Alman Basını
Çeviri: Haşim Koç
Fransa İtalyanları korkutuyor, Almanlar Polonyalılara karşı duvar örüyor, İspanyollar Almanları dışarı atıyor… Avrupa’da ulusal onurun bu denli öne çıkması uzun zamandır görülmemişti.
Önce iyi bir haberle başlayalım: Avrupa işbirliği olabilecek en iyi şekilde yürüyor. Dünya Kupası’nda Alman stadyumlarında Fransız Flic ve İngiliz Bobby şirketleri Alman meslektaşlarıyla birlikte çalışacaklar. Böylelikle Ada’dan ve Ren nehrinden gelen fanatikleri alışık oldukları görüntülerin sakinleştireceği düşünülüyor.
Ne var ki, bunun haricindeki haberler hiç de iç açıcı değil; çünkü Avrupa’nın her yerinde depresyon ve ekonomik durgunluk hâkim. Topluluk gelecek yıl ellinci yılını kutlayacak; ancak böyle giderse bu hiç de coşkulu bir kutlama olmayacak. Zira birdenbire ‘ulusal çıkarlar’ ifadesi Avrupalı devlet ve hükümet başkanlarının konuşmalarında keyifle kullandıkları bir deyim haline geldi. Varşova, Madrid ve Paris’te hükümetler iç piyasalarını önceleyen icraatları hayata geçirirken sınırları aşan ortaklıkları engelleyecek yasalar çıkarabiliyorlar, ki Alman enerji devi E.On’un İspanyol ortağı Endesa ile olan birlikteliğini sona erdirecek olan yasa bunun en bariz örneklerinden biri. Nitekim, AB Komisyonu’nun İç Pazar’dan sorumlu üyesi Charlie McCreevy’nin “E.On’un yoluna AB’nin İç Pazar kurallarına aykırı düşecek herhangi bir engel çıkaramayacağını İspanyol hükümetine hatırlatıyoruz” uyarılarına, İspanyol Endüstri Bakanı José Montilla, “Nasıl her Avrupa ülkesi büyük bir enerji şirketine sahip olma hakkını savunuyorsa, biz de aynı hakkımızı savunuyoruz” şeklinde karşılık verirken ulusalcı bir refleks göstermekteydi.
Polonya’daki manzara da pek farklı sayılmaz. Muhafazakâr hükümet, İtalyan Bankası UniCredit’in pazara girmesi sürecini dondurmuş bulunuyor. Fransa Başbakanı Villepin de aynı şekilde ‘iktisadî vatanperverlik’ adına Fransız bir firmayı ‘saldırgan İtalyan sermayesi’nin ülkeye girişine karşı müdafaa etmekte bir beis görmedi. Buna karşılık Romano Prodi -hiç de Avrupa’ya yakışmayan bir tarzda- muhtemel bir başbakanlığı esnasında Fransızlardan bunun öcünü alacağını ve Paris banka ve enerji şirketlerinin İtalya’daki faaliyetlerini engelleyeceğini söyleyerek tehditler savurdu. Tüm bu gerilimleri endişe dolu gözlerle izleyenlerden biri olan İtalyan iktisatçı Mario Monti “kuruluşundan bu yana Birliğin temel direği olagelen Ortak Pazar’ın tehlike altında olduğu” uyarısında bulunma ihtiyacı hissetti. Bu yersiz bir uyarı değildi. Nitekim Alman Ekonomi Bakanı Michael Glos’un Avrupalı meslektaşlarına hitabında sarf ettiği “Endüstriyel vatanperverliği bırakın, pazar ekonomisini hâkim kılın! Devletçilik, zorlamalar ve yabancı yatırımcılara karşı mukavemet, pazar ekonomisinin araçları arasında değildir” şeklindeki sözlerini Financial Times “Fransa ve Almanya arasındaki ilişkileri soğutabilir” diye yorumlamıştı.
Tüm bu gelişmeler sonucunda aslında kaybeden hep Avrupa oluyor. Temellerinde çatlaklar var ve her bir çatlakta da korku ve endişeler yuvalanmış. Vatandaşların ve siyasetçilerin, daha fazla rekabet, daha fazla pazar, daha fazla Avrupa, daha fazla küreselleşme ve daha fazla göçten tutun da istihdam alanlarının ihracına kadar bir sürü noktada korku ve endişeleri var. Örneğin, AB Hizmet Kapasitesi Mevzuatı incelenirken; esas sorun Birliğin sosyal biçimine ilişkindi ve burada başı çeken konu ise büyük pazara karşı duyulan korkuydu.
