Söyleşi: M. Mücahit KÜÇÜKYILMAZ
Mustafa Kutlu, Türk hikâyeciliğinin zirvesi. Bu toprağın kendine özgü serüvenini anlamaya ve hilesiz, duru bir dille anlatmaya çalışıyor.
1947’de Erzincan’da doğdu. Atatürk Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nü bitirdi (1968). Sanat hayatına İstanbul’da çıkan Fikir ve Sanatta Hareket dergisinde yayımladığı hikâyelerle girdi (1968). 1990’dan beri yönettiği Dergâh dergisinde hikâye ve denemeleri çıkıyor. Türk Dili Edebiyatı Ansiklopedisi’nin üçüncü cildinden itibaren yayım yönetimini üstlendi. 1986 yılından itibaren Zaman gazetesinde şehir yazıları yayımladı; 1995’ten bu yana Yeni Şafak gazetesinin kültür ve spor sayfalarında yazıyor. Sinema ve televizyonla ilgileniyor; senaryolar yazıyor, TV programları hazırlıyor. Koyu Fenerli.
Kutlu ile, hikâyelerinden tanıdığımız Saka Kuşu’nun ötüşleri eşliğinde, zevkli bir sohbet gerçekleştirdik. Şehir, tasavvuf, toplumsal dönüşüm, modernlik, gelenek, iktisat, yoksulluk, sosyal adalet gibi Mustafa Kutlu hikâyesine rengini veren konular, söyleşinin de ana temalarıydı. Aralarında, Yoksulluk İçimizde (1981), Ya Tahammül Ya Sefer (1983), Bu Böyledir (1987), Sır (1990), Beyhude Ömrüm (2001) ve Tufandan Önce(2003)’nin de bulunduğu bir düzine hikâye kitabı olan Kutlu, Hüzün ve Tesadüf(1999)’ten beri her yıl bir hikâye kitabı yayınlamaya okuru alıştırdı. “Bu sefer her nedense paranoyak bir şekilde adını sakladım” dediği yeni kitabını ise bizden saklamadı. “Adı Şef. Fakat ‘Chef’ şeklinde yazılacak; Fransızca yazılışıyla” diyor ve bununla ilgili ipuçlarını söyleşinin içinde veriyor.
İsterseniz yazarlık meselesinden başlayalım. Yazarlık, nasıl bir şey? Günün birinde yazar olacağım diye bir duygu mu geliyor, yoksa insan kendini öyle yazarken mi buluyor?
Yazarlık işi bizim memlekete nereden intikal etmiş; onu bilmiyorum. Ama yazarlar ve sanatçılar herhâlde dünyanın diğer taraflarında da ayrı bir muamele görüyorlar. Hatta bunu biraz ileri götürürsen, “yazardır, ne yapsa yeridir” yahut “sanatçıdır, ne yapsa yeridir”e kadar uzayabilir. Meselâ dâhi diyorlar, diğer insanlardan ayırıyorlar. Ben bizim kültürümüzde dâhi kelimesine rastlamadım. Bir Mimar Sinan’ı ele alacak olursak, o da tıpkı kavukçubaşı gibi, kazasker efendi gibi bir mimarbaşıdır; meslek erbabıdır. Kaynaklarda insanüstü bir yaratık gibi bahsedilmiyor; hakeza padişaha da diğer insanlar gibi normal bir adam olarak bakılıyor. Ben bize ait olan değerlendirmenin sanatla zanaatı ayırmayan bir düşünceden neşet ettiği kanaatindeyim. Bana göre bir ressamla bir taş ustasının, bir şairle bir nakkaşın farkı yoktur. Zanaatkârlar da birer sanatçıdır. Bu deha meselesi, ateşi çalan Prometheus’tan geliyor olabilir.
İlk, “yazdım” dediğiniz şeyi hatırlıyor musunuz? “Şunu yazdım ve bu benim yazar olduğuma delâlet ediyor” dediğiniz metin...
