İSRAİLLİ bir askerin, HAMAS’a bağlı bir örgüt tarafından rehin alınmasının ardından patlak veren gelişmelerin ateşinin yükseldiği bir sırada Başbakanlık Başdanışmanı Profesör Ahmet Davutoğlu’nun Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad ile Şam’da baş başa görüşmesi, Türkiye’nin Temmuz ayı dış politika gündemine damgasını vurdu. Davutoğlu’nun ‘büyükelçi’ ve “başbakanlık özel temsilcisi” sıfatları ile gerçekleştirdiği bu görüşmenin amacı Filistin-İsrail çatışmasının tarafları arasında arabuluculuk yapmaktı. Medyanın “görüşme esnasında protokol kuralları çiğnendi” iddiası ile alevlendirdiği tartışma bir kenara bırakılacak olursa, bu ziyaretin AKP Hükümeti’nin geliştirmeye çalıştığı yeni Orta Doğu politikalarının sebep ve sonuçları açısından ilginç öğeler barındırdığı açıkça görülebilir.
Önce ziyaretin nedenlerini irdeleyelim: Bu görüşmeyi Türkiye’nin uzun süredir kurgulamaya ve yürütmeye çalıştığı genel Orta Doğu politikaları çerçevesinde ele almak daha doğru olacaktır. Görünürdeki tek neden bölgede yükselen tansiyonu biran önce durdurmaya yönelik adımların atılmasını hızlandırmak olmakla birlikte, “Türkiye’nin öncülüğünde bölge ülkelerinin ortak hareket ederek inisiyatif geliştirmelerini sağlamak” da görüşmenin nedenleri arasında sayılabilir. Bu yeni yaklaşımın ilk işaretleri Irak Savaşı öncesinde Türkiye’nin önayak olduğu, Irak’a komşu ülkeler toplantılarıyla verilmişti. Savaş esnasında ve sonrasında bölge ülkeleri ile yakın temaslar devam ettirilerek ve İslam Konferansı Örgütü’nde daha aktif tavırlar sergilenerek bu strateji kurumsallaştırılmaya çalışıldı. İran’ın nükleer enerji üretimi meselesi ile Filistin-İsrail çatışmasında kolaylaştırıcı bir rol üstlenildi ve son olarak da HAMAS ve Suriye temasları ile Türkiye’nin Orta Doğu meselelerinin çözümünde önemli bir rol alması yönünde çaba sarf edildi. Bütün bu girişimler göz önüne alındığında, Türkiye’nin Orta Doğu politikasında kısmen de olsa bir dönüşümün gerçekleştiğini isöylemek yanlış olmaz. Dolayısıyla bu görüşmeyi de esasında uzun süredir takip edilen “Türkiye’ye aktif ve özgün bir pozisyon kazandırma” gayretlerinin bir unsuru olarak değerlendirmek gerekir. Aksi takdirde yapılan tüm yorumlar, Türk medyasının dış politikada yapılan her yeni manevranın karşısına çıkardığı kısır fayda-maliyet analizlerine takılıp kalacaktır.
Soğuk Savaş döneminin statik yapısı ve ortak tehdit algılaması içerisinde Türkiye, Orta Doğu’ya karşı genellikle mesafeli politikalar izlemeyi tercih etmişti. Ancak 1991’de Sovyet tehdidinin ortadan kalkmasının ardından bölgeye yönelik daha aktif bir tutum sergileyebilme imkânına kavuşan Türkiye, Soğuk Savaş yılları boyunca izlenen rutin tavrın vücutta yarattığı kireçlenmenin etkisinde kalarak yeni politikalar geliştirmekte oldukça ciddi sorunlar yaşadı. Dolayısıyla Soğuk Savaş sonrası dönemin imkânları hızlı ve etkin bir şekilde değerlendirilemedi. Fakat 2003 Irak Savaşı ile birlikte yeni politikalar geliştirilmesi artık sadece imkânları değerlendirme gerekliliği olmaktan çıkarak bir zorunluluk halini almaya başladı.
