Bugün Ankara merkezli Türkiye’de hem devlet içi çeteler, cunta heveslileri ve faili meçhuller ile bir hesaplaşma yaşanıyor, hem de “sivil vesayet”, “sivil darbe”, “sivil faşizm” iddiaları havada uçuşuyor. Belli ki, ortada iki taraf var: Sivil taraf, hukuk ve demokrasi çerçevesinde bir devlet ve toplum düzenine giden yolu açmaya çalışırken; diğeri, şimdiye kadar militarizm ile özdeşleşmiş vesayet, darbe, dikta, faşizm gibi kavramları “sivillik” ile yan yana getirmeye çalışıyor. Doğrusu, buradaki kavramsal tetikçiliği ve manipülasyonu görmemek için ya art niyetli ya da asgari düzeyin altında bir zekâya sahip olmak gerekiyor.
“Sivil vesayet” tartışmaları, olumlu demokratik siciliyle bilinen gazeteci Nuray Mert’in, 3 Ocak 2010 tarihinde Vatan gazetesine verdiği röportajla başladı. Kendisi her ne kadar Kasım ayında bu kavramı kullandığını söylese de, o zaman yazdıkları böyle bir tartışmayı başlatacak değerde görülmedi herhalde. Mert Hanım’a göre, Türkiye bir çeşit “tek parti rejimi”ne doğru gidiyor, AK Parti iktidarının uygulamalarıyla bir “sivil vesayet” tehlikesi doğuyor.
Ardından bazı köşe yazılarında ve CHP lideri Deniz Baykal’ın MYK toplantısı konuşmasında tartışma, “sivil vesayet”, “sivil dikta”, “sivil darbe”, hatta “sivil faşizm” kavramlarına dönüşerek devam etti.
Aslında Mert’in gündeme taşıdığı sivil darbe kavramı, Cumhuriyet gazetesinde yazan Ataol Behramoğlu tarafından Ekim 2003’te kullanılmıştı. Hatta Behramoğlu aynı adla bir kitap da çıkardı. Fakat sivillere vesayet, dikta, faşizm gibi kavramlar yakıştırılmasının daha uzun bir geçmişi bulunuyor. Adnan Menderes ve Turgut Özallı yıllardan alışık olduğumuz bu tartışmanın başlattığı süreçler, genellikle askerî vesayet ile sonuçlandı. Ve her ne hikmetse, “sivil dikta” gibi kavramlar, Türkiye’de seçimle iş başına gelen parti veya yöneticilerin yine seçimle iktidardan düşürülemediği, yani arkasında güçlü halk desteğinin bulunduğu dönemlere denk geliyor.
Tavsiye Et
Kavramların yol açtığı terörün siyasal ve toplumsal yaşamda ne denli telafisiz sonuçlara yol açtığını söylemeye bilmem gerek var mı? Hele ki jakobenler döneminde olduğu gibi ideolojik meşruiyet ile birlikte silahlı gücü de arkasına alan en harika sözcüklerin birer Robespierre giyotinine dönüştüğünü ve masum başları gövdeden ayırdığını…
“Özgürlük-eşitlik-kardeşlik” teslisinden ilkinin kellenin bedenden özgürleşmesi, ikincisinin devrim karşıtı herkesin cellât önünde eşit olması, üçüncüsünün ise aynı sosyo-politik çıkarlara sahip olanların kardeşliği anlamı kazandığını hatırlatmaya bilmem gerek var mı?
Geçmişte zor zamanlarda gösterilen sivil cesaret ve mertlik sayesinde elde edilen itibarın, istikrarlı olmadığı müddetçe, yeni zor zamanlarda harcanarak kolayca tüketilebileceğini…
Muhteşem bilim adamlığı geçmişini “Türkiye Malezyalaşabilir de, Malezyalaşabilmez de” türünden fal bakmalar ve “mahalle baskısı” sorunsalıyla sorgulatan Mardinzade Şerif Hoca’yı…
Demokrasi mücadelesi verirken bir anda kendini zıddına inkılâp etmiş bulan Nurlu-Morrison Süleyman Baba’yı…
Hatta konuya, şenlik olsun diye diğer babaları dâhil edelim:
Mesela 60’ından sonra Emmioğlu’nu Rock’n Roll tarzında söyleyip gülünç olan Ferdi Baba’yı…
Meyhanede isyan şarkılarıyla ömür çürüttükten sonra Teoman’ın bar sandalyesine çıkıp sosyetede bile sarakaya alınan Müslüm Baba’yı…
Popstar yarışmalarına düşüp Bülent Ersoy’un çemkirmelerini sineye çekerek izzet ile nezaket dengesini kuramayan Orhan Baba’yı…
Bilmem hatırlatmaya gerek var mı?
28 Şubat’tan itibaren taktik değiştirip artık tetiği sivillere çektirenler, sanmıyorum ki seninle Fadime Şahin arasında bir fark görsünler.
Oysa burada bir farkın vardı!
