Kitap
Mekanlar ve Olaylarla Topkapı Sarayı
İlber Ortaylı
İstanbul: Kaynak Kitaplığı, 2007
Tarihin kaydettiği en ilgi çekici icatlardan birisi ‘devlet’tir. İnsanoğlunun yeryüzünde birlikte var olma ve yaşama serüveninde en az aile kadar önemli bir organizasyon olan devlet, kuruluşu, yaşayışı ve işleyişiyle siyaset bilimcilerin, sosyologların, tarihçilerin ve felsefecilerin ortak ilgisine mazhar olmuştur.
Tarihin en eski ve başarılı devlet örgütlenmelerinden biri olan ‘imparatorluk’ ise devlet organizasyonuna yönelik entelektüel ilginin en yoğun olduğu alandır. Tarihte, toprak büyüklükleri, ellerinde bulundurdukları toprakları idare etme biçimleri ve askerî işleyişleriyle, çeşitli araştırmalara konu olmuş pek çok imparatorluk mevcuttur. Osmanlı İmparatorluğu ise üç kıtaya yayılan toprak büyüklüğü, altı yüzyılı aşan ömrü, askerî ve idari yapısı, çeşitli etnik ve dinî katmanlardan oluşan nüfusu ile en fazla araştırılmış imparatorluklardan biridir. Hal böyleyken, Osmanlı İmparatorluğu hakkında yapılan çalışmalar, yapılması gerekenlerin çok gerisindedir.
Geçtiğimiz günlerde Bank Asya sponsorluğunda, Kaynak Kitaplığı tarafından yayımlanan, Mekanlar ve Olaylarıyla Topkapı Sarayı adlı eser, bu meyanda zikredebileceğimiz değerli bir çalışma. Zira Osmanlı İmparatorluğu’nun 19. yüzyıla dek kalbinin attığı ve 19. yüzyıldan sonra sultanların ikametgâhı olmaktan çıkmasına rağmen yine de önemini büyük ölçüde muhafaza eden Topkapı Sarayı, imparatorluğun işleyişine ve mahiyetine ışık tutabilecek belki de en önemli mekan.
Aynı zamanda Topkapı Sarayı Müzesi Başkanı olan Prof. Dr. İlber Ortaylı’nın kaleminden çıkan, baskı kalitesi ve görsel malzemesi ile de dikkat çeken Mekanlar ve Olaylarıyla Topkapı Sarayı, saraydaki gündelik hayattan Osmanlı devlet protokolüne dek pek çok konuyu, mekanlarla olayları iç içe geçiren sürükleyici bir anlatımla okuyucuya aktarıyor. Böylece sarayın tüm canlılığı ile yaşadığı zamanlara dair etkileyici bir tanıklık ortaya koymuş olmakla kalmıyor, Osmanlı İmparatorluğu’nun daha iyi anlaşılmasına da katkı sağlıyor. /Fatmanur Altun
Tavsiye Et
Orta Doğu’da Kültürel Geçişler
Editör: Şerif Mardin
Türkçesi: Birgül Koçak
İstanbul: Doğu Batı Yayınları, 2007
Pasifik ötesi dünya kurgusunun ürettiği etnosantrik bakış açısı, içinde bulunduğumuz coğrafyayı Orta Doğu olarak adlandırıp kendisine göre şekil ve nizam veredursun, bizler içinde bulunduğumuz coğrafya nerenin ortası, nerenin doğusu diye sormaksızın ödünç kavramlarla düşünce üretmeye soyunmuş, kendimize ait olmayan bir dünya tasavvurunun içerisinden konuşmaya çalışıyoruz. Tüm bunlar olurken, eski dünyanın merkezi, semavi dinlerin, dillerin ve pek çok uygarlığın beşiği, geçmişte yapılan yanlışların ve kötü niyetli politikaların bedelini siyasi ve askerî yenilgi olarak, karışıklık ve çaresizlik sarmalı içerisinde ödemeye devam ediyor. Dünya üzerinde kültürel ve tarihsel bağların iç içe en fazla geçtiği bölgelerden biri olmasına rağmen, dünyanın, suni sınırlarla belki de en fazla bölünmüş parçası olması ise ödenen bedelin ağırlığını arttırıyor. Böylesi bir ortamın en fazla talep ettiği şeylerden biri ise oryantalist ve propagandist bakış açılarının yahut kültürel ve tarihsel formları dışlayan, dar ulus-devlet mantığına bağlı anlayışın dışında, bölgeyi anlamaya dönük iyi niyetli bir okumanın gerekliliği olarak ortaya çıkıyor.