Anayasa sözleşmesi, dolayısıyla da Avrupa’nın gelecekteki biçimi, Fransız ve Hollandalıların ‘hayır’ları nedeniyle hâlâ şekillenemedi. Polonya’nın egemenliğini önceleyen Polonya Devlet Başkanı Lech Kaczynski Avrupa’nın geleceğini belirlemek için henüz çok erken olduğunu; Fransa İçişleri Bakanı Sarkozy ise anayasanın bu haliyle yürürlüğe giremeyeceğini söyleyebiliyordu.
Sarkozy çoktandır, AB üyesi ülkelerin sayısını Birliğin derinleştirilmesi için büyük bir engel olarak görürken; Başbakan Villepin’e göre “Avrupa’nın kimlik sorunu genişlemenin temposundan kaynaklanmaktaydı”. Dolayısıyla her iki siyasetçi de hem Birliğin yakın geleceğini belirleme ve hem de Türkiye’nin adaylığı konusunda olumsuz tavır takınmakta bir sakınca görmedi. “Müzakereler esnasında ulusal meclislerin çok daha fazla kontrol altında tutulması gerektiğini” belirten Sarkozy, Hırvatistan’ın bu noktadaki ilk denek olduğunu söyledi. Sarkozy’nin bu ifadelerinden şimdiye kadarki genişleme müzakerelerini yürüten Brüksel Komisyonu’na karşı bir güvensizlik okumak mümkün.
Fransızlar genişlemeye karşı çıkarken; Polonya Başkanı Kaczynski, Ukrayna, Beyaz Rusya ve Gürcistan’ın en kısa zamanda Birlikteki yerlerini alması gerektiğini düşünüyor: “Genişlemeye evet, derinleşmeye hayır”. Bugüne kadar bu İngilizlere has bir söylem olarak kaldı. Ancak Polonya, Çek Cumhuriyeti ve Slovakya’nın Birliğe dâhil olmasıyla, Blair’in kendini geri çektiği anlaşılıyor.
Sosyolog Ulrich Beck’e göre “ulusalcı bir bakış ulusal çıkarları zedeler; çünkü ulusal çıkarlar Avrupa ortaklığıyla çok daha kolay gerçekleştirilebilirler”. Ortaklıktan vazgeçildiği, hatta reddedilmeye başlandığı gün, bu ideal de ortadan kalkar. Villepin’in vatanseverliği, Prodi’nin gururu ve Kaczynski’nin naif egemenlik düşünceleri hep bu ideali bir illüzyon olarak görmelerinden kaynaklanıyor.
Birliğe hâkim olan belirsizliğin daha da artmasına katkıda bulunanlar, tutumlarını ulusal çıkarlara hizmet etme bahanesi ile savunuyorlar. Bu ulusalcı kesime karşı çıkan AB-Komisyon Başkanı Jose Manuel Barroso bir taraftan ulusalcıları Avrupa içine davet edip “Avrupa’nın Brüksel’den başka bir yer olmadığını” iddia ederken; diğer taraftan “realist olmak gerektiğini, Avrupa’nın şu an için sadece bir proje olduğunu ve prensipler üzerine konuşmak için henüz erken olduğunu” söyleyebiliyor.
Ulrich Beck “görünürde ulusal olan sorunlarla ulusal çerçevede savaşıp, bunları ulusalcı bir strateji ile kendi başlarına çözmeye kalkan ulusalcı hükümetlerin sonuçta başarısız olduklarını” iddia ediyor. Beck bu yargısını istihdam alanlarının ihracı ve şirket kârının vergilendirilmesi örnekleri ile destekliyor. Enerji politikası, göç, Avrupa’nın kapıları önündeki ve bizzat içindeki İslam da Beck’in verdiği örneklere ilave edilebilir.
Şu bir gerçek ki, Avrupa ancak kendi ulusları müsaade ettiği ölçüde güçlü olacaktır. Buna rağmen bugünlerde “ulus vs. Birlik” oyununu oynayanlar hiç de az değil. Öte taraftan Avrupalılık Kimliğine Dair” derin tartışmaların da başladığını kaydetmek lazım. Toplumsal Sözleşme’de Rousseau’nun dediği gibi, “farklı çıkarlar olmamış olsaydı eğer, hiçbir engelle karşılaşmayan bir genel iradeden bahsetmek anlamsız olacak, her şey kendiliğinden yürüyecek, dolayısıyla da siyaset bir sanat olmaktan çıkacaktı”.
