*İnsan Hakları Ortak Platformu Yönetim Kurulu Üyesi
TÜRKİYE’DE devlet seçkinleri, ülkenin temel siyasi problemlerini, birer asayiş ve güvenlik sorununa indirgeme yaklaşımını eskiden beri ısrarla sürdürüyorlar. Bu güvenlikçi bakış açısı dolayısıyla bu sorunların en yakıcısı olan Kürt meselesinin özgürce konuşulup tartışılması bile mümkün olmuyor. Bilgi akışının dahi ciddi denetim altında tutulduğu bu soruna dair bilgilerimiz hâlâ yetersiz ya da herkes bilmiyormuş gibi yapmaya devam ediyor. Böyle bir ortamda meseleyi ne konuşabiliyoruz, ne de doğru dürüst tanımlayıp adlandırabiliyoruz. Çünkü bu meseleye konulabilecek tüm muhtemel isimler, bir politik duruşun ifadesi muamelesi görüyorlar. Dolayısıyla resmî jargonun dışında tanımlama yapmak, bu ülkede Başbakan da olsanız, tepki görmenizi engelleyemiyor. Yani öncelikli sorunumuz, bu meseleyi adam akıllı konuşup tartışma ve birlikte teşhis koymaya çalışma şansına hâlâ sahip olamayışımız. İkinci olarak, “Kürt meselesi” dediğimiz şey, aslında çok boyutlu ve son derece karmaşık hal almış bir sorun. Terör ya da şiddet ise, sorunun kendisi değil; sadece sonuçlarından birisi. Sorunun kendisini gündeme almadıkça, sonuçlarından kalıcı bir biçimde kurtulmak da mümkün gözükmüyor.
Bu noktada Kürt sorununu bir insan hakları sorunu olarak görmek, hem doğru bir yaklaşım olur, hem de çözümü daha kolaylaştırabilir. Sorunu insan hakları ekseninde ele almak, artık tüm toplumu kuşatmaya, etkisi altına almaya çalışan gerilim yanlısı çevrelerin oyunlarını boşa çıkarmayı da kolaylaştıracaktır. Şiddetin/terörün tırmanışa geç(iril)mesinin amacı, biraz da insan hakları temelinde çözümü zorlaştırmaktır. Çünkü sorunun çözümü, elinde silah olanların belirleyici iktidarına son verecektir. Bu yüzden de hükümetin ve Meclis’in, bu oyunu bozacak serinkanlılığı kaybetmemesi ve her şeye rağmen, hukuku, adaleti ve insan haklarını herkes için tesis edecek politikaları geliştirebilmesi ve hayata geçirebilmesi gerekir. Diğer bir ifadeyle siyaset kurumu, terörün ve şiddetin, güvenliğimiz de dâhil ve başta olmak üzere bizim hak ve özgürlüklerimizi teslim almasına izin vermemek zorunda.
Bu anlamda yapılan reformların özgürlük alanlarımızı ne ölçüde genişlettiği elbette tartışılmalı. Ancak yıllarca özgürlüklerimizin devletin güvenliği ve terörle mücadele adına kısıtlanmasının bizi hangi sonuca ulaştırdığı da ortada… Yani reformlar yapılmadan önce, sıkıyönetim ve olağanüstü hal yönetimleri altında ‘terör’ ortadan kaldırılmış mıydı? Aksine on binlerce insanı tam da o dönemlerde kaybettik. Ama tersi örnekleri biliyoruz. Yani özgürlüklerin gerçekten genişletilmesi ve güvence altına alınması ile benzer sorunlarını çözmüş pek çok ülke göstermek mümkün.
DTP’nin kapatılması ile ilgili dava açılması, yaşadıklarımızdan ders çıkarmadığımızı bir kez daha gösteriyor. Parti kapatmanın çözüm olmadığını artık görmemiz gerek. Yapılması gereken, hâlâ hak ve özgürlükleri çiğnemekte ısrar değil; tam tersine, DTP de dâhil, Kürt politik hayatının çoğulculaşmasına ve kendi doğal seyri içinde normalleşmesine katkıda bulunmaktır. Unutmayalım ki bir partinin kapatılması, sadece o parti yöneticilerinin değil; o partiye ya da o partide yer alan milletvekillerine oy veren milyonlarca insanın da cezalandırılmasıdır, onların da haklarının ihlal edilmesidir. Halbuki “suçların ve cezaların şahsiliği”, hukukun temel ilkelerindendir ve kimsenin bunu kendi keyfine göre çiğnemeye hakkı yoktur. Hukuka aykırı davrananlar varsa, onları hukuk çerçevesinde adil bir biçimde yargılar ve gerekiyorsa onlara yine hukuk dâhilinde yaptırımlar uygularsınız. Ama şu anda, hukukun bir kez daha siyasete kurban edilmesi tehlikesiyle karşı karşıyayız.
Paylaş
Tavsiye Et