AFRİKA kıtası, sömürgecilik dönemini en zor koşullarda yaşayan bir coğrafya olma özelliği taşımaktadır. Modern düzenin kurulma aşamasına bedenleriyle hizmet eden, özgürlüklerini Avrupalı tüccarların gemilerinde kaybeden Afrikalıların bugün içinde bulunduğu durum, önceki yüzyıllardan çok da farklı değildir.
Kara kıta, sahip olduğu değerli madenler açısından olduğu kadar, jeopolitik konumu itibariyle de önemini korumaya devam etmektedir. Bu haliyle son birkaç yıldır Afrika, yeniden büyük güçlerin ilgi alanına girmeye başladı. Önceki dönemde ABD Başkanı George Bush’un Afrika ziyareti, bu kıtayı yeniden dünyanın gündemine taşımış, kıtanın sorunları birkaç günlüğüne de olsa birçok ülkede tartışılmıştı. Özellikle AIDS, kıtlık, yoksulluk gibi sorunlar gündeme gelmiş, Afrika nüfusunun kısa bir süre sonra neredeyse tükeneceği yeniden hatırlanmıştı. Ancak Afrika’nın sorunlarının çözümü için milyarlarca dolarlık dış borçlarının affedilmesine yönelik yapılan çağrılar sonuçsuz kaldı. 2002 yılında Afrikalı temsilcilerin de katıldığı G-8 Zirvesi’nde NEPAD olarak anılan “Güney Afrika’nın Kalkınması İçin Yeni Oluşum” projesi tartışıldı ve zengin ülkelerin Afrika’nın kronik sorunlarını çözmek için çaba harcayacağı duyuruldu. Ancak geçen zaman içinde konuyla ilgili ciddi adımlar atılmadığı gibi, arkasında uluslararası şirketlerin bulunduğu iç savaşlar yaşanmaya devam etti. Bu iç savaşların ardında yatan esas nedenin ise, uluslararası şirketlerin başta elmas olmak üzere yer altı kaynaklarının bölüşümüyle ilgili anlaşmazlıkları olduğu ortaya çıktı. Buna bir de George Soros’un Afrika’nın su kaynaklarına sahip olmak için harcadığı çabaları ilave ettiğimizde, Afrika’nın yeni dönemde farklı usullerle de olsa sömürge olarak kalmaya devam edeceği anlaşılmaktadır.
Afrika kıtasının bir başka önemli özelliği, Avrupa, Amerika, Rusya gibi güç merkezlerinden coğrafî olarak ayrılmış ve görece uzak olmasıdır. Bu yüzden 20. yüzyılda Afrika, başta İsrail olmak üzere birçok ülkenin gizli servislerinin çatışma ve saklanma üssü olarak kullanıldı. Sömürgecilik çağında devletlerarası oyunların en önemli merkezi olan Afrika, yeni dönemde de gizli devlet oyunlarının merkezi olmak zorunda kaldı. Birçok yer altı operasyonun organize edilmesinde Afrika topraklarından yararlanıldı. Özellikle Güney Afrika bu amaçlar için en çok yararlanılan ülke oldu.
Türkiye’nin Dünya Ufku ve Afrika
Türkiye işte böylesine ağır sorunlarla boğuşmak zorunda kalan bir coğrafyayı dış politikasının yeni açılım alanı olarak belirlediğini açıkladı. Şüphesiz bu adım ilk bakışta şaşkınlık uyandıracak bir karar gibi görünüyor. Afrika sorunu uluslararası bir sorun niteliğindedir ve kıtanın sorunlarının çözümü de ancak uluslararası bir koordinasyonla çözülebilir. Böyle bir coğrafyada Türkiye’nin neleri başarıp başaramayacağını, dahası hangi hedefleri göz önünde tutarak bölgeye açıldığını bilmek gerekir.
Afrika kıtasına hatırı sayılır bir dönem hükmetmiş ve buna rağmen bu kıtayı sömürülecek bir alan olarak görmemiş Osmanlı Devleti’nin vârisi olan Türkiye’nin, neden böylesi önemli bir coğrafyayı dış politikası için ancak 90’lı yılların sonunda değerli olarak görmeye başladığı da izahı güç bir konudur. Şüphesiz Türk dış politikasının, güvenlik eksenli düşüncelerle şekillendirilmesinin bunda büyük etkisi vardır. Türkiye’nin güvenliğini doğrudan tehdit edemeyecek kadar uzak bir coğrafyada yer alan Afrika, Türk hariciyesi için üzerinde fazlaca durulması gereken bir bölge olarak görülmedi. Türkiye bugüne kadar Afrika ülkeleriyle çeşitli temaslar kurdu ve ticarî ilişkilere girdi. Özellikle Kuzey Afrika ülkeleriyle Osmanlı döneminden beri devam eden tarihî bağlar bugüne dek korunmaya çalışıldı. Ancak Afrika’yla tek tek ülkeler yerine, kıtasal ve bütüncül bir ilişki kurma ihtiyacı son yıllarda ortaya çıktı.
