Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (November 2005) > Çeviriyorum
Çeviriyorum
Küresel güçler ve terör / Vladislav İnozemtsev, Nezavisimaya Gazeta, 16 Ekim 2005
Rus Basını
Çeviri: Enise Smirnova
Bazı istisnalar hariç, bugünün terör hareketlerinin kökleri küreselleşme ya da ekonomik kalkınma istidadının dışında kalan ülke ve bölgelere dayanıyor. Afganistanlı ve Iraklı el-Kaide savaşçıları, Filistinli intihar komandoları, Londra metrosunda kendileriyle birlikte onlarca insanı patlatan Eritre ve Somali kökenli kişiler, Çeçen savaşçılar ya da Avrupa’da terör ağları ören Pakistanlı ve Cezayirlilerin hepsi gelişmiş ülke seviyesine ulaşma ümidi olmayan geri kalmış ülkelerden geliyor. Sömürgeciliğe karşı verdiği çetin mücadelenin sonucunda bağımsızlığa kavuşan birçok Afrika ve Asya ülkesi bugün vahim durumda. Halkın hayat seviyesinin, bağımsızlık ilan edildiği günlere nazaran çok daha aşağıda olduğu bu ülkelerde demokrasiden ise eser yok. Yakın Doğu diktatörleri sermaye akışını yalnızca kendi çıkarlarına göre yönlendiriyorlar. Böyle siyasî rejimlerle ne iş birliği yapmak, ne de bir anlaşmaya varmak mümkün. Şu anki “terörle mücadele” senaryosu, Güneydoğu Asya, Angola ve Cezayir’deki sömürge savaşları ile ABD’nin Vietnam’a ya da SSCB’nin Afganistan’a girişini andırmaya başladı. Bu örneklerde Batılı güçler kararlı girişimleriyle başlangıçta başarı sağlamışlarsa da, bir süre sonra direnişçiler toparlanıp kaybedilen pozisyonları geri kazanmaya başlıyorlardı. Sonuç olarak sayısız can ve mal kaybına uğrayan ve itibarı yerle bir olan Batılı güçler, bölgeden çekilmek zorunda kalıyorlardı. 1999’dan bu yana her sene, terör saldırılarına kurban giden insanların sayısı %60-80 oranında artıyor, terör saldırılarına maruz kalan ülkelerin arasına ise yeni ülkeler katılıyor. Bu durumda terörle mücadelenin ne zaman kazanılacağı sorusuna değil, böyle bir galibiyetin mümkün olmadığının ne zaman anlaşılacağı sorusuna cevap aramamız gerekiyor. Bir çıkış yolu var mı? Elbette. Fakat bu çıkış, gerçek bir çıkış olmalı. Avrupalıların Afrika’dan, ABD’nin Vietnam’dan, SSCB’nin Afganistan’dan çıkışı gibi. Yakın Doğu ve onun sınırlarında bulunan Orta Asya ve Kuzeydoğu Afrika, yıllarca süren askerî muhasamatlar ve istikrarsız hükümetler bölgesi. İstikrara kavuşmadığı takdirde Irak ve Suudi Arabistan’ın akıbeti, Sudan ve Afganistan’ınki gibi olabilir. Fakat böyle bir gelişmenin yakın zamanda gerçekleşeceğini söylemek mümkün olmadığı için “terörle mücadele”nin hem Batı, hem de İslam dünyasına sayısız zararlar getirerek devam edeceği düşünülüyor. Dünya çapındaki bu savaşın sorumluluğu ise, iki tarafa eşit olarak yüklenmemeli. Zira Batı dünyası, daha gelişmiş bir toplum olarak şu anda bütün dünyada boy gösteren terörün gerçek nedenlerini kavrama kapasitesine sahip ve bunu yapmakla mükelleftir.

