MEDYANIN sürekli, hızlı ve değişken olma zorunluluğundan kaynaklanan bir sığlığa sahip olduğu muhakkak. Gazete, radyo, internet veya televizyon gibi iletişim araçları, ele aldıkları konuların bir gün sonra “gündem dışı” kalacağının fena halde farkında oldukları için fazla bir derinlik kaygısı gütmezler. Bu, kendi iç işleyişlerinin mantığına ters değildir; sermayeye dayalı her işletme gibi medya sektöründe faaliyet gösteren kuruluşlar da kârı temel amaç sayar. Bunun için hedef kitlede eşzamanlı bir etki oluşturabilmek, medyanın ticarî, kültürel ve siyasî gücünün tescil edilmesi, dolayısıyla kâra tahvil edilmesi bakımından önemlidir.
“Mübarek” Ramazan Medyası
Malûm, Ramazan ayı geldiğinde, inancımıza göre “şeytanlar bağlanır”; insanların Ahiret’e ilişkin duyarlılıklarında bir artış meydana gelir. Bununla birlikte Ramazan’da, toplumsal yaşamın esaslı bir göstergesi olarak medyaya baktığımızda, yazının girişinde sözü edilen medyatik yüzeyselliğin vahamet boyutuna ulaştığına şahit oluruz. En derini ney sesleri, semazen dönüşleri, “akredite” ilahiyat hocalarının harcıalem fetvaları, sır dizileri ve mevlit yayınları ile tebarüz eden medya Ramazanları, aslında “Allah dağına göre kar verir” şeklindeki atalar sözünün pek bir tecessüm etmiş hâlidir. Kalp gözünü açmak için kapalı tutması gereken televizyonu, evine değil kahvehaneye bile edeben sokmaması icap eden gazetesiyle Ramazan’ı bir günah çıkarma seansına dönüştüren Türk toplumunun genel dinî yaşantısı, muharref bir gelenek anlayışı ile karakterize olmuş durumda. Öte yanda ise bu Müslümanlara tevhidî bir nizamat vermeye kalkan modern teologlar, medyanın bir başka “mübarek” kullanım nesnesi olarak karşımıza çıkıyor. Buraya kadar medya Ramazanlarının iki başat unsuru tebellür etmiş oluyor: Kimin, hangi din projesinin hangi ayağında rol aldığı feraset sahiplerince az çok kestirilen modern allame sınıfı; ve televizyonda iftar-sahur vakitlerine, gazetelerde ise münhasır sayfalara “sığ”dırılmış dinî söylem ve görüntüler…
Peki bu iki ana unsur dışında medya ve Ramazan deyince hatıra gelen başka sığlıklar yok mu? Var elbette; hatta bir kısmını cehaletten neşet eden sığlıklarla izah edemeyecek durumdayız: “Oruç cinneti” provokasyonları, ezan sesinden ürkerek uyanan çıtkırıldım sosyetenin trajik(!) hâllerine yakılan medyatik ağıtlar… ilk akla gelenler. Tabii daha vahim olaylar arasında Fadime-Müslüm-Kalkancı tiyatrolarının, Sinagog-HSBC-İngiliz Konsolosluğu patlamalarının -her ne hikmetse- Ramazan ayında meydana geldiğini unutmak mümkün değil. Öyle ki, neredeyse son 10 yıldır Ramazan’a girerken, “bu kez nasıl zehir edecekler?” tedirginliği ister istemez sarıyor insanı. Bu Ramazan öncesi de, ABD Genel Kurmay Başkanı’nın “hilafet” sevgisini izhar ettiği konuşmanın ardından Fatih ve Hacı Bayram Camileri gibi mekanlarda pıtrak misali bitiveren Hizbu’t-Tahrirciler sahaya girmek için ısındırılıyor mu acaba? Ya da medyanın, failini “Delidir ne yapsa yeridir” gevşekliğiyle haberleştirdiği “bireysel” Kütahya suikastı, AK Parti-MHP-“Dağ Türkleri” üçgeninde gelişen ilişkilerdeki gerilimin Ramazan içinde daha da yükseleceğine bir işaret midir?
