ÜNLÜ Azeri şairi Bahtiyar Vahapzade, 12 Ocak 2006 tarihli Zaman’a verdiği mülakatta felç olduğunda tedavisi için İran’ın özel uçak gönderdiğini, Türkiye’nin ise geçmiş olsun dileğinde bile bulunmadığını söylüyor ve ekliyor: “80 yıllık yaşamım boyunca Farsları hiç sevmedim. Eserlerimde de bunu gösterdiğim halde bana sahip çıktılar”. Bu sözler, İran’ın bölgede sahip olduğu jeo-kültürel derinlik konusunda gösterdiği hassasiyeti teyit ediyor. Türkiye ise kendi iç sorunları yüzünden dış politika açılımlarında sınırlı bir hareket alanına sahip. Amerika’nın kıskaca aldığı İran, ‘radikal’ ve ‘devrimci’ niteliğine ve Şii kimliğine rağmen, Sünni çoğunluklu bölgede azımsanmayacak bir etki alanına sahip.
Türkiye ise önündeki yeni açılım alanlarına hâlâ ihtiyatla yaklaşıyor. Kürtlerin fiilî idaresi altındaki Kuzey Irak da dahil olmak üzere, Türkiye’nin yeni Irak’la ne tür bir ilişki geliştireceğinin hâlâ belirsizliklerle dolu olması bu ‘kararsız temkinlilik’ halinin göstergelerinden sadece biri. Fakat sorun Türkiye-İran rekabeti yahut çatışmasının ötesinde bir “ince güç” (soft power) siyasetini kullanabilme yeteneğine dayanıyor.
Kaba Güce Karşı İnce Güç
“İnce güç” kavramını ilk olarak 1980’li yıllarda kullanan Harvard’ın Kennedy Hükümet Fakültesi Dekanı Joseph Nye, uluslararası ilişkilerde ekonomik ve askerî yığınak yapmanın ötesinde farklı güç biçimleri bulunduğu düşüncesinden hareket ediyor. İstediğiniz bir şeyi elde etmenin üç temel yolu var: Karşınızdakini kaba kuvvetinizle tehdit etmek ve gerekirse savaşmak; karşınızdakini çeşitli biçimlerde satın almak; ve “ince güç” kullanarak ikna etmek. Nye’a göre ince güç, “istediğiniz bir şeyi, kaba güç kullanarak değil, başkalarının sizin hedeflerinizi kabul etmesini sağlayarak elde etmeniz”dir. Bu, karşı tarafı inandırıcı argümanlar ve rasyonel politikalarla ikna ederek mümkündür. Burada inandırıcılık ve ikna kabiliyeti temel güç unsurlarıdır.
“İnce güç” tabirini, Amerikanın dış politika alternatiflerini anlamak ve anlatmak için kullanan Nye, Amerika’nın inandırıcılık, ikna kabiliyeti ve cazibesini kaybettiğini, bunun maliyetinin ise hiçbir ekonomik göstergeyle ölçülemeyeceğini düşünüyor. Ona göre Amerika’nın Soğuk Savaş dönemindeki başarısını devam ettirebilmesi, Afganistan ve Irak gibi yeni ülkeler işgal etmesine değil, kaybettiği ince gücünü yeniden kazanmasına bağlı. Amerikan karşıtlığının küresel bir olgu haline geldiği bir dünyada Amerika’nın tercih edilen ve güvenilen bir siyasî güç olması artık mümkün değil. Amerikanın ince gücü, önemini her gün yitiriyor.
“Kaba güç”ün (hard power) tersine ince güç, askerî ve ekonomik güç göstergelerinin ötesinde farklı nüfuz ve çekim alanlarını ifade ediyor. İnce gücü pek çok unsur besler: Eğitim, üniversiteler, sanat, yazılı ve görsel medya, ülkeler arası forumlar, sivil toplum kuruluşları, ekonomik işbirliği platformları, film, şiir, edebiyat, tercüme eserler ve bir toplumun reel yaşamına ilişkin diğer bütün etki alanları.