Tavsiye Et
Bitmeyen savaş / Timur Aliyev, İzvestiya, 18 Ekim 2005
Rus Basını
Çeviri: Enise Smirnova
13 Ekim tarihinde Nalçik’te meydana gelen kanlı olaylar, “Rusya Kafkasya’yı kaybediyor”, “Kafkasya krizinin boyutları artıyor” şeklindeki yorumlara neden oldu. Kafkasya’nın farklı bölgelerinde meydana gelen silahlı saldırılar ve terör eylemleri, Kafkasya’daki siyasî ve askerî krizin çözülmek yerine içinden çıkılamaz bir hal aldığına dair bir işarettir. Fakat Kuzey Kafkasya’da geniş çaplı bir krizin yaşandığı tespit edilse de, bu krizin nedenlerinin bölgeden bölgeye değişiklik arz ettiği birçok uzmanın gözünden kaçmakta. Kabarday-Balkarya’daki krizin nedeni, eski Devlet Başkanı Valeriy Kokov’un 14 senelik idare süreci boyunca biriken sosyal, ırksal ve dinî sorunların bir anda patlak vermesidir. Kokov’un, sorunların üstünü örtme ve somut bir çözüm getirmeme siyaseti, onun yıllarca iktidarda kalmasını sağlamıştı. Geçtiğimiz sene boyunca Kokov’un hastalığı sebebiyle devlet işlerini yakından takip etmediği hesaba katılırsa, 13 Ekim olaylarının Kabarday-Balkarya hükümetinin gittikçe büyüyen tehlikelere karşı gerekli önlemler almamasının bir sonucu olduğu ortaya çıkar. Kısaca, buranın durumu, Rusya’nın güneyindeki sorunlu bölgeler olarak bilinen Dağıstan, Çeçenistan ve İnguşetya’nın durumundan çok farklı. Dolayısıyla bütün Kuzey Kafkasya ülkelerinin problemlerini “Rusya Kafkasya’yı kaybediyor” şeklinde özetleyen Rusya hükümeti, bu problemleri çözüme kavuşturma yollarından uzaklaşmış oluyor. İşin kolayına kaçarak hükümeti eleştiri yağmuruna tutan muhalefet güçleri ise, şimdiye kadar Kuzey Kafkasya’ya yönelik hiçbir yapıcı proje önerisinde bulunmadı. İşin diğer bir yönü ise; Rusya’nın, Kafkasya’daki düşmanının kim olduğunu hâlâ bilmemesi. Çeçen teröristler mi, yoksa siyasal İslamcılar mı? Bazı çevreler bu düşmana “Vahhabilik” adını taktı. Fakat bugün bu kavramın ihtiva ettiği mânâ pek de açık değil. Halbuki teröre karşı etkin bir mücadele sürdürmenin en önemli şartı, kiminle savaşıldığını çok iyi bilmektir. Terörle karşı karşıya kalan her ülke, kendine has yöntemlerle bu tehlikeye karşılık veriyor. Örneğin Fransa İçişleri Bakanı Nicolas Sarkozy, zan altında bulunan ya da bulunma ihtimali olan Müslüman liderlere karşı “sıfır hoşgörü” stratejisini önerdi. Rusya’da terörün yayılmasını önleyecek kararlı adımlar atılmazsa, toplumdaki terör korkusu, genç-yaşlı, kadın-erkek ayırımı yapmaksızın Kafkasya uyruklu bütün kişilere karşı kin ve intikam duygularının beslenmesine yol açabilir. Bu ise iç savaş tehlikesi anlamına geliyor. Şu anda savaş, yalnızca harp meydanında değil, insanların akıl ve gönüllerinde de devam ediyor. Ve bu savaşta kazanan tarafın milletlerarası uzlaşma mı, yoksa ölesiye vuruşma mı olacağı, Rusya’nın geleceğini tayin eden önemli faktörlerden biri olacak.

Tavsiye Et
Bağdat’ta adalet / The Guardian, 19 Ekim 2005 Başyazı
İngiliz Basını
Çeviri: Ebru Afat
Iraklıların kaygılanmak için, işgalin tedirginliği altında günlük yaşamlarını sürdürmek, kanlı direnişin getirdiği yokluklar ve korku gibi bir hayli nedeni var. Yine de Saddam Hüseyin’in insanlığa karşı işlediği suçlardan ötürü bugün Bağdat’ta yargılanması, Iraklıların ülkelerinin acılı tarihinde çok önemli bir an.
