Çocuğa dair bir dosya hazırlarken çocuğu, çocuktan dinlememek olmazdı. Her biri farklı bir dünya olan çocuklarla onların riyasız, rüya gibi dünyalarını ve de rüyalarını konuşmaya çalıştık. Tatillerinden çaldığımız bir cumartesi günü, Anlayış’a misafir olan bu büyümüş de küçülmüş insanlar Ali Pulcu’nun sorularına dolaysız, hesapsız ve naif cevaplar verdiler. Daha doğrusu, neredeyse hiç politika yapmadan, bildiklerini cevapladılar; bilmedikleri sorularda sustular.
Ali Pulcu: Önce Tuğçe Abla’dan başlayalım. En son gördüğün rüyayı hatırlıyor musun? Beğendiğin bir rüyayı anlatır mısın?
Tuğçe Nur: Hatırlıyorum, ama beğendiğim hiç yok.
AP: Peki Ahmet, sen şöyle bir “Örümcek Adam olsam” diyor musun?
Ahmet: Yok, benim idealim elektrik-elektronik mühendisi olmak. O işlerden anlıyorum. Bir sene elektrik işinde çalıştım. Ufakken de elektrikten hoşlanıyordum, arabaları kırıyordum ve yapıyordum.
AP: En çok neden hoşlandın çalışırken?
Ahmet: En çok yan keskiyle kabloyu, hani var ya bağlıyorlar böyle. Anahtara bastığında, ampul yanıyor. Sonra ustam dükkanı kapattı. Ondan sonra dericide çalıştım.
AP: Orada ne hoşuna gitti?
Ahmet: Astar tıraşlama. Bir hafta gittim, hemen kavradım. Sonra bir de amcam yapıyordu kenarı, bana veriyordu. Solüsyon da yapıyordum. Veriyordum, kenar yapıyorlardı. Deri mont yapıyorlardı. Deriyi götürüyordum sipariş veren yerlere; amcam akşam alıyordu parayı.
AP: Sen de para alıyor muydun?
Ahmet: Alıyordum. İlk gün gittiğimde 4 milyon, sonra 5 milyon, ondan sonra da 10 milyon verdi. Ondan sonra öğretmen ödev verdi, “50 tane hikâye okuyun” dedi. Amcamı aradım, “ben bir hafta gelemeyeceğim” dedim, “tamam” dedi. Sonra hikâye okudum. “Üç Nasihat”, en çok onu beğendim. Ömer Seyfettin’in… (Ahmet, ayrıntılı bir şekilde hikâyeyi anlatıyor.)
AP: Peki, az önce “Kırmızı Pabuçları okudum” demiştin Tuğçe Nur. Biraz anlatır mısın? (Tuğçe Nur, Kırmızı Pabuçlar’ı sonuna kadar anlatıyor.)
AP: Şimdi buradan ne çıkaracağız?
Tuğçe: O kadın zengin olduğu için illaki mutlu olmayacak ki! Allah’ın yarattığı nimetlere göre mutlu olmamız lazım.
Ahmet: Önemli olan zenginlik değil, gönül zengin olsun.
AP: Zeynep Abla hoş geldin, kaç yaşındasın?
Zeynep: Altı buçuk.
AP: Okula gidiyor musun?
Zeynep: Hı hı. İkiye…
AP: Peki ilk soruyu sana da sorayım. Gördüğünde “çok mutlu oldum” dediğin rüya var mı?
Zeynep: Var ama söyleyemem.
AP: Neden?
Zeynep: Çünkü şey, ben büyüyünce şair olacağım. Şirin Amca (Mustafa Ruhi Şirin’i kastediyor) bana bir tane defter vermişti. Bütün gördüklerimi ona yazdığım için hiç kimseye söylemiyorum; babama bile… Onun için.
AP: Şiirlerini Şirin Amca için yaz; ama gördüklerini söyle bize.
Zeynep: Ama çok ilginç. Şimdi bir kere ben bir yarışmaya katılıyordum; resim yarışmasına. Yarışmada ben böyle en güzel 62’den tavşan yapıyordum; sonra o canlanıyordu. Sonra hep oynuyorduk.
AP: Ahmet, baba olsaydın ne yapardın? Çocuklarına “okula git” mi derdin, “çalış mı” derdin, “oyna mı” derdin; ne yapardın?
Ahmet: İlk önce disiplinli yapardım.
AP: Nasıl yapardın?
Ahmet: İlk önce eğitirdim onları. 4-5 yaşına geldiklerinde ana okuluna gönderirdim. Bunların 5 yaşında hafızası bilgisayar gibi oluyor. Zaten yazmayı öğretirdim. İyi laflar, lan man olmadan öğretirdim ve büyüyünce iyi meslek sahibi olurlardı. Ve hayatlarını kurtarırlardı. Bana da yardımcı olurlardı.
