtmişti. Bu arada Amerika içinde New York Times, Washington Post gibi merkezin son derece etkili gazeteleri, destekledikleri adayın Kerry olduğunu deklare etmişlerdi. Kerry’nin bu denli mevcut sisteme yakın kuruluşların desteğini alması onun dış politikada belli çıkarları gözetmeye devam edeceği mesajının karşılığıydı; dolayısıyla Bush’tan farklı olmadığı imajından kurtulamadı. Aslında Demokratların farklılıklarını açıkça vurguladıkları tek alan eşcinsel hakları ve kürtaj gibi Amerikan sağ tabanının tepkisini çeken ahlakî mevzular oldu. Neticede Demokrat Parti’yi harekete geçirecek genç taban seçimlerde çalışmadı. Buna mukabil Bush’u seçtiren Evanjelik Kilise Örgütleri işi son derece sıkı tuttular ve kendi içinde ideolojik tutarlılığa ve bağlılığa daha fazla sahip olan parti, seçimleri kazandı.
Ancak hangi nedenlerden dolayı kazanırsa kazansın, Bush’un yeniden seçilmesi sadece Amerikan halkını ilgilendirmiyor. Yüzlerce ülkede askerî varlığı bulunan ve halen bir ülkeyi resmen işgal altında tutan Amerikan İmparatorluğu’nun başındaki yönetim daha fazla diğer dünya için önemli. Aslında dünya giderek bir Atina şehir devletine benzemeye başladı; sadece asiller oy kullanıyor, köleler ve köylüler onların oylarıyla ortaya çıkan kararlara boyun eğmek zorundalar. Bu nedenle seçimlere, oy kullanmayan dünya vatandaşları daha fazla ilgi gösterdi. Netice ise onlar için büyük bir hayal kırıklığı oldu. Dünya liderlerinin yayımladıkları mesajlar Bush’u tebrik etmekten daha çok, ikinci döneminin farklı olacağına dair ümitleri dile getiriyordu. Bush seçimi kazanmıştı ve dünya seçmediği bir imparatorun tercihlerine razı olmaktan başka çaresi olmadığını biliyordu.
Dünya, bugün vahşi Batı kasabasından farklı bir görünümde değil. Güçlü olanın haklı olduğu, zayıf olanın haydut ilan edildiği bir düzen bu. Maalesef bu kasabanın sözde şerifi sayılabilecek Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri, Amerikalı kovboyun kanunsuzluklarını onaylamaktan başka bir işe yaramıyor. Annan, dikkatini sadece Sudan gibi ülkelerdeki insan hakları ihlallerine çevirmiş durumda. Ancak bu Amerikan hesaplarından bağımsız bir ilgi değil. BM tıpkı 250 bin Müslümanın katledildiği Bosna olaylarında sessiz kaldığı gibi, binlerce Müslümanın katledildiği Irak konusunda da sessiz veya çaresiz. Söz konusu olan bir Müslüman ülkenin hakimiyet alanındaki insan hakları ise BM sesini çıkarabiliyor, değilse susmayı tercih ediyor. Tayland’da seksen Müslüman Tay polisi tarafından katledilirken yaptığı gibi. Yeni Dünya Düzensizliğinin İslam Dünyası için bu nedenle özel bir anlamı var, zira hedefteyiz.
