Şark meselesine kadar uzanıp güncel Kürt sorununun arkasındaki “İngiliz parmağı”nı keşfederek rahatlamaya çalışmıyorum.
“Halamın bıyıkları olsa, amcam olurdu” türünden baştan temelsiz bir varsayımın peşine düşmek niyetinde de değilim. Sadece istihbarat; düşmanı yanıltma, manipüle etme ve birbirine düşürme konusunda eşsiz bir tarihî birikimin mirasçısı olan İngilizlerin böyle bir sorunla karşı karşıya kalmaları halinde neler yapacaklarını merak ediyorum.
Ya da sadede gelirsek; Kürt sorunu ile baş etmede bu topraklara özgü birleştirici dinamiklerden yararlanmakta başarısız olduğumuz açık. Peki, çerçeveyi daraltarak, terörle mücadelede, hatta daha da daraltarak PKK ile mücadelede İngilizlerin adadaki ya da sömürge topraklarındaki isyanlara karşı kullandığı yöntemlerden niçin yararlanmıyoruz?
Bakın, dağ gibi arkamızda durduğu halde sırtımızı döndüğümüz için devre dışı bıraktığımız Osmanlı’nın imparatorluk tecrübesinden bahsetmiyorum bile.
İster yanlış anlaşılma kaygısı deyin, ister nostaljiye dalıp konuyu dağıtma korkusu…
Bu seferlik ‘Osmanlıca’ değil, ‘İngilizce’ yöntemler öneriyorum.
Kara Kuvvetleri Komutanı İlker Başbuğ, devletin “dağa çıkma”yı engelleyemediğini söylemişti. Bu, bir bakıma PKK ile mücadelede başarılı olunamadığının üstü kapalı itirafı sayılabilir. Dahası, terör ya da terörist ile mücadelenin çoğu zaman iki ayrı olgu şeklinde ele alınması zarureti ve daha genel olan terörle mücadele konseptinin salt askerî boyuttan müteşekkil olmadığı artık bütün yetkili aktörler tarafından kabul ediliyor.
Siyasal, ekonomik, sosyo-kültürel, demografik boyutlar, yerine göre askerî-stratejik boyutu son sıralara düşürebilecek bir önem kazanıyor.
Bugüne kadar sürekli olarak askerî çözüm önerilerine mahal bırakmadan Kürt sorununun siyaset ve diplomasinin imkanları çerçevesinde nasıl çözüleceği üzerine yazdık durduk. Hâlâ da kalemin ve ağzın söyleyeceklerinin bitmediğini; hatta askerî önlemlerin denenmesinden sonra bunların değerinin daha fazla ortaya çıkacağını düşünüyoruz.
Yeter ki yöneticilerin kendilerine koydukları psiko-sosyal bariyerler fark edilsin.
Tavsiye Et
Fiilî durumun dayatması bir bakıma tezkereyi zorunlu hale getirdi. Hiçbir siyasal, toplumsal gücün dayanamayacağı bir sürecin sonunda Kuzey Irak’a bir operasyon neredeyse kaçınılmaz oldu.
Verimli kullanıldığı takdirde (Ya da “hiç kullanılmadığı” diyelim) Meclis’ten geçen yetki tezkeresinin Türkiye’nin elini güçlendirmesi mümkün; bunun şartı ise, tezkerenin bir fiilî-askerî müdahaleye dönüştürülmeden diplomatik bir koz olarak korunmasıdır. Belki bir paradoks olarak görülecek; ancak yıllardır Türkiye’nin üzerinde Demokles kılıcı gibi sallandırılıp bir türlü indirilmeyen, komisyonlarda kabul edilip genel kurullardan geçirilmeyen Ermeni soykırımı yasa tasarılarının diplomatik etkileri düşünüldüğünde, tezkere de Türkiye’nin elinde benzer bir işlev görebilir.
Elbette bu, Türk devletinin bütün kurumlarıyla ortak bir vizyon çerçevesinde dış politika belirleyebilmesiyle mümkün olur.
Sorunun iyi yönetilmesi, her zaman olduğu gibi yöneticilerin basiretine bağlı.
Tavsiye Et
Terörle mücadelenin askerî boyutu gündeme geldiğinde, düzenli bir ordunun gayri nizami yapılara karşı artı ve eksilerinin analiz edilmesi gerektiğinden söz edilir. PKK örneğinde teröristlerin araziyi çok iyi tanımaları, iklim şartlarına kolaylıkla uyum sağlayabilmeleri, yerel unsurlardan zaman zaman destek alabilmeleri ve gerektiğinde acil durumlarda hızlı manevralar gerçekleştirebilmeleri Türk ordusu açısından ilk anda akla gelen eksiler… Tabii bir de beşerî kayıplara tahammülü olmayan bir kamuoyunun bulunması, düzenli ordu için bir destek olduğu kadar psikolojik bir baskı unsurudur.