Soğuk Savaş dönemi operasyonlarında kara kıtanın Atlantik ittifakının etki alanında kalabilmesi için Türkiye de operasyonlarda yer aldı. Somali operasyonu Türk halkının hafızasında Afrika ile Türkiye’nin bir arada anılabileceği önemli olaylardan biridir. Ancak bu tür operasyonlar, Türkiye’nin kendini merkeze alarak geliştirdiği jeopolitik stratejilerden ziyade, Soğuk Savaş koşullarına göre belirlenmiş Atlantik jeopolitiğinin çıkarlarını gözetmekteydi. Türkiye, Soğuk Savaş’ın izlerini taşıyan dış politika algısından son zamanlarda kurtulmaya ve kendini Avrasya’nın merkezî güçlerinden biri olarak görmeye başladı. Afrika’ya açılım politikası da Türkiye’nin bu özgüvenini yansıtmaktadır.
Orta Asya Tecrübesi
Türkiye ilk olarak Soğuk Savaş’ın bitimini izleyen günlerde Orta Asya’ya açılım yapmış ve Türk dış politikası bu açılımla yeni bir ufuk kazanmıştı. Ancak geçen zaman içinde Türkiye’nin bölgeye yanlış varsayımlardan hareket ederek yaklaştığı ortaya çıktı ve birkaç yıl içerisinde Orta Asya, Türkiye için tekrar kaybedilmiş bir coğrafya haline geldi. Bu açılımın başarısız olmasında en büyük etken, Türkiye’nin Turancı bir söylemle Rusya’nın nüfuzundan kurtulan bu ülkeleri kendi kolları arasına davet etmesiydi. Bölgenin kültürel ve tarihî gerçekleri neredeyse göz önüne alınmayarak, sanki Anadolu’nun doğal bir parçasıymış gibi görüldü. Sonuçta Türkiye’nin Orta Asya politikası hamasî söylemler arasında başarısızlığa uğramaya mahkum oldu.
Türk dış politikasının Afrika’da yapacağı açılımda belki de Orta Asya deneyiminden dersler alması gerekmektedir. Bölgeyi sömürmemiş bir imparatorluğun vârisi olmak, Türkiye için önemli bir avantajdır bu noktada. Ancak özellikle Kurtuluş Savaşı’nın Afrikalı toplumların özgürleşmelerinde oynadığı olumlu rolün Türkiye tarafından gereğinden fazla dile getirilmemesi gerekir. Türkiye-Afrika ilişkileri elbette bir tarihî meşruiyete ihtiyaç duyacaktır. Bu bağlamda Osmanlı Devleti’nin bölgede oynadığı önemli rol ve kıtanın Müslüman bölgeleriyle varolan tarihî bağlar yeterli bir meşruiyet sağlayabilir. 19. yüzyılın ikinci yarısından sonra Afrika’da çok sayıda bağımsızlık hareketinin bulunduğu ve Türk Kurtuluş mücadelesinden çok daha önce, Afrika’da bu mücadelenin başarısızlığa uğramak pahasına başlatılmış olduğu hatırda tutulmalıdır. Afrika bağımsızlığını Türkiye’den öğrenilmiş bir gerçeklik olarak sunmak, daha baştan Türkiye için olumsuz bir adım olacaktır. Bunun yerine Afrikalıya kendi tarihî ve kültürel gerçekliği içinde yaklaşılmalıdır.
Türkiye’nin Afrika’ya teknik olarak destek sağlayabileceği birçok avantajının var olduğu unutulmamalıdır. Türkiye bu üstünlüklerini Afrika’da kullanmak durumundadır. Özellikle sulama, baraj yapımı, bulaşıcı hastalıklarla mücadele, hidroelektrik santral yapımı gibi konularda Türkiye’nin Afrika’ya öğretebileceği birçok şey var. Türkiye bu kıtayı hiç sömürmemiş ve teknik yardım geleneğini de sömürgeci olmayan bir algı üzerine bina etmiştir. Avrupa ve ABD’nin teknik yardım geleneği kısa vadede maddî karşılık bekleyen bir gelenektir. Türkiye ise geleneksel olarak teknik destek sağladığı ülkelerde daha uzun vadeli amaçlar peşinde olmuştur. Afrika gibi sömürgecilik tecrübesi yaşamış bir coğrafya için Türkiye iyi niyetli bir dost olabilme hüviyeti taşıyabilir. Afrikalı ülkelerin sayısının ellinin üzerinde olduğu ve uluslararası platformlarda bu ülkelerin sahip olduğu oy potansiyelinin yüksekliği göz önüne alındığında, Türkiye’nin Afrika açılımının önemli getirilerinin olacağı unutulmamalıdır.
Paylaş
Tavsiye Et