Tavsiye Et
İran Basını
Çeviri: Hakkı Uygur
İran’ın en gerilimli dış politika dönemine girmeye hazırlandığı, Doğu’da, Güney’de ve Avrupa’da güvenebileceği bir müttefikinin kalmadığı, İran ve Amerikan başkanlarının birbirlerine karşı en sert sözleri kullandığı ve Tahran ve Washington’da ezelî rakibini yola getireceği vaadiyle en radikal grupların işbaşına geldiği bir dönemde iki ülkenin müzakere masasına oturacak olması son derece önemli. Bu görüşmelerin konusunun ne olduğu -anlaşılan ilk görüşmenin konusu Irak meselesi olacak- ya da taraflarının kimler olacağı önemli değil. Burada önemli olan otuz yıllık tabunun yıkılmış olması. Bunu belirtmekteki amacımız söz konusu görüşme yasağının anlamsız olduğunu söylemek ya da bu dönemi küçümsemek değil.
Amerika’nın Pehlevi saltanatının stratejik ortağı olduğunu yakından gören Müslüman devrimcilerin ve İranlı solcuların iki ülke arasındaki ilişkileri devrimden sonra da bir sorun yokmuş gibi sürdürmelerini beklemek oldukça yanlış olurdu. Savaş sırasında McFarlin olayı gibi istisnalar dışında iki ülke arasında doğrudan bir görüşme yapılmadı. Savaşın sona ermesinden ve Rafsancani hükümetinin kurulmasından sonra ise İran’da, ABD ile doğrudan ilişkiler kurulması gerektiğinden bahsedilmişse de bu yönde bir gelişme yaşanmadı. Daha sonraki dönemde Hatemi liderliğindeki reformistlerin İran’da, Clinton liderliğindeki ılımlı demokratların Amerika’da aynı anda iş başında olması da bu konuda herhangi bir gelişmeye yol açmadı. O dönemde İran’da Abdullah Nuri gibi isimlerin ABD ile ilişki kurulmasına dair önerileri kabul görmediği gibi, Amerika ile her türlü ilişki hatta müzakere bile ihanet olarak nitelendirildi. Böylece diplomatik bir konu olmaktan çıkan bu mesele, ideolojik boyut kazandı. Savaş yıllarında ve hatta savaş sonrasında Rafsancani’nin gerilimleri azaltma yönündeki dış politika girişimine sol-İslamcı gruplar (bugünkü reformistler) başlangıçta şiddetle karşı çıktılar. Daha sonra reformcu görüşü benimseyen bu grubun ABD ile ilişki kurma arzusu da bu defa diğer kesimlerin muhalefetine maruz kaldı. Muhalefetteki gruplar, iktidardakilerin ABD ile ilişkileri iyileştirmesine sıcak bakmıyorlar; iktidardakiler de muhalefete rağmen bu işi yapma cesaretini kendilerinde bulamıyorlardı. Aslında her iki grup da bu oyundan kârlı çıktığını iddia edemez; hatta ABD’nin de bu durumdan olumsuz etkilendiği muhakkak.
Şu anda müzakere masası ortaya getirilmiş durumda. Bu müzakerelerin sonucunda yalnızca reformistlerin ya da muhafazakârların değil bütün İranlıların kaderi belli olacak. İşin olumlu yönü ise müzakere masasındaki isimler reformistlerden oluşmayacağı için bir anlaşmaya varılması durumunda reformistlerin ABD yanlısı olmakla ya da taviz vermekle suçlanmayacak olmaları. Bu süreçte, ABD ile her türlü müzakereyi devrim ilkelerinden ödün vermek olarak kabul eden Hizbullahçı kitlelerin ikna edilmesi oldukça önemli. Bu işi ancak hükümetteki muhafazakârlar başarabilirler. Reformistler de, barışın savaşa tercih edilmesinin gerekliliğine dair seçkinleri ikna edebilir ve hatta diplomasi konusundaki deneyimlerini muhafazakârlara aktarabilirler.
