OSMANLI’NIN son döneminden itibaren anayasacılık, modernleşme sürecinin mütemmim cüzü olarak görülmüştür. Anayasalara, devlet seçkinlerinin kafalarındaki model etrafında toplumu biçimlendirme ve seçkinlerin hegemonik statülerini sürdürme şeklinde iki temel işlev yüklenmiştir. Anayasalar bu işlevleri yerine getiremez hale geldiğinde siyasi sürece müdahale yoluyla yenileri hazırlanmıştır. Bu şekilde hazırlanan anayasalar, güç ilişkilerini demokratik iradeyi sürekli vesayet altında tutacak şekilde düzenlemişlerdir. Kendilerini anayasayı yapan “asli kurucu iktidar” olarak gören elitler, sürekli yeniden ürettikleri iktidar ilişkilerinde hegemonik konumlarını, meşruiyeti tamamen kendinden menkul söylem ve araçlarla pekiştirmişlerdir.
Egemen Anayasayı Yapandır
Bu esasen anlaşılabilir bir durumdur; çünkü anayasal kuralları koyanlar gerçekte egemenliği kullananlardır. Egemenlik bazen kural koymak, bazen de kuralları askıya almak yoluyla kendisini dışa vurur. Hukukun askıya alındığı istisnai durumlarda egemenin kim(ler) olduğu da ortaya çıkmaktadır. Egemen, Carl Schmitt’in ifadesiyle, “istisnaya karar veren”dir. Hukukun askıya alınması, bazen de hukukun içinden, doğrudan hukuk kurallarına başvurulmak suretiyle ve yargı eliyle yapılabilmektedir. Son cumhurbaşkanlığı seçiminde yaşanan kriz, ilan edilmemiş bir istisna halinde o ana kadar uygulanmış anayasal hükümlerin askıya alınması olayıdır. Bu kuralları askıya alanlar ve alınmasına şu ya da bu biçimde katkıda bulunanlar, demokratik irade karşısında konumlanan kurucu siyasi iradenin yansımalarıdır. Ancak, bu istisna halinin normale dönmesi için atılan adımlar demokratik anlamdaki asli kurucu iktidarın, yani halkın, oyuna dâhil olma iradesini de beraberinde getirmiştir.
Şimdi bütün mesele, egemeni ve egemenliği sivil ve demokratik parametreler üzerinde yeniden inşa edebilecek, istisna halinden çıkarak normalleşmeyi sağlayabilecek bir siyasi iradenin ortaya çıkıp çıkamayacağıdır. Bunun ilk adımı, mevcut güç ilişkilerini ve egemenlik yapısını yapıbozumuna (deconstruction) uğratacak bir siyasi ve entelektüel çabanın gösterilmesidir. Siyasilere düşen görev, asli kurucu iktidarın temsilcisi olduklarının farkına vararak anayasal kuralları yeniden düzenleme iradesini göstermektir. Entelektüellere düşen görev ise mevcut anayasal düzenin aslında demokratik olmadığını, vesayetçi bir içerik taşıdığını, her türlü vesayetçiliğin de kaçınılmaz olarak despotik olduğunu ortaya koymaktır. Bu iki çaba birleştiğinde, sivil ve demokratik bir anayasa arayışı başarıya ulaşabilir.
Bu tür bir “zemini hazırlama” aşamasından sonra, “Nasıl bir anayasa?” sorusuna cevap aramak gerekiyor. En başta ‘sivil’ bir anayasa deniyor. ‘Sivil’ sıfatının anayasa bağlamında çağrıştırdığı iki anlam vardır. Birincisi, anayasanın askerî müdahaleler sonucu değil, demokratik süreç içinde ortaya çıkan sivil iradenin eseri olarak hazırlanmasıdır. Burada maksat, anayasanın üniformalı olmayanlar tarafından yazılması değildir. Zaten bizdeki tüm anayasalar büyük ölçüde ‘sivil’ anayasa profesörleri veya hukukçular tarafından yazılmıştır. Sivil anayasa, özgürlük, eşitlik, hoşgörü, demokrasi, çoğulculuk ve hukukun üstünlüğü gibi değerleri özümseyen ve bunun mücadelesini veren kişiler tarafından hazırlanan anayasadır. ‘Sivil’ sıfatının ikinci anlamı, anayasanın içeriğine ilişkindir. Burada da seçkinci vesayeti dışlayan, sivil otoritenin üstünlüğünü hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak şekilde tesis eden, halkı siyasetin öznesi olarak kabul eden ve temel hak ve özgürlükleri siyasi iktidar karşısında teminat altına alan bir anayasanın hazırlanması söz konusudur.
