PARİS’te Kasım başında patlak veren “göçmen isyanı” kentleşme, entegrasyon/asimilasyon, göç, sömürgecilik, ayrımcılık, işgücünün nitelik değiştirmesiyle ortaya çıkan sosyo-ekonomik ve etno-kültürel eşitsizlikler ile daha pek çok faktörün iç içe geçtiği bir sorunlar yumağının sökün etmesi aslında. Ancak ne tür bir analiz yapılırsa yapılsın, sömürgeciliğe ve ondan kerhen vazgeçilmesiyle başlayan göç dalgalarına değinmemek, konunun bir ayağını eksik bırakacaktır.
Bugün, İçişleri Bakanı Sarkozy’nin “ayaktakımı” nitelemesiyle ayağa kalkan Mağripli gençler, II. Dünya Savaşı sonrası azalan işgücünü takviye etmek ve ucuz emekten yararlanmak amacıyla eski sömürge topraklarından getirilen göçmenlerin torunları. De Gaulle’ün tarihe geçen, ünlü “Sizi anlıyorum!” tesellisinin(!) ardından (ki, o sırada Fransızların katlettiği Cezayirli sayısı bir buçuk milyonu aşmıştı!), Fransız sisteminin bir bakıma mekanlarını değiştirerek sömürmeye devam ettiği insanlar, üç nesil sonra, asla Fransız ulusunun aslî bir unsuru olamayacaklarını anlamış bulunuyor. Bugünkü tepki, dillere pelesenk edilen 1789’un “özgürlük, eşitlik, kardeşlik” üçlemesi içinde kendilerine yer olmadığını kesinlikle anlamış bulunan banliyö çocuklarının, kaybedecek bir şeyi olmayan insanlara özgü, karamsar ama kararlı karşılığıdır.
“Kızıl Kuşak”tan “Kara Kuşak”a Terfi(!)
1960-80 arasında, Fransızların “kızıl kuşak” dediği, kent çevrelerini saran işçi gruplarının tahliye/tasfiye edilmesi bir devlet politikasıydı. Çünkü daha önce komünizm tehdidine karşı alınan önlemler babında, Amerikan yönetimleri, kent çevrelerinde oluşmaya ve örgütlenmeye başlayan işçi sınıfını dağıtmak için “sanayisizleştirme” politikasını uygulamış ve sonuç da almıştı. Kırsal bölgelere taşınan ve geniş Amerikan coğrafyasına serpiştirilen endüstri kuruluşları, dolayısıyla işçi sınıfı, sendikalaşma ve kent merkezlerine nüfuz etme imkanını pek bulamadı. Amerikan tecrübesinden ilham alan Fransız politikası da, Paris, Lyon ve Marsilya’nın aralarında bulunduğu 8 tane “denge metropolü”nün çevresini işçi sınıfından arındırıp, onun yerine sömürgelerden taşınan “işsiz göçmenler”i ikame etmek şeklindeydi. Gel gelelim, banliyöler apayrı bir sorunun kaynağı oldu; “kızıl kuşak” çözülürken, yönetimin kendi elleriyle beline doladığı “kara kuşak”, metropollerin çevresini sardı. Üstelik daha önce sosyo-ekonomik bakımdan düşük yaşam koşullarına sahip olduğu için kendilerinden korkulan işçi mahallelerinin yerini, hem sosyo-ekonomik, hem de etno-kültürel açıdan farklılaşmış insanların gayri insanî şartlara mahkum edildiği gettolar aldı. Şimdiye kadar Mağripli göçmenleri, taşıdıkları etnik ya da dinî aidiyetler ile düşünmekten kaçınan yönetici elit, bir yandan “entegrasyon” sözcüğüyle meşruiyet kazandırmaya çalıştığı Fransız modelinin asimilasyon yeteneğine güveniyor; diğer yandan da, alışageldiği üzere, banliyö sakinlerini sosyo-ekonomik temelli sınıf kavramı içinde ele almayı sürdürüyordu. Bu konuda ilk ciddi kırılma, Fransız Devlet Konseyi’nin orta öğretim kurumlarında başörtüsü ile ilgili inisiyatifi okul yönetimlerine bırakmasıyla yaşandı. Başörtüsünün, yerel ölçekte ve kısmî de olsa, yasaklara maruz kalması, Müslüman göçmenlerin dinî kimliklerinin şekillenmesinde teşvik edici bir rol oynadı. Buna ilaveten, Cezayir’de İslamî Selamet Cephesi’nin ezici çoğunlukla iktidara gelmesi ve sonrasında çıkan iç savaşla, daha 1990’lı yıllarda Fransız tarzı entegrasyon modelinin nefesinin kesilmeye başladığı söylenebilir.