Bu zorunluluğun en temel nedeni, zaten karmaşık bir bölge olan Orta Doğu üzerinde uzun süredir beklenen ve ABD’nin Irak işgali ile başlayan süreçle ilgilidir. 11 Eylül sonrası ABD, doğru veya yanlış, ahlakî veya gayriahlâkî, Orta Doğu rejimleri tarafından desteklendiğine inandığı “uluslararası terörizmi” kendi güvenliğine en büyük tehdit olarak belirledi. Bu çerçevede ortaya atılan “Büyük Orta Doğu Projesi” ve benzeri adımlar bölgede yaşanacak muhtemel altüst oluşların açık bir deklarasyonuydu. I. Dünya Savaşı’ndan beri kaos içinde bulunan Orta Doğu uluslararası sistemin en büyük gücünün birincil hedefi haline geliyorsa, bölgede taşların yerinden oynaması kaçınılmaz demekti.
Bu çerçevede Türkiye’nin uzun yıllardır sürdürdüğü politikalarda meydana gelen değişiklikler sadece bir tercih meselesi değil, bölgede ortaya çıkacak yeni oluşumlar içerisinde iyi bir yer tutarak, dönüşümü mümkün olan en yüksek oranda Türkiye’nin lehine çevirmeyi sağlayıcı araçlar elde etme mecburiyeti meselesidir. Diğer bir deyişle Türkiye, Orta Doğu’da başlayan sürecin kendi aleyhine sorunlar doğurmasını engellemek için bu oyun içerisinde merkezî bir konum elde etmeye çalışmaktadır. Daha önceki dönemlerde olduğu gibi bölgeyle ilişkileri mümkün olan en düşük düzeye indirerek risklerden kaçınma şansı yoktur. Orta Doğu’da yaşanacak yeni olaylar sadece bölgenin karmaşıklaş(tırıl)mış sorunlarının bir sonucu değil, bölge dışı bir aktörün tüm bölge üzerinde giriştiği ve sonucu şimdiden kestirilemeyen kapsamlı bir hareketin ürünü olacaktır. Bu şartlar altında Türkiye’nin bölgedeki olaylara uzak durma şansı elinden alınmış durumdadır. Kutusundan çıkana razı olmak gibi bir iradesizlik göstermesi, Türkiye’yi karmaşanın ortasında çırılçıplak bırakabilir.
Türkiye’nin, dış faktörlerin de devreye girdiği bir gelişmenin uzağında kalması mümkün olmadığı gibi, kendi başına hareket etmesi de düşünülemez. Her ne kadar Türkiye, özellikle askerî açıdan bölgenin en güçlü devletlerinden biri olarak gösterilse de, uluslararası sistemin tek süper gücünün de dâhil olduğu bir oyunda manevra alanını genişletebilmek için bazı aktörlerle işbirliği yapmak durumundadır. Bu noktada tartışma ABD ile birlikte hareket etmek veya etmemek argümanları arasında sürüyor. Fakat bu iki alternatif davranış tarzı da kendi içinde büyük riskler barındırıyor. Birinci durumda Türkiye kendi kaderini ABD’nin iradesine bağlı kılmak mecburiyetinde kalacaktır. Bu da Türkiye’nin tamamen edilgen olması anlamına gelecektir. ABD’nin asistanı ya da jandarması görevini yüklenmek Türkiye’nin geleceğini Amerika’nın iyi niyetine bağlamak demektir. İkinci durumda ise en önemli risk ABD ile karşı karşıya gelmektir. Böylesi bir risk de herhalde şu an için dünya üzerindeki devletlerden hiçbirinin arzu etmeyeceği bir durumdur. Yani neresinden bakılırsa bakılsın, her iki yaklaşım da birbirinin alternatifi olmadığı gibi çok ciddi riskler taşıyor.
Türkiye’nin bu noktada iki hatalı yaklaşımdan birini benimsemek yerine, ikisini birden hayata geçirerek bu yaklaşımların olası yan etkilerini kırma yoluna gittiği söylenebilir. Türkiye hem ABD ile birlikte hareket etmeyi, hem de ABD’nin ulaşamadığı noktalarda diplomatik etkinliğini artırmayı deniyor. Bu yolla amaçlanan, süreci dıştan değil içten takip etmek, dönüşümün her anına müdahil olmak ve her yeni çabada bir sonraki aşama için etkinliğini ve vazgeçilmezliğini arttırmaktır. Bu açıdan bakıldığında son dönemde gündeme gelen HAMAS ve Suriye temasları, belli başlı bir sorunu çözmenin ötesinde çok farklı aktörler arasında çok sayıda işbirliği ağları oluşturmak suretiyle, daha sonra ortaya çıkacak sorunlarda etkin ve vazgeçilmez olmanın araçlarını ele geçirmeye yönelik çabaların somut birer örneğidir.
Paylaş
Tavsiye Et