Unutulmamalıdır ki ABD ile görüşmelerde bulunmak, İran’ın bütün dış politika sorunlarının hallolacağı anlamına gelmez. Kuşkusuz ABD’nin amacı, İran’dan daha fazla taviz koparmak ve mümkünse en az imtiyazı vermektir. Diplomasi, siyaset bilimi ile müzakere sanatının içi içe geçmiş halidir. İran ile ABD arasındaki problemlerin çokluğu ve derinliği göz önüne alındığında iki ülke arasındaki görüşmeler uzun süreceğe benziyor. Bu nedenle ABD ile gerçekleştirilecek müzakerelerde son derece dikkatli olunması gerekiyor. Bugün en liberal kesimler bile İran’ın milli çıkarlarını göz önüne alarak tavırlarını belirlemeliler. Görünüşe göre İran ve ABD arasındaki müzakere masası, Irak’ta, en yakın dostlarımızın (Irak Şiileri) diplomasinin yapıcı işlevine dair deneyim sahibi olduğu ülkede kurulmuş durumda. Hatırlanacağı üzere Yüksek Meclis’ten Davet Partisi’ne, Ahmed Çelebi’den Ayetullah Ali Sistani’ye kadar birçok isim birlik olup, ellerine geçen bu altın fırsatı iyi değerlendirerek benzersiz bir diplomasiyle Amerika’nın Şiilerin iktidarını resmî olarak tanımasını sağladılar. Irak’taki farklı gruplar bir araya gelerek isteklerini ABD’ye kabul ettirebiliyorlarsa biz de İran içindeki birliği sağlayarak isteklerimize ulaşabiliriz. İran’daki bütün siyasal gruplar, bu müzakerelerin İran için en olumlu şekilde sonuçlanması için elinden geleni yapmalı. ABD ile görüşmelerde konu, Irak’tan nükleer meselelere ve oradan ülkedeki insan hakları ihlallerine getirilmeden önce içeride bu konularda bazı adımlar atmalıyız. Örneğin Ekber Genci gibi birkaç gün sonra serbest bırakılacak olan bazı siyasî tutukluları neden şimdiden serbest bırakmayalım ya da son seçimlerde yapılan bazı yanlışları tekrarlamaktan neden vazgeçmeyelim? Yine bu müzakerelerde ülkedeki bütün deneyimli insanlardan istifade edilmesi gerekmekte. Bu ulusal görüşmelerde Seyyid Muhammed Hatemi, Mehdi Kerrubi, Haşimi Rafsancani, Hasan Ruhani, Ali Ekber Velayeti ve İbrahim Yezdi gibi isimlerin deneyimlerinden faydalanmak yerinde bir tavır olacaktır.
Sonuçlarını göz önüne almaksızın iki grubun İran-ABD görüşmelerinden oldukça rahatsız olduğunu söyleyebiliriz: İran’a yapılacak askerî bir saldırı ya da en azından ekonomik bir ambargo için gün sayan ve gelecekteki İran’dan kendileri için bir pay koparmak amacıyla Amerikan Kongresi’nin koridorlarını aşındıranlar ve Orta Doğu’da hayalini kurdukları maceralara girişebilmek için İran-ABD ilişkilerinin daha da bozulmasını isteyen bazı iç güç odakları. Her iki grup da bugünden itibaren İranlı ve Amerikan üst düzey yetkililerini etkileyerek söz konusu gidişatı değiştirmeye çalışacaklardır. Bu görüşmeleri zehir kadehi içmeye benzetecekleri gibi, kendilerine ait uydu kanallarında ABD’nin İran muhalefetini arkadan bıçakladığını da söyleyeceklerdir. Eğer söz konusu görüşmeler onurlu, gerçekçi, somut konular üzerinde ve karşılıklı menfaat ilişkisine dayalı yapıcı bir şekilde gerçekleşecek olursa, içilenin İran için zehir değil ab-ı hayat olduğu bilinmelidir. İran İslam Cumhuriyeti, İranlılığın, İslamlılığın ve cumhuriyetin hep birlikte hareket ettiği bölünmez sistemin adıdır; içinde bağımsız İran’dan eser bulunmadığı cumhuriyet ya da özgür İran’ın olmadığı İslamlığın değil. Bu gerçeği sanırız Amerikalılar bile anlamış durumda. Savaş, diplomasinin bittiği yerde başlar. İran’ın diplomasisi ise henüz sona ermedi.
Tavsiye Et