Eski diktatörün birçok ölümün sorumlusu olduğu konusunda çok az kişinin şüphesi vardır. O ve birlikte yargılandığı altı kişi, 1982’de kendisine karşı düzenlenen başarısız suikast girişiminden sonra 143 kişiyi öldürmekle suçlanıyor. Fakat tarih onun 1980’de İran’ı ve 1990’da Kuveyt’i işgal ettiğini, Halepçe’de Kürtleri zehirlediğini ve Şii ayaklanmasını bastırdığını da kaydediyor. Saddam’ın kurbanları işkence odalarında öldüler ve bilinmeyen toplu mezarlara gömüldüler.
Mahkeme hakkında hâlâ endişeler söz konusu: Bunlardan biri, eğer Saddam eski Yugoslavya için kurulan BM Savaş Suçları Mahkemesi gibi bir olayla karşılaşırsa Irak’taki mevcut istikrarsızlığın daha fazla meşruiyet kazanacağı şeklinde. Zira prosedür, uluslararası hukuk ile Irak hukukunun bir karışımı. Diğer itirazlar; Bağdat mahkemesinin Irak hükümeti kurulmadan önce ABD’nin himayesi altında oluşturulduğu gerçeğini, Saddam’a bir avukat verilmesinin geciktirilmesini, delilin yalnızca “zorlayıcı” -“suçlayıcı”dan daha az, “yerinde bir kuşkudan” daha öte- olmasının yeterli görülmesini ve eğer suçlu bulunursa ölüm cezasının uygulanma olasılığını içeriyor.
Saddam’ın dava vekili, onun ölüm izinleri üzerindeki imzasını savunmak için, “egemen dokunulmazlığı doktrini”ni öne sürmeyi planlıyor. Sünni cemaatin sadık üyeleri ise onun “göstermelik bir yargılama”nın öznesi yapılmasından şikayet ediyorlar; ki bu, onun neler yaptığını göstermeye çalışacak her mahkeme için kaçınılmaz. Saddam’ın yarı yarıya şansı bulunuyor. Özellikle TV kameraları önünde Slobodan Miloseviç’e öykünmeye ve kendisinin değil, onların suçlu olduğunu öne sürmek suretiyle durumu onu suçlayanların aleyhine çevirmeye çalışması mümkün.
Sıradan Iraklılar ve geniş Arap dünyası için Saddam ve hizmetkârlarının yargılandığına şahit olmak oldukça önemli. Saddam’ın bir zamanlar Batı’nın dostu olması ya da onu deviren ABD’nin başını çektiği savaşın meşru olmaması, onun hem kendi halkına hem de başkalarına karşı işlediği korkunç suçlardan ötürü hesaba çekilmesinin gerekliliğine gölge düşürmez. Zira bir kâbusun sonu bile uluslararası incelemeye dayanmalıdır. Adaletin her zaman yerini bulduğu görülmelidir.

Tavsiye Et
Bir referandumun verdiği mesaj / The Washington Post, 18 Ekim 2005 Başyazı
Amerikan Basını
Çeviri: Ebru Afat
Iraklılar, ülkelerinin geleceğini oylamak için hayatlarını tehlikeye atmayı göze alabilecek kadar istekli olduklarını dünyaya bir defa daha kanıtladılar. Yaklaşık 10 milyon kişi yeni anayasa için 15 Ekim’de yapılan referanduma katıldı. Sünni seçmenlerin büyük çoğunluğu ilk defa siyasî sürece katılmayı seçti. Bu, Irak direnişine sığınaklık yapan toplumun er geç demokrasiyi silahlı mücadeleye tercih edebileceğine dair umut verici bir işaret.