Lise yıllarında edebiyata ve sanata meylim vardı. Sözgelimi, o yıllarda uzun süre resimle uğraştım. Sonra malî meselelerden dolayı, bir de Erzurum yakın olduğu için, Erzurum Edebiyat Fakültesi’nde okudum ve oradaki tahsil hayatım sırasında Orhan Okay Hoca’nın talebesi oldum. 1966’da Hareket mecmuası çıktı. Hareket mecmuası benim fikir dünyama, hissiyatıma denk düşen bir mecmuaydı. Yani hem Müslüman, hem sosyal adaletçi. O zamanlar sosyalist bile olmuştum. Zira adalet düşüncesi bende çok köklüdür; nitekim kitaplarımın hepsinde vardır.
Hatta, Yoksulluk Kitabı adıyla yazılarınız yayımlandı.
Evet, yoksulluk meselesinin de üzerinde uzun boylu duruşumun nedeni, bendeki isyan duygusudur; haksızlığa karşı isyan bende hep vardı, yazılarımda da var. Hareket dergisini de bana hukukçu amca oğlum tanıtmıştı ve çok hoşlanmıştım. Orhan Hoca’nın masasının üstünde de görünce, biz aynı dergiyi okuyan hoca ve talebe olduk. Hocam bana “Senin de mi haberin var?” deyince, ben de “Evet hocam, çok hoşuma gitti,” diye mukabelede bulundum. “Bu dergiyi çıkaran adam (Ezel Elverdi) biraz sonra buraya gelecek” dedi. Karşılaşınca baktım ki tombul, kıvırcık saçlı tipik bir görünüşü var; yani öyle savaşçı görünümlü biri değil. Erzurum Pastanesi’ne oturduk. Ben uzun uzun Hareket mecmuasını tenkit ettim. Mesela görsel olarak hiç hoşuma gitmiyordu. Beni dinledi. Sonra da “Şuradan başlayalım; sen madem resim yapıyorsun ve isteklisin, o hâlde bize desen gönder,” dedi. Dolayısıyla Hareket dergisine yazı yazarak değil, desen yaparak girdim. Sonradan ilk hikâyemi yazıp Orhan Hoca’ya götürdüm; ismi “O” idi. Resimle bir yere varamayacağımı anlamıştım; çünkü taşrada, akademik eğitimden geçmeden, usta görmeden, çoban ressam filân olunabilir ancak. Belki de resimle ifade edemediğim şeyleri ifade etmek için edebiyata başvurmuşumdur; bu sorunuz için bir cevap olabilir.
Sizi, yazış tarzınız değil belki; ama konuları seçişiniz bakımından Behçet Necatigil’e benzetiyorum. Küçük yer, kasaba, orta insanlar ve bunların buluşması diyebileceğimiz bir durumu yaratmaya çalışıyorsunuz. Oysa İstanbul’da aşağı yukarı kırk yıllık bir geçmişiniz var. Ancak hâlâ Erzincan’da, Erzurum’da yaşayan biri gibi yazabiliyorsunuz. Bunu nasıl beceriyorsunuz?