İnce güç, bu organik üretim araçlarına doğrudan bağlıdır ve bu yüzden sivil bir niteliğe sahiptir. Burada STK’ların rolü, devletten daha önemli ve kalıcıdır. Devlet bu gücü tek başına üretemez ama onu yönlendirir, müspet bir değer olarak kullanır ve ona yeni gelişim alanları açar. Askerî ve ekonomik gücü ifade eden kaba güç, ince gücün tek başına garantisi değildir. Öyle olsaydı, kişi başına düşen gelir sıralamasında dünyada ilk on arasında bulunan Suudi Arabistan, Katar ve Kuveyt gibi Körfez ülkeleri, büyük bir ince güç temerküz edebilir ve bu, örneğin Suudi diplomasisi, Katar mimarisi yahut Kuveyt edebiyatı olarak ortaya çıkabilirdi. Tersinden baktığımızda askerî ve ekonomik imkanlar ince gücün yeter şartı olsaydı, İran sineması bugünkü başarısına hiçbir zaman ulaşamazdı. Her iki örnekte de inandırıcılık ve ikna kabiliyeti, askerî ve ekonomik gücün ötesinde değerlerin harekete geçirilmesini gerektiriyor.
Kısacası ince güç, bir ülkenin askerî ve ekonomik kuvvetinin dışında ürettiği bütün değer unsurlarını içerir. Kaba güçle ince güç arasında zorunlu bir oran ilişkisi yoktur. Kaba gücün varlığı, ince gücün garantisi değildir. Nye, sınırlı ekonomik ve askerî gücüne karşın etkin ince gücü olan ülkelere örnek olarak Kanada, Hollanda ve İskandinavya ülkelerini gösteriyor. Bu ülkeler, ürettikleri değerler, toplumsal organizasyon, eğitim ve uluslararası platformlardaki iş tutma biçimleri sayesinde kaba güçleriyle orantılı olmayan bir etki alanına sahipler. Örneğin Norveç, 4,5 milyon nüfusuyla küçük bir ülke; AB üyesi değil. Norveççe gibi hiç de yaygın ve popüler olmayan bir dil konuşuyor. Kişi başına düşen millî gelir açısından dünyanın ilk 5’i arasında ama Norveç’i ince güce sahip bir ülke haline getiren başka unsurlar var: Uluslararası yardım kuruluşlarında oynadığı aktif rol, Filistin sorunu konusundaki girişimleri, basın özgürlüğü, yolsuzlukla mücadele, çocuk ve insan hakları. Sermaye birikimi bu alanlarda başarılı olmanın belki gerek şartı; ama yeter şartı değil.
Bağlamsal Bir Unsur Olarak Güç
Mahiyet ve biçimi ne olursa olsun güç, bağlamsal bir şeydir. Gücün tanımı, içinde bulunulan şartlara göre şekil alır. Bu manada ‘mutlak güç’ diye bir şeyden bahsetmek mümkün değildir. Çünkü her güç iddiası, bir zaaf unsuru olmanın tohumlarını da içinde barındırır. Belirli bir tarihî yahut coğrafî bağlamda güç görünen bir nitelik, bir başka bağlamda karşımıza zafiyet olarak çıkabilir. Amerika’nın rakipsiz askerî gücü kaba kuvvet açısından bir avantajdır; ama ince güç açısından büyük bir zaaftır.
Her yıl onlarca ülkenin bütçesinden daha fazla parayı silaha yatıran bir ülkeye dünyanın başka yerlerindeki sıradan insanların sempatiyle bakması mümkün değil. 11 Eylül sonrasında yükselişe geçen Amerikan karşıtlığında Bush yönetiminin yanlış politikalarının yanı sıra, aşırı temerküz etmiş askerî gücün de önemli bir etken olduğunu göz ardı edemeyiz. Amerika’nın Afganistan ve Irak’ı işgal etmesine imkan tanıyan askerî gücü, dünyanın başka yerlerinde ekonomik ve siyasî hamleler yapmasına engel oluyor. Kısacası ‘mutlak güç’ diye bir şey varsa, bunun ne tür bedellerinin olduğunu da iyi hesap etmek gerekiyor.