Referandum sonuçları, Iraklıların, eğer bölünmeyi ve iç savaşı engellemek istiyorlarsa önümüzdeki aylarda doldurmaları gereken siyasî boşluğu da canlı bir şekilde ortaya koydu. Yetkililer, anayasanın kabul edildiğinin belli olduğunu açıkladılar. Şii Basra’da %97, Kürt bölgesi olan Süleymaniye’de %98 oranında evet oyu çıkarken, Felluce şehrindeki yaklaşık 100 bin Sünni seçmenin %97’si anayasaya karşı çıktı. Direnişin güçlü olduğu Sünni kontrolündeki iki bölge anayasayı büyük çoğunlukla reddetti. Kuşkusuz ortaya çıkacak siyasî sistem için daha fazla Sünni desteği sağlanmadıkça bu iş yürümeyecektir; bu anlamda kaç tane seçimin yapıldığının hiçbir önemi yok.
Bush yönetimi zaman zaman bu sorunu anlamış görünüyor. Bağdat’taki ABD Büyükelçisi Zalmay Halilzad’ın Sünniler, Şiiler ve Kürtler arasında bir anlaşma sağlamaya çalışan herhangi bir Iraklı politikacıdan daha çok çalıştığı kesin. Ancak Bush ve onun kıdemli yardımcıları hâlâ Şiiler ve Kürtler tarafından anayasaya eklenen “federalizm”in aşırı biçimini, ülkeyi bölünmekle tehdit ettiği gerekçesiyle Sünni muhalefetini ateşlemesine rağmen, alenen övüyor ve destekliyorlar. Halilzad, Şii-leri ve Kürtleri, gelecek yıl yapılacak anayasa değişikliklerini tartışmak için Sünnilerle birlikte bir komite oluşturmaya ikna etmeyi başardı. Ancak temel sorunlar üzerinde bir ilerleme sağlayamadı.
Bu demektir ki; önümüzdeki iki ayda gerçekleşecek ciddi siyasî meydan okumalar, güvenliği ve 15 Aralık’ta yapılması planlanan parlamento seçimlerine mümkün olan en yoğun katılımın gerçekleşmesini sağlayacak; Şii ve Kürt liderleri ülkeyi getirmiş oldukları uçurumdan geri çekecektir. Sünni liderler de anayasa konusundaki başarısızlıklarından kaynaklanan düş kırıklıklarını bir kenara koymaları ve parlamento seçimleri için kampanyaya başlamaları yönünde uyarılmalıdır. Bu arada ABD, Şii ve Kürt liderlere ve bütün Iraklılara, ülkenin fiilî parçalanmasını desteklemeyeceğini ya da etnik ve dinî temelde kurulacak mini devletleri savunmak için Amerikalıların hayatlarını feda etmeyeceğini belirtmelidir. Irak’taki böylesi bir bölünmenin yürüyebileceğine dair her düşüncenin 15 Ekim’deki oylamayla birlikte bitmesi gerekir: Iraklı Sünnilerin ezici çoğunluğu bunun kabul edilemez olduğu mesajını vermiştir.

Tavsiye Et
Terör demokrasisi ve Arap âlemi / Yusuf Nur Awad, El-Quds el-Arabi, 20 Ekim 2005
Arap Basını
Çeviri: Hatice B. Şenkardeşler
Britanya basınında yer alan, fakat başlangıçta birçoklarının ne anlama geldiği üzerinde durmadığı bir habere değinmek istiyorum. Bir Zimbabve vatandaşı, gerçek olmayan sebepler ileri sürerek Britanya’ya siyasî iltica için başvurduğu anlaşılınca, güvenlik güçleri tarafından sınır dışı edilmek istenmişti. Ancak Zimbabve vatandaşı, Britanya mahkemesi karşısında davayı kazanmıştı. Mahkeme, Britanya-Zimbabve ilişkilerinin kötü olduğu bugünlerde davalının sınır dışı edilmesinin, bu şahsı ülkesinde zor duruma düşüreceği sonucuna vararak bu kararı almıştı. Britanya Dışişleri Bakanlığı’nın arzu etmediği biçimde alınan karar; Britanya mahkemelerinin, yalnızca adaleti sağlama amacı taşıyan geleneksel ilkelere olan bağlılığını gösterdi. Bu karar, yargı başının hiçbir şart altında ödün verilmeyeceğini açıkladığı yeni kanunlar tarafından mağdur edilme korkusu taşıyanlara bir nebze olsun umut ışığı yaktı.