‘Sivil’ sıfatının bu iki çağrışımı da son tahlilde toplumsal çoğulculuğu hem hazırlanışı hem de muhtevası bakımından yansıtacak bir anayasanın varlığına işaret etmektedir. Anayasa, toplumu oluşturan tüm bireylerin ve grupların mümkün olan en geniş katılımıyla hazırlanmalıdır. Bu katılım, anayasa taslağının hazırlanmasına katkıda bulunmaktan, ortaya çıkan taslağı eleştirmeye, öneriler sunmaya ve nihayet referanduma sunulduğunda oy verme ya da vermemeye kadar farklı şekillerde ortaya çıkabilir. Muhteva bakımından da anayasa, toplumsal çeşitliliği muhafaza etmeye yönelik hükümlere yer vermelidir. Bu bağlamda en önemli kavram siyasal tarafsızlıktır. Bu ilke gereği, devletin kapsamlı bir ideolojiyi resmî olarak kabul edip herkesin ‘iyi’ anlayışını bu ideoloji çerçevesinde tanımlamaya kalkışmaması ve toplumda mevcut olan farklı ve çoğu kez birbiriyle çatışan ideolojiler, dünya görüşleri, inançlar ve değerler karşısında eşit mesafede durması gerekmektedir. Devlet adına hareket eden ve nihai hakikatin sihirli küresini elinde tuttuğunu söyleyen kişilerin şekillendireceği anayasal düzende çoğulcu ve özgür bir demokratik yaşamın yeşermesi mümkün değildir. Kısacası sivil anayasa, ‘özcü’ yaklaşımlardan uzak bir şekilde toplumun tüm fertlerinin kendi ‘iyi’ anlayışlarını ve değerlerini oluşturabilecekleri ve buna uygun olarak yaşayabilecekleri bir siyasal/hukuksal vasatı hazırlayan anayasadır. Bu öneriyi bazıları, içi boş ‘prosedürelizm’ olarak niteleyebilirler. Ancak, unutmamak gerekir ki toplum genellikle heterojendir; temel tercihleri ve değerleri birbiriyle çelişen bireylerden ve onların kurdukları gruplardan oluşmaktadır. Böylesi bir toplumda, rakip ‘iyi’ anlayışlardan birini devlet eliyle benimseyerek “resmî iyi” haline getirmek, kaçınılmaz olarak diğerleri aleyhine bir durum yaratacaktır. Bu da sivil anayasanın mantığına aykırıdır.
Jüristokratik Değil, Demokratik Anayasa
Sivil anayasanın kuracağı siyasal düzende polis ve asker gibi güvenlik güçleri üzerinde demokratik siyasi otoritenin üstünlüğünün ve denetiminin tam olarak sağlanması gerekmektedir. Elbette, bu sadece anayasa değişikliğiyle gerçekleşebilecek bir şey değildir. Bunun için, asli kurucu iktidar ve egemenlik paradigmalarında radikal bir dönüşüme ihtiyaç vardır. Anayasa’yla atılacak adım, demokratik yollarla işbaşına gelenlerin iktidarını bürokratik iktidar karşısında güçlendirmek olabilir. Bürokratik iktidar, silahlı güçlerin yanında, silahsız ancak bazen çok daha etkili ve belirleyici kurumları da kapsamaktadır. Sözgelimi, demokratik ülkelerde “karşı çoğunlukçuluk” ve “demokrasi açığı” gibi sorunlar yarattığı için meşruiyeti tartışılan anayasa yargısı, bizde ciddi bir iktidar kaynağı olarak varlığını sürdürmektedir. Cumhurbaşkanlığı seçimi odaklı son siyasi krizde Anayasa Mahkemesi, “negatif yasa koyucu” işlevinin de ötesine geçerek, bir anlamda Anayasa’ya yeni bir hüküm eklemiş ve “pozitif yasa koyucu” olarak parlamentonun yetkisine ortak olmuştur. Böylece, Anayasa Mahkemesi bir anlamda kimin cumhurbaşkanı olamayacağına karar vermiştir. Bu, jüristokrasinin (yargıçlar iktidarı) zirvesidir. Karara tepki olarak çıkarılan ve cumhurbaşkanının halk tarafından seçimini öngören anayasa değişikliği karşısındaki yargısal tavır da, görünenin aksine, jüristokratik iktidarı pekiştirici niteliktedir. Anayasa Mahkemesi, anayasa değişikliğine dair kanunu iptal etmeyerek, hem kurumsal meşruiyetini tartışılır olmaktan bir ölçüde kurtarmış hem de bu tür hayati konularda son sözü söyleyen kurum olarak iktidarını bir kez daha görünür kılmıştır. Bu nedenle, muhtemel bir yeni anayasanın, bu derece aktivist, müdahaleci ve siyaseti sınırlayan bir kurumun oluşumunda ve işleyişinde demokratik meşruiyeti sağlamaya dönük değişiklikler yapması kaçınılmazdır. Yapılması gereken ilk düzenleme, anayasa yargısına yer veren demokratik ülkelerde olduğu gibi, Anayasa Mahkemesi’ne üye seçiminde parlamentoyu belirleyici kılmaktır. Mahkeme üyelerinin en az yarısını parlamento seçmelidir. Mahkemeye üyelik belli bir süreyle sınırlandırılmalı ve Mahkeme’nin Meclis kararları üzerindeki denetim yetkisi daraltılarak aktivist eğilimleri törpülenmelidir.