AP: Tuğçe sen de anne oldun diyelim. Ne yapardın?
Tuğçe Nur: Onlara önce iyi bir terbiye verirdim. Sonra büyüdüklerinde okula yazdırırdım. Ben de iyi bir meslek sahibi olmalarına yardım ederdim.
AP: Peki sen anne olsaydın, çok kızar mıydın mesela?
Rengin: Yo, güzellikle derdim; kötü olarak demezdim. Çünkü onlar daha çocuk. Ben ona kızmam anne olsaydım. Hiç kimseye zarar vermemesini, trafik kurallarına uymasını…
AP: Annen sana “kızım trafik kurallarına uy” diyor mu?
Rengin: Evet. (Ağabeyi Ahmet gülüyor.) Bunda gülecek ne var?
Ahmet: Daha yaşın ufak, araba sürmeyi biliyor musun? Yo…
Rengin: Biliyorum.
AP: Zeynep Abla, sen anne olsan…
Zeynep: Ben düşünemem ki daha. Öyle bir şey gelmez aklıma.
AP: En çok seyrettiğin dizi ne Tuğçe?
Tuğçe Nur: Ben televizyon seyretmiyorum. Annem kaldırdı yaza kadar.
AP: Ahmet sen, seyretmeye fırsat buluyor musun?
Ahmet: Buluyorum. Eskiden Cüneyt Arkın’ın filmlerini…
AP: Peki Cüneyt Arkın mı güçlü, Örümcek Adam mı?
Ahmet: Onu bilemem. Bana göre Cüneyt Arkın; ama örümcek adam bir ağ atsa Cüneyt Arkın’ı…
AP: Malkoçoğlu’nu döver, diyorsun.
Ahmet: Evet.
AP: Peki 100 tane Bizanslıyı yeniyor da, bir Örümcek Adam’ı niye yenmesin?
Ahmet: Ama abartıyorlar bazen. Bir oraya takla atıyor, 50 kişiyi haklıyor; bir o tarafa atlıyor, 5 kişiyi dövüyor.
AP: Örümcek Adam da bir ağ atıyor, treni durduruyor.
Ahmet: Onu da abartıyorlar.
AP: Sen film çekseydin, nasıl bir şey çekerdin?
Zeynep: Şöyle bir şey çekerdim: İyi adamla kötü adam. Bir tanesi zayıf ama akıllı, bilgili. Güçlü olanın hiç aklı yok.
AP: Peki filmi nasıl bitirirdin?
Zeynep: İyi adamın dürüstlüğü, imanı öğretmesiyle.
Ahmet: İyiler her zaman kazanır.
Rengin: Kötü olan kazanmaz.
AP: Biz ağabeyler olarak buna amin diyelim. Şu an kaç yaşında olmak isterdiniz söyleyin bakalım sırayla.
Ahmet: 24.
AP: Neden?
Ahmet: 24 yaşında olsaydım, bir işyerimin olmasını isterdim. Elektrik-elektronik.
AP: Askerlik ne olmuş olurdu o zaman?
Ahmet: Askerden firar ederdim. 30 yaşında giderdim, askerler yakaladığında.
AP: Neden?
Ahmet: Öylesine. Ama vatanî görevimizdir; beni askerler yakaladığında gideceğim. Öyle daha zevkli oluyor.
AP: Askerliğin bitti, işini kurdun; sonra ne yapardın?
Ahmet: Bir güzel evlenirdim.
Tuğçe Nur: Ben ablamın yaşında olmak isterdim, 16 yaşında. İstediği zaman çoğu şeyi yapabiliyor.
Ahmet: Akıl yaşta değil, baştadır.
Rengin: Ben de 26. Öğretmen olmak istiyorum çünkü. Oradaki çocuklara terbiyeyi, küfretmemeyi, yalan söylememeyi öğretmek isterdim. En büyük günah, yalan söylemek. Hiç kimseye zarar vermemeyi, iftira atmamayı, hiç kimsenin hakkını yememeyi…
AP: Evde anneleri öğretmiştir belki…
Rengin: Bazıları öğretmiyor. Bizim sınıfta bazı çocuklar var; her Allah’ın günü yalan söylüyorlar.
AP: Öğretmen onlara öğretmiyor mu yalan söylememeyi?
Rengin: Bizim öğretmen, yalan söyledi mi sinirleniyor ve böyle vuruyor.
AP: Öğretmen mi size vuruyor?
Rengin: Yaramazlık yapanlara… Bir de kendi sinirli olduğu zaman dayanamıyor ki; bizim öğretmen de insan. Bizim okulda en iyi olan öğretmen bizim öğretmen.
Ahmet: Herkese göre en iyi, kendi öğretmenidir.
AP: Vurunca “öğretmenim vurmayın” demiyor musunuz?