Yazı hayatımda başlangıçtan bugüne takip ettiğim esaslı bir konu var: Türkiye’de toplumsal dönüşüm. Bunun en önemli konu olduğu kanaatindeyim; çünkü gerçekten Türkiye 1950’den itibaren, yani çarığın, karasabanın ortadan kalkışından itibaren, çok köklü değişmelere sahne oldu. Halil İnalcık, “Osmanlı toprak düzeni 1950’ye kadar devam etti,” diyor. Ben de Türkiye’nin 1950’den itibaren çok değiştiğini gözlemliyorum. Sırf siyasî değişikliklerden değil; çarığın yerine kara lastiğin, sabanın yerine pulluğun gelmesi gibi toplumsal ve kültürel değişikliklerden bahsediyorum. Bu gözlemi Türkiye’de insanlığın (yani topyekûn geleneklerin, yaşama biçiminin, şehirlerin, dilin, terbiyenin) ne yönde değiştiğini (neleri kaybettiğimizi, neleri muhafaza ettiğimizi) anlamak, bir de Cemil Meriç’in tabiriyle, “maziden istikbale bir köprü olmak” bakımından önemsiyorum; çünkü bizim geçmişimizle bugünümüz arasında maalesef büyük bir kopukluk var. Bu toplumsal dönüşüm meselesinin başlangıcı için bana bir ünite, bir mekân, bir kültürel zemin, bir toplumsal birim gerekiyordu ve kanaatimce bu, Türkiye’de “kasaba” idi. Nitekim Sezai (Karakoç) Bey de bu duruma dikkat çekmiş, bunu sonradan öğrendim. Kasaba, esnafıyla, eşrafıyla, insan ilişkileriyle şehirlere nazaran daha az değiştiği –neredeyse hiç değişmediği– ve bu sayede geleneksel yapısını muhafaza ettiği için, bizi biz yapan kültürün ne olduğunu çok daha iyi görebileceğim ve bu ölçüyü tutturduktan sonra, bunun geçmişten bugüne ne kadar savunulduğunu anlayacağım için kasabayı hikâyelerimde öne çıkardım. Kasaba benim için büyük bir ölçek, bir laboratuar oldu. Geçen elli sene içerisinde kasabalar ortadan kalktı. Bir kısmı azmanlaşarak şehir olma iddiasında bulundu. Suşehri gibi yerler hâlâ şehir olmayı bekliyor. Siyasî maksatla Osmaniye şehir oldu. Bazı kasabalar da göç vererek silinip, eski yapısını kaybetti. Göz önünde bulundurduğum süreçte, insanımızın özelliklerini en iyi yakalayabileceğim konu “kasaba” idi. Kendi teşebbüsümü zenginleştirmek için, meselâ yurt dışına gitmeyi hiç arzu etmem. Gitmek istediğim; Tosya, Kula, Ödemiş, Sinop, Kastamonu, Ermenek gibi yerlerdir. Bütün endişem, oraları, turistik hâle gelmeden görmek. Çünkü turistik hâle gelmek demek, eski atmosferin yaşanmadığı, turistlere hizmet için paketlenmiş program olmak demektir.
Yazılarınızda kasabanın kaybolduğunu, ama yerine şehrin de gelmediğini görüyoruz. Tasvir ettiğiniz şehirler, büyümüş köyler gibi. Dolayısıyla şehirlerimiz büyümedi, köylerimiz büyüdü gibi bir hava var. Bunu biraz açar mısınız?
Geçenlerde “İmza ve Marka” başlıklı bir yazı yazdım. İstanbul’a mimarlar geldi; havadan, karadan, denizden dolaştılar. Biri hayran kalmış İstanbul’a; yani sur içine. “Her şey olağanüstü” diyor. Hatta “ben Ayasofya’yı seçmiştim; ama hayır, Sultanahmet Camii daha iyi bir sembol,” diyor. Sonra Kazlıçeşme, Gaziosmanpaşa, Şirinevler, Sultanbeyli’yi gezmiş ve dehşete kapılmış; “Yahu bunları gerçekten de Mimar Sinan’ın torunları mı yaptı?” demiş. Ne kadar kendi kişiliğimizden, kültürümüzden, kimliğimizden, birikimimizden uzağa düştüğümüzü gösteriyor bu. Birçok televizyon programında, bu işle uğraşan kişilerin (ki bunlar arasında maalesef İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı da var) “İstanbul’u nasıl marka yaparız?” endişesiyle konuşmalar yaptığını gördüm. İmza şahsî bir şeydir; kişilik, şahsiyet, biricik oluş, eşi benzeri bulunmayış, temsil kabiliyeti gibi birçok şey ifade eder ve taklit edilemez. Taklit edilmesi de suçtur. Bir kişi eserine imzasını atmışsa, o eser bir tanedir. Bir tane olduğu için çok önemli, eşsiz bir şeydir. Dolayısıyla imza sahibi olmak, çok az şehre nasip olmuş bir şeydir. Uzak Doğu’nun mabet tarzları, Ortodoksların soğan kubbeleri, Katolik Gotik kiliseler, kadim medeniyetlerin şehirleri dinî kimliklerini siluetlerde gösterir. Oysa ki seküler medeniyetin, yani modern medeniyetin şehirlerinde bu yoktur. Yüksek gökdelenler, yüksek binalar, heykeller, bulvarlar vardır. Bunların görünümleriyle kadim şehirlerin siluetleri birbirinden farklıdır; hemen ayırt edebilirsiniz.