Çoğunluğun idaresini mümkün kılan bir anayasanın, aynı zamanda bu idarenin olası despotizmi karşısında azınlıkta kalanları, hatta bizzat çoğunluk mensuplarını, koruyucu mekanizmalara da yer vermesi gerekir. Bu bir paradoks değildir. Yönetimin temel hak ve özgürlükler temelinde sınırlandırılan çoğunluğa bırakılması, modern anayasal demokrasilerin esasıdır. Bizde 27 Mayıs müdahalesinden sonra azınlığın yönetme ve vasilik hakkını korumak gerekçesiyle çoğunluğun iktidarına, birkaç parantez arası dönem hariç, izin verilmemiştir. Bu nedenle anayasal demokrasinin ikinci ayağı sürekli topal kalmış, bu da beraberinde demokratik meşruiyet sorununu getirmiştir. Aslında bu terkibin ‘anayasal’ ayağını oluşturan temel hak ve özgürlüklerin korunmasında da sıkıntı vardır. Laiklik ve bölünmez bütünlük gibi kavramların militanlaştırılması sonucu hem siyasal alan ciddi şekilde daraltılmış, hem de keyfî bir şekilde tanımlanan “kamusal alan” kavramıyla yasakların alanı genişletilmiştir. Devlet seçkinlerinin gerçek ya da kurmaca korkularından beslenen bu yasaklar, vesayetçi rejimi pekiştirmekte, dolayısıyla siyasi rejimin anayasal ve demokratik niteliklerinin içini boşaltmaktadır.
Anayasa, Yargıçların Yorumuyla Somutlaşır
Belirtmek gerekir ki, özgürlükler alanını genişleterek anayasal demokrasiyi normalleştirmek, sadece yeni bir anayasa yapmakla mümkün olmayacaktır. Anayasadan beklenen faydanın elde edilmesi, onu yorumlayıp uygulayacakların demokratik ve çoğulcu değerleri özümsemelerine bağlıdır. Amerikan Yüksek Mahkemesi yargıçlarından Charles Evan Hughes’un “Bir anayasaya bağlıyız; ancak anayasa, yargıçlar ne diyorsa odur” sözü, yorumun gücünü ve belirleyiciliğini vurgulamaktadır. Türk Anayasa Mahkemesi’nin tarihî “367 kararı”ndan sonra, bu sözün ne kadar isabetli olduğu bir kez daha anlaşılmıştır. Bu kararıyla Mahkeme, Nietzsche’nin “Olgular yoktur, sadece yorumlar vardır” sözünü de doğrulamıştır. Anayasa yargıçları, cumhurbaşkanı seçiminde yıllardır olgusal bir gerçeklik olarak gördüğümüz toplantı nisabının gerçekte bir “yorum”, dahası “yanlış yorum” olduğunu göstermiştir. Bu durumda ne kadar özgürlükçü ve demokratik bir anayasa hazırlanırsa hazırlansın, anayasayı yorumlama ve maddelerinin ne anlama geldiğini bağlayıcı bir şekilde açıklama yetkisine sahip anayasa yargıçlarının, yetkilerini kullanırlarken anayasa koyucunun iradesine ve anayasanın koruduğu temel haklar, hukukun üstünlüğü ve demokrasi gibi değerlere sadık kalmasını beklemekten başka çare yok gibidir.
Sonuç olarak, modernleşme serüveninin içinde bulunduğumuz keskin dönemecinde Türk siyaseti çetin ve çetrefil bir imtihanla karşı karşıyadır. Siyasi aktörlerin sivil anayasa taahhüdü, toplumsal zeminde yoğun bir karşılık bulmuş ve ciddi bir beklentiye dönüşmüştür. 22 Temmuz 2007 seçimleri sonrasında toplumsal çeşitliliği yatay ve dikey boyutlarıyla yansıtan yeni parlamento bir “Kurucu Meclis” gibi çalışarak, yeni Anayasa’yı hazırlama misyonunu yüklenmiştir. Siyasetin anayasa imtihanında karşılaşacağı en büyük güçlük, sivillerin anayasa yapamayacağına dair kökleşmiş inançtır. Bu güçlük, ancak basiretli, ferasetli, kararlı ve en önemlisi cesaretli bir siyasi aklın gücüyle aşılabilir. Umarız siyaset, yeni bir akıl tutulması yaşamadan bu tarihî misyonu başarıyla tamamlar.
Paylaş
Tavsiye Et