Bu bağlamda gerçekleştirilen ve editörlüğü Prof. Dr. Şerif Mardin tarafından yürütülen Orta Doğu’da Kültürel Geçişler isimli çalışma, bölge halklarına yönelik kültürel bir okuma denemesi olması hasebiyle önemsenmeyi hak ediyor. 1989 yılında The American University School of International Service’in İslam Çalışmaları Kürsüsü tarafından düzenlenen bir konferansın ürünü olan çalışma, Türkiye’de İslam ve uluslararası ilişkilerden, popüler kültür ve arabesk polemiğine, Necip Fazıl ve Nakşibendi’den, İran’da devrim sonrası düşünce yapısına dek geniş ve ilgi çekici bir yelpazedeki konuları masaya yatırıyor. /Fatmanur Altun
Tavsiye Et
Editör: Orhan Kural
Ankara: Beril Yayınları, 2007
Modern dünyanın, evrenle bütünleşme, yaşanılan dünyayı anlama ve yüzünü kainata çevirme aracı olarak yolculuk pratiğinden uzaklaşıp, birey merkezli, bireyin keyifli vakit geçirmesi ve zevk alması esasına dayanan gezi mantığına evirilmesinin üzerinden uzun bir zaman geçti. Oysa kültürümüzde ve pek çok farklı kültürde tecrübe edildiği biçimiyle seyahat, çoğunlukla meşakkatli fakat neticede insanı ruhsal doyum ve kemal ile karşı karşıya getiren bir tecrübe olarak var olmuştu. Hatırı sayılır seyahatname külliyatları ve seyahat edebiyatı olarak adlandırılan birikim, bu türden yolculukların semeresi olarak ortaya çıkmıştı.
Günümüzde her ne kadar o eski seyahat mantığını yitirmiş ve gezi kültürüne adapte olmuş olsak da, gezi yazılarının hâlâ cazip birer kültür ürünü olduğunu teslim etmekte fayda var.
Bu türden eserlerin son günlerde dikkat çekenlerinden biri de, editörlüğünü Prof. Dr. Orhan Kural’ın yaptığı ve pek çok ünlü sima tarafından kaleme alınmış gezi yazılarının bir derlemesi olan Seferi. Gezi meraklılarının ilgisine… /Fatmanur Altun
Tavsiye Et
Hatıralar-3
M. Ertuğrul Düzdağ
İstanbul: Kaynak Yayınları, 2007
Türkiye’nin önde gelen ilim adamlarından biri olan M. Ertuğrul Düzdağ’ın, Üstad Ali Ulvi Kurucu’nun hayatına ışık tutmak gayesiyle on dört yıl önce çıktığı yolculuğun semeresi olan ilk iki ciltten sonra, Üstad Ali Ulvi Kurucu / Hatıralar serisinin üçüncü cildi de geçtiğimiz günlerde yayımlandı. İlk iki cilt gibi Kaynak Yayınları tarafından okuyucuya ulaştırılan bu kıymetli eser, tekrar tekrar okunmayı ve bir başucu kitabı olmayı fazlasıyla hak ediyor.
Dileriz, hak ettiği ilgi ve aksülamel, bu değerli eserden ve onun mütevazı müellifinden esirgenmez. /Fatmanur Altun
Tavsiye Et
Sâhipkırân: Nâm-ı Diğer Hamzanâme
Esrârnâme
Müşahedat: Hayata Merhaba
Güneşin Altında: Söyleşiler
Hasan Aycın
İstanbul: İz Yayıncılık, 2007
“Sanatın vasfı, işlevi nedir, sanatçı ne yapar?” soruları yüzyıllardır insanlığın zihnini meşgul etmiştir. Kendi çerçevemizden baktığımızda ise, değerlerin dejenere olduğu, iyi vasıfların itibarlarını yitirdiği, anlayışların zedelendiği bu dönemde aciliyetle halledilmesi gereken meselelerimizin yanında, sanatın aslî ihtiyaçlarımızı karşılamadaki önemi görünmez olmuştur. Halbuki bir toplumun sanatı o toplumun kendini anlaması, inşa etmesi ve devam ettirmesi için en gerekli unsurlarındandır. Kendimize ait sanatı keşif ve icradan uzaklaştıkça, aslında bizi biz yapan değerlerimizden de uzaklaşıyoruz. Bu yalıtılmışlık halini önlemeye gayret etmek surda bir gedik açmaksa, Hasan Aycın, otuz küsur senedir, elinde çizgisinden âsâsı, su bulmak için âsâsını çöle vuran