Modern şehirler hep birbirine benziyor.
Evet, modernler hep birbirine benzer. Modern şehirler bu yüzden fabrikasyondur. Bir marka da öyledir. Fabrikasyon bir ürün için birçok kişi (tasarımcılar, renkçiler, vs.) çalışır. Bir marka, bir kişiden ziyade ortaklaşa bir çabanın ürünüdür; markalaşıldıktan sonra da seri üretime geçilir. Siz “A” markasını giyersiniz, arkadaşınız da giyer. İki “A” giyen arasında bir eşitlik peyda olur. Bu sözde eşitlik, insanlar arasında sanal bir memnuniyete yol açar.
Aslında bir bakıma buna tek tipleşme diyebiliriz.
Hem tek tipleşme, hem de bir markayı ele geçirmiş olmanın, diğeri ile aynı seviyeye ulaşmış olmanın verdiği aldatıcı rahatlama hissi, tüketim toplumundaki tipik bir eğilimdir. Dolayısıyla marka yapılır, sunulur, moda olur, satılır; sonra tekrar yerini başka bir yere bırakır. Bir müddet sonra biter. Ama imza hiçbir zaman kendini satmaz. O bir varlık meselesidir. Bizim şehirlerimiz eskiden imzalarını taşıyorlardı. Mesela Erzurum evleri ve mahalleleri ile Kütahya evleri ve mahalleleri arasında çok bariz farklar vardı. Kişilik, güzellik farkları vardı; iklimden, coğrafyadan, kültürden, malzemeden gelen çeşitlilikler vardı. Turgut Cansever’in de tespit ettiği gibi, Osmanlı medeniyetinin ortak standartlarını kullanıyorlardı (pencere biçimleri, kapı ölçüleri, kapı biçimleri, vs.); ama her bölge kendi içinde özerk ve kendi kültürüyle, malzemesiyle, onu yoğuran kendi kişiliğini aksettiriyordu. Mesela 1960’larda ben Erzurum’daydım. Erzurum, hüviyet sahibi bir şehirdi. Hakikaten girdiğiniz zaman evleriyle, sokaklarıyla, esnaflarıyla, çarşılarıyla bambaşka bir şehirdi. Şimdi gitseniz, onların hiçbirini bulamazsınız. Bütün şehirlerimiz kendine mahsus özellikler taşıyordu. Biz maalesef nasıl İstanbul’u barbarca ortadan kaldırdıysak, o şehirlerde oturanlar da bunu yaptı. Ancak bazı adacıklar var bizde. Mesela İstanbul Boğazı; toprakla doldurulmadıktan sonra güzelliğini kaybetmez. Bazı şehirlerimizin de böyle birkaç köşesi kaldı sadece –ki onları bulduğumuz zaman önünde durup resim çektiriyoruz. Diğer kısımlar konfeksiyon oldu. Bulvarlar, uyduruk parklar, içinde şelâleler, fıskiyeler; benzin istasyonları, showroomlar, sonra mümkünse şehirde bir ya da iki gökdelen. Mesela Konya’nın ortasında gökdelenin ne işi var?
Şu anda yedi tepeye misilleme olarak Üsküdar-Kadıköy arasına yedi tane gökdelen dikileceği, dolayısıyla şehrin siluetinin modernize edileceğine dair rivayetler var.