Fransız Modeli, Filistin Modeli
Fransız entegrasyon modeline üç nesil sonra ciddi bir karşılık veren göçmenler, etnik kimliğe dayalı gettolara tıkılmış olarak yaşamaya çalışıyor. Genel psikolojiye hâkim olan “sıkışmışlık” duygusunu aşmak için, özellikle gençler arasında -dinî pratik pek yaygın olmasa da- İslam, aidiyet temeli olması bakımından önemli bir üst referans niteliği taşıyor. Banliyö sakinleri arasında şimdilik inşa edici değil, direnişçi bir kimlik bilinci oluşturmaya yeten bu referansın hatırlanmasında, Soğuk Savaş sonrasında Cezayir, Bosna, Kosova, Somali, Afganistan ve Irak’ta Müslümanların başına gelenler ayrı bir yer tutuyor. Ancak Filistin intifadasının direnişçi, ateşleyici ve tetikleyici karakterinin etkisi hiçbiriyle kıyaslanamayacak kadar büyük oldu.
Ülkede baştan beri var olan, ama özellikle kentlerin metropolleşmesiyle eşzamanlı olarak yükselen bir başka yaklaşım da, kentlerin hızla genişleyen yasadışı alanlarının bu banliyöleri yutmasına göz yumulmasıydı. Öyle ki, İsrail-Filistin topraklarını birbirinden ayıran “utanç duvarı” kadar görünür olmasa da, Fransız metropollerinde kentin yasal ve yasadışı bölgelerini birbirinden ayıran çizgiler bulunuyor; dahası Fransız yönetimi bu sınırlarda, İsrail’in uygulamasına benzer şekilde, kontrol noktaları kurmuş durumda. Zaten isyanın fitili, 15 yaşındaki Bouna Traore ve 17 yaşındaki Zyed Benna’nın bu kontrol noktalarının birinden kaçarken sığındıkları trafoda elektriğe kapılarak can vermeleriyle ateşlendi. Ancak Fransız polisi, dünyanın pek çok metropolünde ve son zamanlarda İstanbul’da da sıkça görüldüğü gibi, kentin illegal platformlarına ilke olarak pek müdahale etmiyor. Zira uluslararasılaşmış/küreselleşmiş kentlerde, çoğunlukla yasadışı işleyen yabancı sermayenin ürkütülmemesi ve kara para akışının kesilmemesi için güvenlik ihtiyacından bir parça feragat edilmesi az rastlanır bir durum değil.
1789’dan beri modern dönemin pek tekin sayılmayan bir yeridir Fransa; ve bunun başlıca nedeni Paris’tir. Aydınlanma ile hedeflenen insan tipinin oluşması sürecinde, kimilerince modernite içinde bir sapma olarak görülen ulusçuluğun kıvılcımını Paris çakmıştı. 1830, 1848 ayaklanmaları ve Mayıs 1968 hareketinin de öyle… Avrupa’nın öncü ve simgelerinden olan bu kent, sürekli denetim altında tutulsa da, şartları her an çığırından çıkmaya teşne bir modernite laboratuarını andırıyor. İşte, kendilerine sürekli “Fransız vatandaş” kimliği enjekte edilen, fakat gerçekte sağcısıyla solcusuyla yönetici elitten kobay muamelesi gören göçmenlerin tıkıştırıldığı deney tüpleri, banliyöler patladı. Şimdi Almanya, Belçika, Hollanda, İngiltere, hatta İspanya ve İtalya gibi yoğun göçmen alan sabık müstemlekeciler de, Fransa modeli entegrasyon/asimilasyon deneyinin başarısız sonuçlarından, pür telaş ders çıkarmaya çalışıyor.
Paylaş
Tavsiye Et