Her halükarda ince güç ile desteklenip derinlik kazanmamış hiçbir kaba güç, kalıcı bir etkiye sahip olamaz. 13. yüzyılda Selçuklu ve Moğol askerî güçleri arasında kıyas kabul etmez bir fark vardı. O günleri yaşamış kişiler herhalde insanlık tarihinin bundan sonra Moğol eksenli olacağına inanırdı. Fakat daha bir asır geçmeden Moğol askerî gücü tarihe karıştı. Selçuklu, Osmanlı yahut Safevilerin tersine ince güçten yoksun olan Moğollar, geriye bir istila ve talan tarihi bıraktılar. Geçtiğimiz yüzyılda benzer bir kaderi paylaşan Hitler ve Stalin, aynı hataları işledi. Bugün dünyanın tek askerî süper gücü olan ABD benzer bir yolda ilerliyor ve kendisini var eden bütün olumlu değerlerini kaba gücünü korumak adına çar-çur ediyor.
Orta Doğu’nun Yumuşak Güç Merkezleri: Türkiye, İran, Mısır
Türkiye ve İran, zengin siyaset ve kültür tecrübeleri sayesinde Balkanlardan Orta Asya’ya uzanan coğrafyada ince güce sahip en önemli iki ülke. Arap dünyasında ince gücü en yetkin olan ülke, Mısır. İran bu gücünü, İran içindeki Farisi olmayan ve büyük çoğunluğunu Azerilerin oluşturduğu nüfus ile İran dışında Azerbaycan, Tacikistan, Afganistan ve Pakistan’da etkin bir şekilde kullanıyor. Fars dili ve şiiri, Şii maneviyatı, ehl-i beyt sevgisi, İran sanatı, minyatürleri, siyaset geleneği hepsi bir araya konduğunda derin bir etki alanı yaratıyor. İran’ın nüfuz alanı sınır komşuları değil, bu etkinin ulaşabildiği her yer.
Irak’taki yeni gelişmeler bu etki alanını artıracak ve derinleştirecektir. Orta Doğu’nun ve klasik Mezopotamya’nın merkezinde ilk defa Farisi olmayan, meşru ve muktedir bir Şii Arap gücünün yükselişi, bölgedeki Şii unsurların önemini arttırmanın yanı sıra, İran’ın ince gücüne de yeni açılım alanları sağlayacaktır. Bugün bir Azeri’nin, Afganlının yahut Tacik’in kendini mezhebî ya da kültürel manada ‘büyük Fars coğrafyasına’ ait hissetmesi, bu ince gücün etkisini gösteriyor. İran’daki Azeri milliyetçiliğinin ayrılıkçı bir hareket haline dönüşmemesinin ana sebepleri arasında İran’ın ince gücünü saymamız gerekiyor. İran’ın Vahapzade’ye sahip çıkması da bu stratejinin bir uzantısı. Aynı şekilde Türkiye’nin hâlâ bir “Şii stratejisi” geliştirememiş olması, bu alanda kullanabileceği köklü bir ince gücünün olmamasından kaynaklanıyor.
Orta Doğu coğrafyasına baktığımızda Mısır, Arap dünyasının ince güç merkezi olmaya devam ediyor. Firavunlar dönemi kadim Mısır’ından Müslüman Mısır’a uzanan tarihî serüvende Mısır halkı ve coğrafyası büyük bir derinlik kazandı. Edebiyatıyla, eğitim kurumlarıyla, devlet anlayışıyla, tarımıyla, mimarisiyle bu derinlik Mısır’a Arap dünyasında özel bir yer kazandırıyor. Necip Mahfuz’un Katar yahut Bahreyn’den değil de, Mısır’dan çıkmış olması bir tesadüf sayılamaz. Arap toplumunun kendine özgü derinliğini, inceliklerini, kırılma noktalarını, ihtişam ve sefaletini ancak bir Mısırlı bu kadar ustalıkla tasvir edebilirdi. Ne Kuzey Afrika’daki, ne de Körfezdeki Arap ülkelerinin bu tip bir derin güce sahip olma potansiyeli yok. Bu meyanda Mısır’la mukayese edilebilecek tek ülke Irak; fakat onun modern tarihi ve içinde bulunduğu kaos hâli şu anda böyle bir etkide bulunmasına imkan tanımıyor.