Bir yazımda, “Asla böyle bir şey yapmayın!” dedim ve Başbakan’a sitemde bulundum. Çünkü üçüncü köprüye, belediye başkanlığı döneminde şiddetle karşıydı; bakıyorum da şimdi üçüncü köprü taraftarı oluvermiş. Bu çok yanlış bir şey. Dünyanın aklı yeten mimarları “Bu güzelim İstanbul şehrini rahat bırakın!” diyorlar. “Yapacak çok işiniz var,” diyorlar. Onu da şunun için söylüyorlar: İnsanların görmesi lâzım gelen o kadar çok tarihî eser ve semt var ki! Hâl böyleyken, gökdeleni, şunu bunu ne yapayım? Çatalca’da ticaret bölgelerine motel mi, alışveriş merkezi mi yapacaksınız, imar mı yapacaksınız, gidin yapın. Buraya neden yapıyorsun kardeşim? Burayı rahat bırakın! Burada medreseyi, çeşmeyi onarın. İnsanlar gelip onları görmek istiyor. İstanbul’un mimarî yapısı onarılmalı; imar faaliyetinden kastım bu. Mesela surların doğru dürüst restore edilmesi fevkalâde bir gereklilik.
Hikâyelerinizde, hep toplumsal dönüşümle bir paralellik görülüyor. Yokuşa Akan Sular’da o dönemin konjonktürüne uygun işçi, sendika üyeliği ile ilgili neredeyse sosyalizme yakın bir çizgi var. Ya Tahammül Ya Sefer’de yine, 1980 sonrası İslâmî kesimdeki çözülmeye değiniyorsunuz. Daha sonra Sır var; yine gelenek, modernleşme, köy, şehir, tasavvuf eksenindeki şeylere eklenebilir o da. Genelde “şimdi”yi ele alıyorsunuz, o dönemi yazıyorsunuz. Şark hikâyeciliğinden faydalanan, çerçeve öyküyü kullanan bir hikâyeci olarak biliniyorsunuz. “Şimdi”yi sürekli esas alırken gelenekten, tarihten etkilendiğiniz hâlde ortada tarihî bir öykü yok; bilâkis sürekli bir “şimdi” var. Bu, bir kaygının ürünü mü?
Doğrusu iyi bir tespit. Ben geçmişe de, arkama da çok fazla dönüp bakmam; ön tarafı da fazla merak etmem. Benim için önemli olan, şu anda ne yaptığımız. Bu belki mizacımdan, hem de benimsediğim tasavvufî anlayıştan ileri gelen bir şey. “Dem bu demdir, dem bu dem” ifadesi o anda ne yaptığınla ilgili. Yani o anda aldığın nefesin Hak’la birlikte olması lâzım. Bir önceki, geçmiş gitmiştir. Bir sonraki, senin elinde değildir zaten. Yani o an ne yapacaksan yapacaksın demektir. Bir tasavvufî anlayıştan neşet ediyor bu. Zaten ilk hikâyelerimde, Yokuşa Akan Sular, Ya Tahammül Ya Sefer, Yoksulluk İçimizde, Bu Böyledir ve Sır adlı beş kitapta, belirttiğiniz gibi Şark hikâyesini esas aldım. Yani bir çerçeve hikâye ve içinde diğer parçalar. Bu da tasavvufî bir yapı yani. Şark’ta zaten sanat dili tasavvuf üzerine kurulmuştur. Sanatçıya sembolik bir dil lâzımdı ve bu da tasavvufun dili olabilirdi ancak. En tipiği Mantıku’t-Tayr’dır. Otuz kuş gidiyor Simurg’u aramaya. Kuşların her birinin ayrı ayrı hikâyesi var ve onlar bir çerçevenin içindeki hikâyelerdir; fakat birbiriyle bağlantılıdır. Dolayısıyla kesretten vahdete giden bir yapıyı işaret eder. Ben doğrusu bu yapıyı günümüz insanının anlayacağı, modern bir tarzda işlemeye çalıştım. Bunun bir dili var; o dili yakalamaya, modern mazmunlar üretmeye çalıştım. Yazdıklarım tasavvuf sembolizmini taşır ve bu dili de gittikçe daha az söyleyip çok şey ifade etmeye çalışan Şark üslûbuna yaklaştırmaya çalıştım. İşte o beş kitap, tasavvuf düşüncesi üzerine yükselir. Ama bu teorik bakımdan böyledir. Pratikte ise günümüz meselelerini anlatır. Yine ben toplumsaldan topluyorum. Mesela Sır kitabı, 1980 sonrasında Türkiye’de tasavvufla, tarikatla, siyasetle hayli yakından ilgilenen büyük kalabalıkların öyküsüdür. 1984’te bunlara dikkat etmişim ve bunun nereye doğru yürüdüğünü çözmeye çalışmışım. Uzun bir süre sonra, söylediklerimin gerçekleştiğini gören arkadaşlar oldu.