Bu gelişmeyi, özgürlük ve demokrasinin hâmileri olmakla iftihar eden iki ülkenin adalet anlayışıyla -ABD’nin Guantanamo’daki hapishanesi ve İspanya mahkemelerinde olan bitenler- kıyasladığımızda aradaki farkı görebiliriz. Nitekim İspanya’da el-Cezire televizyonu muhabiri Teysir Alluni’ye nasıl mantıksızca yedi yıl hapis cezası verildiğine şahit olduk. Halbuki Alluni’ye herhangi bir suç isnat edilememiş, yalnızca daha sonra el-Kaide adına terör eylemi gerçekleştirmekle suçlanan bir kişiye belirli bir miktar para verdiği ortaya çıkmıştı. Şüphenin sanığın lehine yorumlanacağı kuralı ihlal edilerek bu kez şüphe kanunun lehine yorumlandı. Bu ise mahkemenin siyasallaştığının bir göstergesiydi. Aynı durum ABD’nin 11 Eylül sonrası muhtemel şüphelileri doldurduğu Guantanamo Üssü için de geçerli. ABD’nin buradaki amacı adaleti gerçekleştirmek değil, kendi amaçları için siyasî gündem oluşturmak.
Washington’un izlediği politikalar, ABD’yi razı etmek için birbiriyle yarışırken Guantanamo’da zulüm gören vatandaşlarını unutan Arap dünyasından da herhangi bir tepki görmüyor. ABD’nin bu icraatlarının tüm kanunlara aykırı olduğunu söylemeye dahi gerek duymuyoruz. Ancak bu durum ABD’nin umurunda bile değil. Zira bu icraatlar direkt olarak ABD’nin işine yaramıyor. Asıl olarak İsrail ve yönetimlerini kalıcı hale getirme arzusunu gerçekleştirmede ABD ile işbirliğini bir çıkış yolu olarak gören Arap yöneticileriyle hedefleri birebir örtüşen aşırı sağcı ABD hükümetinin işine yarıyor.

Tavsiye Et
Saddam Hüseyin’i kim yargılıyor? / Muhammed es-Semmak, El-Mustakbel, 21 Ekim 2005
Arap Basını
Çeviri: Hatice B. Şenkardeşler
Arap ülkelerinde liderler ağaç gibidir. Ayakta ölürler. Ölene ya da öldürülene dek liderdirler. Bu yüzden liderlerin yargılanmasına emsal teşkil edecek bir örnek yoktur. Saddam Hüseyin’in yargılanması Arap tarihinde bir ilk olacak. Olayın önemi de burada yatıyor. Ancak Saddam Hüseyin’i kim yargılıyor?
Yargılama ve intikam arasındaki farkın ortaya çıkması açısından bu soru büyük bir önem taşıyor. Zira intikam alan tarafın yargıçlık yapması mümkün değildir. Saddam’ın döneminde ferdî ve toplu bir dizi cinayet işlendi. Saddam ise bu cinayetlerin baş sorumlusu olmakla suçlanıyor. Bu dönemde işlenen birçok cinayet, Saddam’a yöneltilen suçlamalara kuvvet kazandırsa da onun düşmanları tarafından yargılanmasını haklı çıkarmıyor. Sadece onu suçlama hakkını, bu çevrelere veriyor. Sorumuz şu: Niçin Ruanda ve eski Yugoslavya’da katliamlar gerçekleştirenleri yargılayan mahkemeler türünde mahkemeler tesis edilmedi? Saddam Hüseyin Irak’ta toplu katliamlar yapmakla suçlanıyor. Onu yargılayanlar ise yine onu suçlayanlar! O halde bu yargılamada adalet unsuru nasıl gerçekleştirilebilir?