Rengin: Yo, bir şey demiyoruz.
Ahmet: Öğretmen hem döver, hem sever.
AP: Öyle mi; ne kadar dövmesi lazım?
Ahmet: Yeri geldiği zaman. Mesela, uyardığı şeyleri tekrarladığımızda.
Zeynep: Ben de 30 yaşında olmak isterdim. Çünkü ben büyüyünce doktor olmak istiyorum. Belki insanlar böyle kalp krizi geçirir; belki fakir aileler olur, onların babaları ölmek üzeredir; eve ekmek getiren, para kazandıran… Yani bizim ülkemizin ayağa kalkması için onların ölmemeleri lazım, fakirlerin de zengin olmaları lazım.
AP: O zaman buradan başka bir konuya gelelim; sırayla söyleyin bakalım başbakan olsaydınız ne yapmak isterdiniz?
Zeynep: Çocuklar için, nasıl desem… Onlar için okullar kurardım.
Ahmet: İlk önce çocuklar için, mesela babaları veyahut da anneleri okula bırakmıyorsa, ikna ederdim. Ondan sonra derdim; “masrafların hepsi benden!” Sonra köyleri düzenli yapardım. Herkes eşit olurdu. Dayanışma içinde işyeri yapardım, onlar da işlerine kavuşurlardı; böyle alınlarının teriyle para kazanırlardı. Hırsızlık yapmaktan iyidir.
Tuğçe Nur: Ben öncelikle, mesela okula gidemeyen çocuklar var köylerde, gazetede okumuştum. Onlara yardım ederdim. Sonra okuyamayan, sokaklarda yatan, tiner çeken, tinerci olan çocuklara yardım ederdim; hastaneye götürürdüm.
AP: Peki, mutluluğun resmini yapın desem, ne çizerdiniz?
Zeynep: Mesela birisine yardım ediyorsun; işte aile hafızasını yerine getirmiş, böyle bütün aileler aynı hafızaya gelmişiz, bir tane aile çizerdim.
AP: Mutlu bir aile, mutluluğun resmi, öyle mi?
Zeynep: Hem evlerinde... Böyle hepsi yemeğe oturmuş, çok mutlular. Çünkü mesela eskiden fakirlermiş. Birisi onlara yardım etmiş, artık onlar mutlu olmuşlar.
Tuğçe Nur: Ben hiç düşünmedim, bilmem ki... Mesela şey olabilirdi. Herkes ölmüş cennete girmiş; orada mutlu yaşıyorlar.
AP: Peki dünyada?
Tuğçe: Belki bütün mutsuz olanların mutlu olduğu bir gün çizebilirdim.
AP: Bayram mı?
Tuğçe Nur: Ama bayramda mutlu olmayanlar oluyor. Bayram değil de, belki bir gün olurdu. Tüm mutsuz olanlar mutlu olurdu.
Rengin: Ben de mutlu bir aile çizerdim. Herkesin barış içinde olmasını isterdim. Bütün ailelerin el ele tutuşmasını isterdim. Hiç kimsenin eşiyle kavga etmesini istemezdim!
AP: Eşiyle etmesin; abisiyle nasıl olsun?
Rengin: Çok kötü değil; aslında biz eskiden ağabeyimle kavga ederdik, ama şimdi artık etmiyoruz. Çünkü artık büyüdük. Şöyle bir resim çizerim: Mesela bir tarafta bir çocuk çok fakirmiş, zengin oluyor; bir tarafta bir çocuğun canı çok sıkılıyor, bir tarafta bir çocuk Peygamberimizi rüyasında görüyor.
AP: Ahmet sen söyle bakalım. Ne çizerdin?
Ahmet: Hani dedi ya, Peygamber Efendimiz S.A.V… Ben Hz. Ali’yi rüyamda gördüm, etkilendim ondan. (Ahmet rüyasını anlatıyor.)
AP: Biraz da okuldan konuşalım; mesela okulda en sevmediğiniz şey ne?
Zeynep: Arkadaşlarımın bana yalan söylemesi.
Tuğçe Nur: Andımızı okumak; her gün gerek yok bence. Bazen çok soğukta yapıyoruz, bazen de çok sıcakta yapıyoruz. Eziyet oluyor.
Rengin: Şey, okulda derssiz durmak; hiç kimsenin böyle birbirine iftira atmaması…
Ahmet: Okulla ilgili, ben her şeyi seviyorum.(Bu arada Zeynep şiir okumak istiyor.)
Zeynep: “SAKARYA TÜRKÜSÜ” (N. F. Kısakürek’in 50 mısralık şiirinin tamamınıakıcı ve hatasız bir şekilde okuyor.)
AP: Aferin, hepinize çok teşekkür ederiz.
Paylaş
Tavsiye Et