Türkiye’nin İnce Güç Alanları
Türkiye kendine has ince güce sahip bir ülke. Balkanlarda başlayan bu güç alanı, Orta Asya’nın içlerine kadar uzanıyor. Türkiye’nin bu bölgedeki ince gücünü askerî yahut ekonomik üstünlüğü değil, tevarüs ettiği tarih ve kültür derinliği sağlıyor. Balkanlardaki beş yüz yıllık tek bir Müslüman millet olma tecrübesinin her safhasında Osmanlı Devleti vardı. Onun bu coğrafyada bıraktığı derin izler, sahip olduğu ince gücün bir tezahürü. Bugün Saraybosna Başçarşıya’daki bir çay ocağında Türkçe Türküler söylenmesinin, Tetova’daki bir camide Türkçe ilahiler terennüm edilmesinin ana sebebi, Türkiye’nin tevarüs ettiği ince gücün etkisinin hâlâ devam etmesi.
Türkiye çarpık modernleşme sürecinde yönünü Batı’ya döndüğünde bu ince gücün ona sağladığı imkanlardan da büyük ölçüde vazgeçti. Osmanlı bakiyesi coğrafyanın Müslüman karakteri, Cumhuriyet elitinin hep uzak durmaya çalıştığı rahatsız edici bir gerçekti. Bu reflekslerini bugün de muhafaza etmekte direnen kesimler, Türkiye’ye yönelen ‘Arap sermayesi’ yahut ‘Arap turistleri’ karşısında benzer tepkiler veriyor. Askerî ve ekonomik ilişkilerin arkasında da bir ‘insan’ unsuru olduğunu görmezlikten geliyor ve ince gücün sermaye hareketlerindeki rolünü takdir edemiyorlar.
Oysa Balkanlar, Kuzey Afrika, Orta Doğu ve Orta Asya, sadece demografik yapısıyla değil, şuur ve tasavvur boyutlarıyla da Müslüman bir kimlik arz ediyor. Türkiye’nin ince gücünü kullanabilmesi, bu coğrafyayla olan ortak tarih ve kültür derinliğini siyasî bir program haline getirmesine bağlı. Türkiye bu coğrafyada ince güç oluşturmak için birtakım yapmacık projelere yönelmek ve kimilerinin yaptığı gibi, Türklerle Kırgızların yahut Arnavutların aynı DNA koduna sahip olduğunu ispat etmek zorunda değil. Paylaşılan miras, bu gücü yeniden harekete geçirmek için yeterli imkanları zaten sunuyor.
İnce Güç, Tarih ve İnandırıcılık Siyaseti
İnce güç açısından bu ortak tarihin önemini ne kadar vurgulasak azdır. Türkiye, Yunanistan ve Bulgaristan’la komşu olmasına ve uzun bir sınırı paylaşmasına rağmen, daha uzakta bulunan Bosna-Hersek, Makedonya, Azerbaycan, İran ve Irak ile daha köklü bir etkileşim alanına sahip. Bunun basit ama temel bir sebebi var: Tasavvur edilen ve inanılan coğrafyalar, harita üstünde çizilen sınırlardan daha güçlüdür. Türkiye bu anlamda hem ulus-devlet sınırlarının içinde yaşıyor, hem de bu sınırların ötesinde.
