ÜLKEMİZDE “yüksek reel faiz” şikayeti bitmek bilmiyor. Haklıyız da. Zira 2001-2007 yıllarını kapsayan dönemde bütçeden faiz harcamalarına ayrılan kaynak tam 350 milyar YTL. Başka bir ifadeyle, yıl başına düşen kaynak israfı 50 milyar YTL ve bu para sayıca çok az insanın cebine giriyor. Bu boyutta bir sömürüyü işgalciler bile bir halka reva görmeye utanır. Şark kurnazlığına ve fırsatçılığa kaçmadan bu önemli konuyu anlamaya çalışalım.
Ancak önce bir çifte standarda işaret edelim. Son zamanlarda “kutsal kitaplarda haram kabul edilen ‘faiz’in AK Parti döneminde çok yüksek oranlarda kaldığı” şeklindeki iddiayı sıkça duyuyoruz. Dindar partiyi kamuoyunun önünde zor durumda bırakacağız ya... Her yol mubah. Tamam, İslam dini faizi (riba) yasaklar. Ancak bildiğim kadarıyla çağdaş iktisat teorisi faizi bir neden değil, sonuç olarak görür. Sebepler varken, faizi yok etmek mümkün değil. Tıpkı mikrobu öldürmeden ateşi kalıcı olarak düşürmenin mümkün olmadığı gibi. Örneğin Japonya kapitalist bir ekonomi. Ancak yıllardan beri faiz sıfır düzeyinde idi (Gerçi bu da kapitalizmin kendi içindeki başka bir çelişkisinin, durgunluğun sonucu). Türkiye’deki faizin nedeni, kurulan vahşi kapitalizm, yani iç sömürgeciliktir. Başka bir analizi gerektiren bu boyutu bir kenara bırakalım ve bu yazıdaki esas konuya dönelim.
İlk soru şu: Faizler halen göreceli olarak yüksek; ancak faiz sömürüsü krizden beri iyiye mi, kötüye mi gidiyor? Cevap: İyiye gidiyor. Tabloda 2001-2007 arasında faiz harcamalarının toplam bütçe gelir ve harcamaları ile GSMH içindeki yüzde payları veriliyor. Faizin gelişimini bence en sağlıklı olarak ölçmek bu üç oransal analiz sayesinde mümkün. Burada faizin ekonomi üzerindeki yükünün nasıl hızla azaldığı açıkça görülüyor. Faizlerin toplam bütçe gelirinden alıp götürdüğü pay %80 eşiğinden bugün %27’lere, toplam harcamaların içindeki payı da %50’den %25’lere gerilemiş. Hele GSMH içinde teşkil ettiği %23’lere varan utanç verici pay, 2006 sonunda %8’lere kadar geri çekilmiş. Burada açık bir başarı hikayesi göze çarpıyor.
Peki reel faizlerin (borçlanma maliyetlerinin) mevcut düzeyi hakkında ne demeliyiz? Bu sorunun cevabını Türkiye’nin kendi içindeki gelişmelere göre ve diğer benzer ülkelerle mukayese yaparak iki aşamalı olarak vermek mümkündür. Önce Türkiye’nin kendi içindeki gelişmelere göre bakalım. 2003-2006 arasında hem nominal hem de reel faiz oranlarındaki düşüşün ne kadar çarpıcı olduğu grafikte açıkça görülüyor. Krizin başında reel faizler %34, nominal faizler ise %96’lar civarında idi. 2006 sonunda reel faizler %8, nominal faizler ise %18 bandına kadar geri çekilmiş oldu. Demek ki, kendi içimizde geçmişle mukayese edildiğinde, faizdeki düşüş oldukça çarpıcı. Ancak 2003 yılından sonra hem reel hem de nominal faizlerdeki düşüş eğiliminin hız kestiği ve faizlerin daha fazla düşüşe direnç göstermeye başladığı da dikkat çekiyor. Bunun iki temel nedeninden ilki, yapısal katılıklar nedeniyle enflasyonun direnmesi; diğeri de uygulanmakta olan IMF programının katkısı azalırken, yan etkilerinin artan “risk primi olarak” faizlere yansımasıdır. Yeni kurulacak hükümetin bu konuda nasıl bir “ezber bozma” operasyonu yapacağı yakında anlaşılacak.