Tavsiye Et
Bundan 30-40 yıl sonra, 2010 Türkiye’sinde olup bitenleri anlatmak için bir kitap yazılacak olsa, ona en uygun ad herhalde “Türkiye’de Demokratikleşme Sancısı” olacaktır. Askerî bir yönetim geleneğine sahip ve asker kökenli önderler tarafından bir bağımsızlık savaşı sonrası kurulan Türkiye’de bu sancı hep hissedildi.
1930’da Reisicumhur Mustafa Kemal şöyle diyordu: “Bugünkü manzaramız aşağı yukarı bir diktatüre manzarasıdır. Hâlbuki ben cumhuriyeti şahsi menfaatim için yapmadım. Hepimiz faniyiz. Ben öldükten sonra arkamda kalacak müessese, bir istibdat müessesesidir. Ben ise millete miras olarak bir istibdat müessesesi bırakmak ve tarihe o suretle geçmek istemiyorum.”
Ardından, bizzat Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın kurulmasına öncülük ederek demokrasi konusundaki kararlılığını gösterdi. Ancak Cumhuriyet, demokrasiyi hazmetmek ve korumak konusunda aynı kararlılık ve iradeyi gösteremedi.
Tek partili yılların ardından, II. Dünya Savaşı’nın bitmesiyle esen özgürlük rüzgârları Türk siyasal yaşamını da derinden etkiledi. Partilerin kurulması serbest olurken, 14 Mayıs 1950’de seçimleri kazanan Demokrat Parti iktidarı Cumhuriyet Halk Partisi’nden devraldı. Bu tarih, aynı zamanda Türkiye’deki asker-sivil yöneticiler arasında “kurumsal çatışma” döneminin de başlangıcı sayılabilir. 27 Mayıs 1960 ihtilali ve bir yıl sonra yapılan yeni anayasa ile siyasal güç ve askerî gücün doğrudan ya da oluşturdukları denetleyici, dizginleyici, yönlendirici kurumlar üzerinden bir iktidar mücadelesi yürüttükleri görüldü. 12 Mart 1971, 12 Eylül 1980, 28 Şubat 1997 ve 27 Nisan 2007 tarihleri bu mücadelenin “askerî vesayet” görünümü kazandığı dönemler oldu.
Gerçekte yaşanan; sivil-demokratik siyasetin, asker ve sivil bürokratlardan oluşan militarist yapı ile en azından rekabete girebilecek bir olgunluğa erişmesiydi. Siyaset kurumu, henüz teşekkül etmekte olan burjuva sınıfını yanına pek alamasa da, zaman zaman sandık, seçmen ve kamuoyu kozunu kullanabiliyordu.
Militarist tek parti anlayışının vesayet yeteneğini kaybettiği bu ortam, siyaset ile orduyu karşı karşıya getirmek isteyen kimi sivil aktörlerin girişimlerine de sahne oldu. Mesela 12 Mart öncesi ordu içindeki bir grubu Kemalist sol bir darbe girişimine teşvik eden Doğan Avcıoğlu ve İlhan Selçuk liderliğindeki Yön Hareketi, Gazeteci Hasan Cemal’in Kimse Kızmasın Kendimi Yazdım kitabında geniş biçimde anlatılır.
Yine 12 Eylül darbesine alkış tutan basın kuruluşları ve bazı siviller, bugün kendileri pek hatırlamak istemese de, Türkiye’nin kolektif hafızasında yerini aldı. 28 Şubat’ın “Silahsız Kuvvetler Göreve” sloganıyla harekete geçen ve “Mahşerin 5 Atlısı” olarak adlandırılan DİSK, TOBB, TÜRK-İŞ, TESK, TİSK gibi sivil kuruluşların verdiği demokrasi sınavı da karnelerine işlendi.
Aslında Türkiye’de “askerî vesayet” ile “sivil vesayet” gibi iki ayrı uca sürüklenen tartışmaların gösterdiği bir gerçek var: “Ardında bir istibdat müessesesi bırakmaktan korkan” Gazi Mustafa Kemal’in ülkesi, 1950’de “askerî vesayet”in bitmesiyle başlayan “kurumsal çatışma” döneminden “normalleşme” sürecine doğru ilerliyor. Anayasal hukuk düzeninin tek çare olduğunun anlaşılacağı bir süreç yaşanırken, asker-sivil ilişkileri de bir norma, yani hukuka bağlanıyor. Ve bu süreçte pek çok sivil ve asker yönetici, bazı aydın ve gazetecilerden daha başarılı bir demokrasi performansı sergiliyor.
Tavsiye Et
“Eline balyozu alan, herkesi çivi görür” derler. Ancak balyozun demirini sapa bağlayan da çividir. Ve bu kez balyozun çivisi çıkmışa benziyor.
Taraf’ın ortaya çıkarttığı Balyoz Harekât Planı bu kez reddedilmedi; manipüle edilmeye çalışıldı. Plana dair muhtemelen söylenmeyen söz kalmayacak; ama savcıların el atması gereken iki somut olay öylece duruyor: Senaryoda geçen uluslararası bir finans merkezi ile bir dinî merkeze saldırı düzenlenmesi planı…
Her iki plan da kısa bir süre sonra HSBC ve sinagog saldırıları ile gerçekleşmedi mi? Kehanet ya da keramet değilse, bu konu da yargıya emanettir.
Tavsiye Et