Bu soruyu Saddam Hüseyin’i savunmak için değil, Arap bir liderin bir Arap ülkesinde ve Arap mahkemesi karşısında emsal teşkil edecek ilk yargılamasını sorgulamak amacıyla dile getiriyoruz. Bu tarihî olayın, yerleşmesi ve hesap verme ilkesi üzerine kurulu olması gereken Arap siyasî hayatının bir parçası olması için gereken unsurların temin edilmesi gerekmektedir. Bu unsurların başında ise adalet gelmektedir.

Tavsiye Et
Avrupa’nın sözü Türkiye’de reformların kaldıracı / Douglas Alexander, Lefigaro, 14 Ekim 2005
Fransız Basını
Çeviri: Adem Yılmaz
Müzakerelerin başlatılması Türkiye’de politik reformların ve ekonominin yeniden yapılandırılmasının dinamizmini ateşleyecek ve Kıbrıs meselesinden doğan uyuşmazlık ve gerilimlerin çözümü yönünde sarf edilen gayretleri kamçılayacaktır. Türkiye coğrafî durumu hasebiyle çok önemli bir stratejik konuma sahiptir. Uyuşturucu, sınır aşırı suçlar ve uluslararası terörizme karşı mücadelede vazgeçilmez bir ortaktır. Avrupa’nın en yüksek büyüme oranına sahip ülkesi ve AB üyesi ülkeler için önemli bir pazar olan Türkiye, AB’yi daha güçlü, emin ve rekabetçi kılacaktır.
Birliğe üye olma perspektifi ülkede olağanüstü değişimleri beraberinde getirmiştir. Kopenhag Kriterleri yerine getirilmeseydi, muhtemel bir üyelik söz konusu bile olamayacaktı. Başbakan Erdoğan, kendi kişisel hırsını ortaya koyarak zor, fakat gerekli kararlar aldı. Yine de hâlâ yapılacak çok şey var. İyi biliyoruz ki, bazı şeyler zaman alacak ve sonuçları hakkında şimdiden önyargılı olmak doğru değil.
Türkiye kendi yasama sürecini AB’ye uyarlamak zorundadır. Bu, 35 bölgeden oluşan ve her biri kapatılmadan önce A’dan Z’ye işlenmesi gereken devasa bir şantiyedir. Adaletten içişlerine, ekonomi politikalarından çevreye kadar pek çok konuyu içine almaktadır. Komisyon, müzakerelerin yürütülmesinden sorumlu olacak ve takibini yapacaktır. Türkiye’nin zorunlu şartlara uyup uymadığını takip etmek, komisyona düşmektedir.
Türkiye adına olduğu kadar AB adına da uçsuz bucaksız bir girişime atılıyoruz. Alınan yol ve gelecek on yılda aşılacak etaplar göz ününde bulundurulduğunda, politik planda her iki taraftan da güçlü sinyaller gelmektedir. Öncelikle, bazı kimselere göre bir medeniyetler çatışması kaçınılmaz olsa da, AB ve Türkler açısından din ve kültür farklılıkları işbirliği için bir engel oluşturmamaktadır. İkinci olarak; Avrupa’nın kültür emperyalizmi yaptığını iddia edenler için, Türkiye’nin kendi canlılığı, AB’nin komşularına değerlerini dayatan ve onları yabancılaştırmaya çalışan hegemonik bir girişim olmadığının delilidir. Türkiye, reformların ve istikrarlı bir siyasal iktidarın, yeniliklerin, ekonomik büyümenin yaşayan bir örneği; ayrılıkçılığın ve rüşvetin bitişinin eş anlamı olacaktır.