Bunlara karşılık ekonomik ve teknolojik üstünlük, özellikle lojistik ve muhaberat (haberleşme) alanında çok etkili bir koza dönüşebilir. Teröristle mücadele, aynen onun tarzını benimseyecek, dağlarda kurulan kamplarda yaşayan ve sık sık havadan, karadan desteklenen ve “bölgenin sosyo-kültürel özelliklerini iyi bildiği için halkla iletişimde sorun yaşamayan” özel eğitimli profesyonel birliklerle olur. Gerektiğinde nokta operasyonları yaparak terör örgütünün lider kadrosunu “ölü ya da diri” ele geçirebilen bu birliklerin karşı tarafa sızabilmesi ve terör örgütü içinde barınabilecek kamuflaj özelliklerine sahip olabilmesi beklenir.
Ancak bütün bunların gerçekleşmesini zorlaştıran ve Türk ordusunun düzenli yapısını dezavantaja dönüştüren önemli bir engel var gibi görünüyor: Terörle mücadelede söz ve yetki sahibi olanların Kürt etnik kimliğine karşı duydukları alerji ve onun oluşturduğu psikolojik eşik!
Mesela neden çok iyi Kürtçe bilen, başta örgütün elebaşlarına suikast düzenlemek dâhil pek çok operasyonu gerçekleştirebilecek istihbaratçılar yok? Halbuki ülke sınırları dâhilinde sade vatandaşın her adımını cesaret ve başarıyla(!) kayıt altına alabilen bir istihbarat ağı bulunuyor. Herhangi bir göreve gelecek kişinin “çocukken kaç yaşına kadar altını ıslatmaya devam ettiği” gibi absürt bilgiler bile istenirse elde edilebiliyor.
Neden dâhildeki bu göz kamaştırıcı istihbarat başarısı hariçte sürdürülemiyor?
Neyse, bu “Neden?” sorularını uzmanına, Can Dündar’a bırakalım; belki o ve konukları buna bir cevap bulurlar.
Fakat ulusçuluğun abartılı bir biçimde içselleştirilmesi, “faşizme ramak kala” bir halde yönetim erkine sirayet etmesi, böylesine basit önlemlerin önünü alıyorsa, bu ülkeye yazık oluyor demektir.
Tavsiye Et
Kuzey Irak sınırını geçip karakol basmaya hazırlanan teröristlerin termal kamera ile tespit edildiği haberi, defalarca “sinir ötesi” harekat düzenlemiş olan basınımızda “termal kamera mucizesi” olarak yer aldı. Peki, bu termal kamera denen aygıt yeni bir şey midir, daha önceki baskınlarda yok muydu?
Sorunun cevabını, askerliğini Şırnak’ta “termal kamera operatörü” olarak yapmış bir dostumdan dinleyelim:
Birliğe ilk vardığımda mesleğimi sordular, “Kuyumcuyum” dedim. “Elektronik eşyalardan anlar mısın?” dediler; cep telefonu da alıp sattığımı söyledim. “İyi o zaman, sen termal kamera operatörü olacaksın” dediler.
Arkadaşlar operasyona gidiyor, beni ise malzeme deposuna nöbetçi olarak bırakıyorlardı. Bu aylarca devam etti, açıkçası ben de halimden memnun olduğum için pek şikâyet etmedim. Bir gün askerliğim bitmeye yakın komutana çıkıp “Komutanım, tezkeremi almak üzereyim, ama termal kamerayı henüz göremedim bile. Biraz da asıl işimi yapmak istiyorum” dedim.
Babacan komutan beni bir müddet süzüp “Ulan oğlum, millet dağ dağ gezmekten şikayetçi; sen yatmaktan… Çok merak ediyorsan söyleyeyim: O kamera sen gelmeden üç gün önce bir operasyon sırasında eşekten düşüp kırıldı ve hâlâ tamirden gelmedi. Senin askerlik bitinceye kadar da dua et, gelmesin!”
Neticede bizim arkadaş, hiç görmediği termal kameranın operatörü olarak tezkereyi alır. “Merkep kadar bile şanslı değilmişsin; o en azından kamerayı görebilmiş” diye takıldığımda “Sen öyle san” dedi; “Zavallı merkep, termal kamerayı düşürmekten dolayı operasyona bir daha katılmama cezası aldı.”
Tavsiye Et