Musa misali, surda “mukaddes mi mukaddes” gedikler açıyor. Aynen Musa’nın yüzyıllardır yerin altında kaynağında tertemiz çağlayan suya yeryüzünü hatırlatması gibi, Aycın da eserleri ile bize her gün gözümüzün önünde olup da artık yadsıdığımız, göremediğimiz, anlamlarını yitirdiğimiz değerlerimizi hatırlatıyor. Sanatçının vazifesini “sizi belirleyen değerler varsa, siz o değerlere inanmış ve onlarla bir kimlik sahibi olmuşsanız, dahası o kimlik yordamıyla bir kişilik sahibi olmuşsanız, sanatçının mesaj vermeyeceğini nasıl tartışabilirsiniz? İman dolu bir göğsünüz olduğunu iddia edeceksiniz ama sadrınızda olan eserinize yansımayacak, mümkün mü?” şeklinde açıklayan Aycın, “Âsâmı çeken niyâzımdır” diyen Şiblî gibi, kendine yol arkadaşlığı eden çizgisinin, dünya yolculuğunu kolaylaştıran, kâh dayandığı kâh omuzlarına aldığı bir âsâ olduğunu belirtiyor. Çizgisini, ilk baskısı 1985’te yapılmış Bocurgat ve 2007’de çıkarttığı Gözgü albümleri ile ortaya koyan Aycın, son derece önemli edebî eserler de kaleme alarak bu sahadaki önemli bir eksikliği gideriyor.
Hasan Aycın’ın dedesinin Osmanlıca kitapları arasında bulduğu, “Hâzâ Kîtab-ı Nâm-ı Hamza-i Amm-i Muhammed” başlıklı el yazmasından dinleyip agâh olarak, bilip agâh olmamız için bize aktardığı Sâhipkırân, bu eserler arasında hacim, muhteva ve arka plan açısından en büyük olanı. Aycın’ın dili su gibi akıp gidiyor, günümüz okuyucusunun dimağını kirleten sonunu düşünen kahraman olamaz çığlıklarına kulağımızı tıkıyor ve 536 sayfa boyunca her adımını düşünerek ve tefekkür ederek, dua ve niyaz ederek atan Sâhipkırân’ın başına gelenleri, her satırda kendimiz için hayat dersleri çıkararak, neredeyse bir çırpıda, kana kana içiyoruz. Hacimce Sâhipkırân’ın çeyreği kadar olsa da muhteva ve hikmet açısından ondan geri kalmayan Esrârnâme ise bize Keloğlan, Bönoğlan ve Derviş Dede’nin başından geçenleri anlatırken bir masalın asla sadece masal olmadığını hatırlatıyor. Müşahedat isimli eserde Aycın, Sâhipkırân’ı, Esrârnâme’yi yüzyıllardır dilden dile dolaştıranların; anlattıkları her kelime ile dinleyenlerin her birini birer Sâhipkırân eyleyenlerin, imanı hayatlarında bir nefes gibi bürünenlerin, belki de son hikayesini anlatıyor. Hastalığından ötürü yürüyemeyen çocuğun, vatanını, sevdiğini düşman elinde bırakıp Balıkesir’e yerleşen, ömrünün büyük kısmını sıla-yı rahimle geçiren, öldüğünde on sekiz kalem eşyadan başka eşyası olmayan dedenin, değirmencinin, ahlat ve karaağaçın hikâyesi en az Sâhipkırân ve Esrârnâme kadar nüfuz edici. Güneşin Altında isimli söyleşi kitabında ise Aycın’la yapılmış on yedi söyleşi bulunuyor. /Betül Özel Çiçek
Tavsiye Et
İskender Pala
İstanbul: Kapı Yayınları, 2007
Divan şiirini halka sevdiren adam olarak bilenen İskender Pala, en son kitabı Aşkname ile de halka divan edebiyatımızı sevdirme gayretini bir kez daha gözler önüne seriyor. Gerçek hayattan yola çıkarak romanlaştırdığı dört ayrı aşk hikayesini anlatan yazarın kalemini “ah, nerede o eski...” diye başlayan nostaljik öykünmelerden kaçınarak oynatması ise yaptığı işin önemini çok daha güzel bir şekilde ortaya koyuyor. Hayal Banu ile şairin; Zehra ile Ali Rûhî Bey’in; İlyas ile Cemile’nin; Sâ’dî Çelebi ile Ceyda’nın aşkı, aşkın hayal oldukça gerçek, gerçek oldukça latif olduğunu bir kez daha hatırlatıyor. /Betül Özel Çiçek
Tavsiye Et