Tavsiye Et
Bütün yollar Londra’ya çıkar / Mihran Keremî, Şark, 17 Ekim 2005
İran Basını
Çeviri: Hakkı Uygur
Bir İranlı, 1907 ya da 1919 yıllarında uyuyup da Ashab-ı Kehf gibi şu günlerde uyansa ve Tahran’daki İnkılâp caddesinden veya Firdevsi meydanından geçse, buralarda toplanarak İngiltere aleyhine slogan atan gençlerin Büyük Britanya’nın yüzyılın başında İran’da uyguladığı sömürgeci politikaları protesto ettiklerini sanırdı. Geçtiğimiz günlerde Tahran’daki Almanya ve Fransa büyükelçilikleri, Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’nın İran aleyhinde aldığı son kararda üç ülkenin imzasının bulunmasına rağmen, neden yalnızca Tahran’daki İngiltere elçiliğinin karşısında protesto gösterileri yapıldığını anlayamadıklarını söylemişlerdi. Aslında onların hoşlanmadıkları husus, İran karşısında kazanılacak diplomatik bir zaferin İngiltere’nin adına kaydedilmesidir ya, neyse. Gücün kaynakları olarak ekonomik, askerî, teknolojik ve siyasal etkenler kabul edilecek olursa yalnızca Amerika, Japonya, Almanya ve Fransa değil; Rusya ve Çin bile İngiltere’den daha güçlü kabul edilebilir. O halde İngiltere’nin bizim için bu kadar önemli olmasının nedeni nedir? Kuşkusuz üç Avrupa ülkesi içinde İngiltere’ye karşı takınılan bu olumsuz tavrın Almanya ve Fransa’ya gösterilmemesinin nedeni, İran’da sömürgeci geçmişlerinin bulunmaması ve İngiltere’nin sürekli, İran’ın düşmanları olan Amerika ve İsrail’in yanında yer almasıdır. Bu nedenle, belki de nükleer müzakereleri yürüten diplomatlarımız dahi gösterilerdeki gençler gibi düşünüyorlar. İngiltere ise kendisine yönelik protesto gösterilerine aldırmadan yoluna devam etmekte. Diğer güçler karşısındaki göreceli geriliğini ABD’nin yanında yer almakla telafi eden İngiltere, İran’daki elçiliğine yönelik saldırılar karşısında diplomatik bir itirazda bulunma gereği bile hissetmemektedir. Ayrıca İran gibi bölgesel ve uluslararası gelişmeleri etkileme iddiasında olan bir ülkenin Ahvaz’daki son patlamalarda olduğu gibi; her olay karşısında dış güçleri, özellikle de İngiltere’yi suçlaması ve meseleleri komplo teorileri ile açıklamaya kalkışması ülkenin özgüvenini sarsmaktadır. İngiltere’nin politik çıkarlarının ABD ile iç içe girdiğini söylemek için işin uzmanı olmaya gerek yok; ancak unutmayalım ki, netice de İngiltere bugün için dünyada ikinci derecede bir güçtür; daha fazlası değil.

Tavsiye Et
Bir kişilik olağanüstü hal / Zamin Hacı, Yeni Müsavat, 18 Ekim 2005
Azerbaycan Basını
Çeviri: Hakkı Uygur
“Azadlık” bloğunun üçüncü liderinin ülkeye dönmek istemesi, ‘Babasının Oğlu’nun ve genel olarak bütün Haydarcı cemaatin kürküne pire attı. Atalar her ne kadar “Pire için yorgan yakılmaz” demişlerse de hükümetin dünkü davranışları, gerekirse bütün ülkeyi bile yakmaktan çekinmeyeceklerini göstermiştir. Başkent olağanüstü bir gerginlik içindeydi. Havaalanına giden yolların hatta havaalanına yakın metro duraklarının bile geçici olarak kapatılması ve gazetecilere zorluk çıkarılması, Haydarcıların nasıl bir panik içinde olduklarını gösteriyor. Şehre çok sayıda asker ve polisin getirilmesi, askerî araçların her yeri kontrolü altına alması bir kez daha mevcut rejimin bir cunta yönetimi olduğunu bütün dünyaya gösterdi. Gerçekten de İlham Aliyev’in şu soruya cevap vermesinin imkânı yoktur: “Eğer gerçekten halk sizi seviyorsa ve babanızdan miras kalan yönetiminizden memnunsa şehre bir orduyu sokmanızın nedeni ne?” Bir de tutmuşlar insanları çocuk hikayeleriyle kandırmaya çalışıyorlar; yok askerî birliklerden bazı askerler firar etmişler onları arıyorlarmış, yok havaalanı yakınlarında kuş gribi virüsü görünmüş falan filan. Oysa bu ‘asker’in Resul Guliyev, bu virüsün de hükümetin tavuk gibi korktuğu demokrasi olduğunu herkes bilmektedir.