Evanjeliklerin seçimlerde sarf ettikleri olağanüstü gayret Bush’un seçim zaferinde büyük oranda etkiliydi. Bush’un Evanjelik Kilisesi’ne borcunu ödemesi için dört yıllık bir zamanı var. Hıristiyan fundamentalistleri sadece, eşcinsel evliliği, kürtaj ya da insan embriyosu üzerinde yapılan genetik araştırmalar gibi ahlakî konulardan dolayı seçmediler Bush’u. Başka türlü, Amerikalı çocukların yaşam haklarını savunanların Iraklı çocukların katledilmesine sessiz kalmalarını anlayabilmek çok zor. Onların kafasında Bush ‘şer’ güçlere karşı yürüttüğü savaşla da önemli bir misyon üstlenmiş durumda ve desteği hak ediyor. Hiç kuşkusuz hali hazırda uygulamaya konulan Amerikan dış politikasını sadece İsrail ve petrol lobilerinin yönlendirmesinden ibaret görmek mümkün değil. Aslında Amerikan kimliği beyaz adamın kıtaya adım attığı günden bu yana din tarafından şekillenmişti. Avrupalı dindarlar Amerika’nın kendilerine ilahî bir hediye (Manifest Destiny) olduğuna ve bunun da bütün insanlara medeniyet götürme vazifesi karşılığı verildiğine ikna olmuşlardı. Kısacası Amerikan dış politikasını rasyonel teori ya da yaklaşımlarla açıklamak artık son derece güç. Bu politikaları anlamak için temel başvuru kaynaklarımızdan biri de İncil olmak zorunda. Belli ki o da yetmeyecek; zira İncil okumalarını güncel politik olayların anlaşılmasında yeniden yorumlayan Evanjelik din adamlarının yazdıklarına göz atmak zorundayız. İslam Dünyası’nda dinci parti ve iktidarlardan bahsedenlerin Amerikan yönetimi için bu sıfatı kullanmamakta direnmeleri de başlı başına bir tezat olsa gerek.
Bush seçimlerden sonra yaptığı zafer açıklamasında seçimlerden siyasî sermaye kazandığını ve bunu da kullanmaktan çekinmeyeceğini söyledi. Bu meydan okuyucu sözlerin pratikte ne anlama geldiğini ilk anda anlayamamıştık. Ancak hemen sonrasında Irak’ta işgal güçlerinin giriştikleri Felluce katliamı ve Irak’ın Ebu Hanife camii gibi İslam merkezlerine karşı girişilen saldırılar siyasî sermayenin nasıl kullanılacağı konusunda işaretler sunuyor. Felluce saldırısını gerçekleştiren birliklerden birinin komutanı Albay Brandl, Felluce’de şeytana karşı savaşmaya gittiklerini söylüyordu. Ne bu sözler, ne de daha önce Pentagon’un önemli isimlerinden General Boykin’in İslam’a karşı sarf ettiği hakaretler üzerine herhangi bir işlem yapılmadı. Aksine bu sözlerin açığa vurduğu anlayış Bush’un seçmen kitlesinde genel kabul görüyor ve tarihsel olarak Amerikalıların kendilerinin Tanrı’nın buyruğunu yerine getirdiği inancıyla örtüşüyor.
Yeni Dünya Düzensizliğinin ikinci perdesi, yeni dönemde yer almayacağını belirten ABD Dışişleri Bakanı Colin Powell’ın yerine Condoleezza Rice’ın getirileceğinin açıklanmasıyla açıldı. Herhangi başka bir ülkede dışişleri bakanlığı diplomasiyi akla getirir; ancak söz konusu olan bir imparatorluk olunca diplomasiyi değil, yönetmeyi gerektiriyor. Bu nedenle Irak savaşındaki doktrini “Fransa’yı cezalandır, Almanya’yı görmezlikten gel, Rusya’yı affet” olan Rice’ın Amerikan hariciyesinin başına gelmesi şaşırtıcı olmadı. Yine de etkisizliğine rağmen şahinler arasında bir güvercin olarak adlandırılan Powell’ın yerine nam-ı diğer karanlıklar prensesinin getirilmesi yeni dönemde karşımıza çıkacakların kötü bir habercisi gibi. Gerçi Rice’ın Powell’dan farklı olarak Rumsfeld’in himayesindeki neocon çetesine karşı daha çetin ceviz olduğunu, kendi gücünü ispatlamak için daha fazla çaba sarf edeceğini iddia ederek olumlu düşünmeye çalışanlar olsa da, bu güç yarışının faturası yine İslam Dünyası’na çıkacak. ABD’nin Irak’ta iyice bataklığa saplandığı bu yeni döneme bir tarafta Rumsfeld, diğer tarafta Rice ile giriyor olmasının ne gibi sonuçlar doğuracağını kestirmek zor. Bush diplomasiden hoşlanmayan ekibiyle dünyaya yeni bir mesaj vermiş oldu. Rusya bu mesaja cevabını yeni bir nükleer silahla, AB ise en üst düzeyden artık diplomattan daha çok askere ihtiyaç duyduğunu ilan ederek verdi. Bütün bunlar hayra alamet değil.
Paylaş
Tavsiye Et