Diğer ülkelerle mukayeseye geçmeden önce bir soru daha: Faizin bu kadar düşmesi yeterli mi? Bunun cevabını verecek bir otorite şimdilik yok! Ancak millet olarak bizim, genelde piyasa kavramıyla, özel olarak da para ekonomisi (ölçme ve değerlendirme, bütçeleme vs.) ile sorunlarımız var. Bu yüzden, bu önemli sorunun cevabını ortaya koyarken önce çok basite indirgenmiş yalın bir faiz analizi sunalım.
Faize piyasa, yani arz ve talep karar verir. Gücünü kanunlardan alan itibarî para, aslında reel ekonomide karşılığı olduğu sürece anlam ifade eder. Bu bağlamda para da aslında alıcısı ve satıcısı olan bir ‘mal’ gibi düşünülmelidir. Bunun, çağdaş iktisat doktrininde ‘faiz’ dediğimiz bir fiyatı vardır. Paranın arzına, 2001 yılında iyice otonom hale gelen Merkez Bankası (MB), çeşitli teknik göstergelere göre bağımsızca karar verir. MB’nin kilit görevi fiyat istikrarını sağlamak olduğuna göre, bütün dikkatini buna vermesi gerekir. Elbette bizim gibi gelişmekte olan ülkelerde MB’nin sadece enflasyona odaklanıp, büyüme ve istihdam ihtiyaçlarını tümüyle göz ardı etmesi düşünülemez. Ancak MB zaten enflasyon hedefini hükümetle beraber belirlediğinden, zımni olarak istihdam ve büyüme hedeflerinin de hesaba katıldığını kabul etmeliyiz. Dolayısıyla bir defa enflasyon hedefi belirlendikten ve açıklandıktan sonra kimse çıkıp da MB’ye “Neden bu hedefe kilitlendin?” diye sormamalıdır.
Öte yandan paraya olan talebi de gelir, fiyatlar genel düzeyi ve faizleri de içermek üzere alternatif kazanç imkanları belirliyor. Gelir ve enflasyon arttığında alış-veriş saikıyla elimizde daha çok likidite tutmak isteriz. Ancak faizler artınca para, genel eğilim olarak cepte tutulmaz; alternatif kazanç araçlarına yatırılır.
İşte böylece para arzı ve talebi arasında para piyasası dengesi oluşur. Elbette ki, arz ve talepteki değişimler piyasa faiz oranını etkiler. Ancak burada etkilenen sadece nominal faizlerdir. Reel faizlerde oluşan etki, geçici kalmaya mahkumdur. Ekonomide “nominal (parasal) değişkenler aracılığı ile reel değişkenler (istihdam, üretim, refah, alım gücü) kalıcı olarak etkilenemez” şeklinde, klasik iktisatçıların sıkı sıkıya sarıldığı bir prensip vardır. Türkiye uygulaması bunu doğrular niteliktedir. Dolayısıyla “bas parayı, çöz sorunları” kültürünün fazlaca kirlettiği ülkemizde bu prensibin dikkatle kavranması gerekir. Para basarak aktörler üzerinde oluşturulan illüzyon ve bundan merkezî idarenin elde edeceği kazançlar, uzun vadeli Phillips Eğrisi analizinde de gösterildiği üzere, son derece geçici olmakla kalmaz; daha büyük bir yıkım olarak geriye döner.
Sonuç olarak, uzun vadede piyasadaki reel faizlerin düzeyini ulusal tasarruflar ile bu tasarruflara olan talep belirler. O halde, mevcut reel faizin düzeyini kavramak ve başka ülkelerle kıyaslamak için Türkiye’deki riskleri, enflasyon direnişini ve beklentileri, tasarruf-yatırım arasındaki makası ve mevcut borç stokunu dikkate almak gerekiyor. Benzer ülkelerle mukayese yapıldığında ise Türkiye’nin reel faizinin yüksek kaldığını söylemek mümkün. Bunun analizini ise bir başka yazıya bırakalım.
Paylaş
Tavsiye Et