Modern Teologlar Post-modern Dizilere Karşı
İşin aslına bakılırsa, kısa vadede ve ânî etkileri olan bu tür medyatik teşhir ve tedhiş vakalarından daha vahimi, Ramazan’ın medyada ele alınış biçiminin beslediği “Ramazan Müslümanı” tipolojisinin meşruiyet kazanması, hatta makbul ve muteber dindar modeli olarak öne sürülmesidir. Bir nevî Ayşe Özgün Şov izleyicisinin idrak ve tefehhüm düzeyine demir atmış dindarlar topluluğu oluşturmaya doğru yol alan medya, Ramazan ayına girince, sair zamanlarda sergilediği “Rahmetli İsmet İnönü, riya olmasın diye Cuma namazlarını evde kılardı” ya da “Bu sene de Kurban Bayramı Hacc mevsimine denk geldi sevgili izleyiciler” kıvamını aratan icraatlara imza atabiliyor. Sır dizilerinin ve eli âsalı, sakalı takma evliya karakterlerinin kol gezdiği filmlerin işgaline uğrayan televizyon kanalları, aynı zamanda pozitivist teologlara hararetli fetvalar yayınlatarak, kaba ve post-modern mistisizmin dozunun fazla geldiği zamanlarda, izleyiciye “ayar” veriyor. Böylece, toplumun medyatik hurafelerle eğilen akide çizgisi, bu kez medyatik akademisyenlerin devreye sokuşturulmasıyla tersine bükülmüş oluyor.
Ramazan medyasının ya da medya Ramazanlarının genel karakteri olan dindar kisvenin ve suret-i hak pozisyonlarının riya ile en fazla harmanlandığı yerlerden birisi de, televizyonlarda -hatta daha çok muhafazakâr olanlarında- yayınlanan yardım program/propagandaları. Şöhreti/görünmeyi âfet kabul eden bir inancın mensuplarının, faraza âfetzedelere yardım ulaştırırken, bin bir zahmet ile ışık, kamera, tripod, şaryo, set malzemeleri, hatta ucuz aktör ve aktrisler filan taşımalarını da yardım faaliyetinin bir parçası mı sayacağız? Yoksa ne? Sağ elin verdiğini sol elin görmemesi, yoksulun duygularının dikkate alınması ve insanlık onurunun incitilmemesi gerekirken; “Bakın sevgili seyirciler, ‘Bilmem Ne’ programı sayesinde artık Küçük Merve’nin de bir bisikleti var!” türünden anonslarla bisikletin ya da her neyse o sözüm ona sadaka nesnesinin, “ekranları başında bizleri izleyen milyonlar”ın gözüne sokulmasının sebeb-i hikmeti nedir? Burada söz konusu olan, medyatik sığlıktan öte kapitalist yaşamın oyun kurallarının dindar sermaye tarafından da içselleştirilmesi ve tartışılmadan benimsenmesidir. Daha doğrusu, İslamî olanın bilgisine vâkıf olduklarını düşünen dindar sermayedarlar, piyasa kurallarının bu bilgi ile çelişmediğini ya da bu ikisinin birbirinden ayrı değerlendirilmesi gerektiğini düşünüyor olabilirler. Böylece sözde kıyasıya kınanan seküler/profan düzen ve onun dayattığı yapma-eyleme tarzı, iş medya dünyasına ve onu da içerisine alan ticarî yaşama gelince, meşruiyeti kendinden menkul bir argüman oluveriyor.
Dokunulması gereken bir diğer sorun, -dindar ya da değil- medyada Ramazan’ın içinin boşaltılarak “geleneksel eğlence ayı” şeklinde algılatılmak istenmesidir. Belediyelerin iftar çadırları kurmak veya Karagöz-Hacivat oynatmak gibi Ramazan’ın ruhuna ters düşmediği söylenebilecek uygulamalarının kısa zamanda rayından çıkması ve Petek Dinçöz-Kenan Doğulu konserlerine kadar tırmanması, Ramazan’ın bir festival dönemi olarak sekülerleşmesine hizmet eder oldu. Hatta iş, Leyle-i Kadirlerde Sultanahmet meydanında havai fişek patlatma toyluklarına kadar vardı. Bu cümleden olmak üzere, kandil programlarının da “mevlit ve Kur’an ziyafetleri” yerine yavaş yavaş popüler sanatçılara icra ettirilen “özgün” ilahi ve marşlarla “idrak” edilir olması şayan-ı dikkattir.
Netice-i kelam, sahih Ramazan geleneğine sahip çıkamayan toplumda, sığ medya, nevi şahsına münhasır bir Ramazan ve daha genelde din kült/ür/ü oluşturma yolunda cesaret kesbediyor. Ne desek buna; cahil cesareti mi? Yoksa “Halk bunu istiyo kardeşim” mi?
Paylaş
Tavsiye Et