Öte yandan Türkiye gibi bir ülkenin, sahip olduğu ince güce ve onun yarattığı etki alanına bigane kalması fiilen mümkün değil. Bir zamanlar Yunus Emre ilahilerinin Balkanlarda gördüğü işlevi farklı bir bağlamda bugün İbrahim Tatlıses Arap ülkelerinde, İran’da ve İsrail’de görüyor. Şüphesiz Yunus Emre’nin yerini Tatlıses yahut Ebru Gündeş’in, ahi teşkilatının yerini uydu antenleriyle ulaşılan Türk TV’lerinin alması, Türkiye’nin yaşadığı kültürel sığlaşmanın bir tezahürü. Fakat bu aynı zamanda ince gücün etkisinin devam ettiğini gösteriyor. Sokaktaki vatandaşı, öğrencisi, öğretmeni, esnafı, çiftçisi, aydını, yazarı, akademisyeni ve diplomatıyla herhangi bir toplumu Türkiye konusunda bilgili ve bilinçli kılmanın en etkin yolu, sahip olduğumuz ince gücü harekete geçirmekten ve bunu bütün tarafların çıkarına uygun bir ilişki haline getirmekten geçiyor.
Anglosakson geleneğini takip eden Amerika, ince gücünü dünyada en etkili şekilde kullanan ülke. 20. yüzyılın başında Türkiye, Mısır, Irak ve Lübnan’da açılan Amerikan üniversiteleri, onlarca okul ve kültür merkezi, etkisini bir aşırdan fazladır derinden derine hissettiriyor. Bunun son örneği, Kuzey Irak’ta Kürtlerin idaresindeki Süleymaniye kentinde bir Amerikan üniversitesinin açılması. Bu üniversite, Lübnan ve Mısır’daki Amerikan üniversiteleriyle aynı işlevi görecek ve geleceğin modern, iki-dilli, fakat aynı zamanda Batılı, Amerikan yanlısı ve yabancılaşmış liderlerini yetiştirecek. Türkiye’nin kendi Kürt meselesinden dolayı bu bölgeye yönelik somut politika adımları atmaktan çekinmesi, başka ince güçlerin bölgede etkin hale gelmesine yol açıyor.
Türkiye, bölgesinde yeni bir inandırıcılık siyaseti başlatmak zorunda. Bunun olmazsa olmaz şartı, Türkiye’nin kendi içindeki özgürlükler sorununu çözmesi ve bölgeye bu mesajı verebilmesidir. Küreselleşerek küçülen, küçüldükçe sorunları büyüyen dünyada bir hikâye anlatmak yetmiyor. Çünkü herkesin bir hikâyesi var. Başkalarını sizin hikâyenizi dinlemeye ikna etmeniz, sizinkinin diğerlerinden neden daha iyi, anlamlı ve önemli olduğunu ispat etmeniz gerekiyor. Türkiye, Ermeni soykırım iddiaları yahut Kıbrıs konusunda kendi tezlerini anlatıyor; ama başkalarının bu anlatıma dikkat kesilmesini sağlayacak çalışmaları yapmıyor ya da yapamıyor. “Ekonomik ve askerî olarak güçlenelim; o zaman bu sorunlar kendiliğinden çözülür” demek, fantezi olmaktan öteye gitmiyor.
Türkiye, sahip olduğu ince gücün ona sağladığı imkanları yeniden keşfetmek zorunda. Bu Türkiye’ye, Avrupa’nın ortasından Asya’nın içlerine ve Afrika’ya kadar uzanan coğrafyada yeni açılım alanları sağlayacak ve onun bölgede bir istikrar unsuru olmasını sağlayacaktır. Bizim coğrafyamızda yaşayan insanlar, özellikle 11 Eylül hadiselerinden sonra Amerika ve Avrupa’nın yozlaştırıcı, köleleştirici ve yabancılaştırıcı ince ve kaba gücünden her gün biraz daha rahatsızlık duyuyor. Son tahlilde Türkiye, Mısır ve İran’ın ince güç alanlarını birbirlerine karşı değil, bölgeye yönelik tehditlere karşı kullanmaları gerekiyor. Bunun nasıl formüle edileceği ve hayata geçirileceği, önümüzdeki dönemin temel dış politika sorularından biridir. Fakat ince gücü oluşturan temel faktörler sivil bir nitelik arz ettiğinden, bu konu üzerinde herkesin kafa yorması gerekiyor.
Paylaş
Tavsiye Et