Resul Guliyev bundan sonra Azerbaycan’a hiç dönmese de olur. O işini görmüş ve bütün dünyaya Haydarizmi rezil rüsva etmiştir. Tek bir kimseden –o kimse siyasî bir partinin lideri olsa bile- bu kadar çok korkan bir yönetim, ülkesinde güvenliği sağlayamayacağı gibi bölgenin istikrarı açısından da tehdit teşkil edecektir. Demokratik saydığımız Batı da belki de böylece bu deli grubun eline yönetimi vermenin nasıl tehlikeler doğurabileceğini anlamıştır. Biz Haydarizmin bir ayağının mezarda olduğunu biliyorduk; 17 Ekim onun iki ayağının da mezarda olduğunu gösterdi. Şimdi yapılacak iş onu mezarına uzatarak üstüne toprak serpmek. Teşekkürler Resul Bey. Sen arada sırada böyle “geleceğim” de.

Tavsiye Et
Ülke yönetilmek, Birlik ise analiz edilmek zorunda / Robert Leicht, Die Zeit, 24 Ekim 2005
Alman Basını
Çeviri: Haşim Koç
Angela Merkel’i zorlu bir yolun beklediği 18 Eylül seçimlerinin akşamında belli olmuştu. Şimdi ise başka bir soru ortaya çıkıyor: Kendisi mi yolu daha zorlaştırdı, yoksa partideki dostları mı?
Seçim sonuçları ne zaman analiz edilmeli? Bu açıkça Birlik partilerinde herkesin dile getirdiği bir soru. Cevap ise analizden ne anlaşıldığı ve bundan ne amaçlandığıyla yakından alakalı. Seçim kararı ve seçmen davranışları uzun zamandır zaten analiz edilegelen konular. Ama bir parti seçim sonuçlarının analizinden bahsediyorsa, bu sadece nerede hata yapıldığını değil; aynı zamanda bu hatanın sonuçlarının ele alınması ve bedel ödenmesi gerektiğini gösterir.
Fakat sadece Merkel’in değil, Birlik’teki bütün önde gelen politikacıların ilk kaygısı öncelikle bir hükümet kurabilmek. Çünkü pandora kutusu açıldığında bu fıçı aynı zamanda patlayabilir de. Öte yandan hükümet müzakerelerindeki başarı, hayal kırıklığını ve hata analizini hafifletebilir. Arzulanan hata analizi hükümetin açıklanması esnasında başarısızlığa da uğrayabilir. Geriye, “başarıdan daha başarılı gözüken hiçbir şey mevcut değildir; kısmî başarı ise muhalefetten daha iyidir” şiarları kalıyor.
Ama iki sorun hâlâ sürmekte: Yarıda kalmış bir seçim analizi birliğin en azından müzakere gücünü azaltacaktır. Bu bastırılmış sessizlik, özellikle partinin ağır toplarının kendilerine koydukları sessizlik emri, muhaliflerin seslerini en çok çıkardıkları sırada devam ettiği sürece kendilerine olumsuz biçimde dönecektir.
Diğer sorun ise, gerçek eleştirinin ne zaman yapılacağı meselesidir. Angela Merkel’e yapılan seçim kampanyasının “sosyal demokratik” yönünün çok kısır olduğu, ama şimdi ise kendisinin sosyal demokrat bir hükümetin ilk Hıristiyan-Demokrat başbakanı olacağı ithamları da gerçekten Birliğin yaşadığı ironiyi gösteriyor.
Birliğin tek bir seçimi var: Tıpkı Gerhard Schröder’in kendi partisine tek seçenek bıraktığı gibi: Angela Merkel’i korumak veya onu yıkmak. Ama onu yıkacak ve Birliği daha başarılı kılacak kimse çıkmayınca da, Merkel’i Tanrı aşkına desteklemek. Çünkü ülke için her halükârda bir demokratik hükümet, zayıf bir yönetimden daha iyidir.

Tavsiye Et