Başlangıçta çok tepki aldınız ama...
Evet, belki başlangıçta çok tepki aldım; ama sonradan –bunu söylemek bana acı gelse de– “Senin bütün söylediklerin bir bir çıktı,” diyenlerin sayısı hiç de az değildi. Dolayısıyla baştaki bu beş kitabı anlamak biraz donanım ister. Ortalama okuyucu, onları tam manasıyla çözemez; sadece olayları takip edebilir. Biraz tasavvuf bilmesi lâzım. Uzun Hikâye ile başlayan ve Beyhude Ömrüm, Mavi Kuş, Tufandan Önce ve Rüzgârlı Pazar ile devam eden sonraki beş kitap ise, geleneğin başka bir yönünü esas alıyor –ki o da halk kültürü ve halk hikâyeleridir. Halk kültürü ve halk hikâyelerini de çok önemsiyorum. Önceki kitaplarımın divan edebiyatı gibi yüksek zümre için olduğunu kabul edersek, bunların da halk edebiyatı için olduğunu kabul edebiliriz. Çünkü bu kitapları yediden yetmişe herkes çok kolay okuyor. Bunları bazıları roman kabul ediyor; ama ben bunun neden roman değil de, hikâye olduğunu her zaman açıklayabilirim.
Mesela Uzun Hikâye’ye “kısa roman” diyenler oldu.
Yok, onu anlatırım, o teknik bir şey. Burada da halk hikâyesini şöyle bir hâle getirdim: Aslen halk hikâyesi denilen şey, anlatım esaslıdır; yazma esaslı değildir. Anlatım esaslı bir şeyi, yazı esaslı bir hâle getirmek bayağı zor bir iştir. Öyle bir yazı yazacaksınız ki, yazdığınız yazı, sanki birisi anlatıyormuş da dinliyormuşsunuz gibi olacak. Yani bir kitap okuyormuş gibi değil de, birinin anlattıklarını dinliyormuşsunuz gibi olacak. Ondan sonra da keyifle okunacak. Son beş kitap, halk edebiyatını yeniden ve günümüz şartlarında yeni bir dille, yeni bir kuruluşla, anlatım esaslı metni yazma esaslı metne çevirerek yapılmış hikâyeler oldu ve çok kolay okundu. Ama onlar da sosyal meselelerdi.
Yeni bir türe geçtiğinizin işaretlerini alıyoruz. Diyelim ki, ilk beş kitapta tasavvuf ve yüksek kültür, divan kültürü; diğer beş kitapta halk kültürü. Şimdi bu çıkacak olan kitaplarda daha farklı bir damar olacak sanki; onu biraz açabilir misiniz?
Bu yıl benim yazı hayatımdaki otuz altıncı yılım. Geçen zaman içerisinde bir Mustafa Kutlu hikâyesinden bahsedilebilir. “Bu, onun yazdığı bir şey, evet onun yazdığı belli oluyor” denilmiştir. Benim yazacağım kitap da ne olursa olsun, hangi biçimsel tavrı öne çıkarırsa çıkarsın, –çünkü biçimsel kaygıları ben çok öne almam– “bunu Mustafa Kutlu yazmış” diyecekler. Ama öbürlerindeki gibi bir kaygı ile yazılmış olmayacak. Bu kitapların isimlerini ben daha önceden hep tekrar ederdim. Bir kitabı yazarken öbür proje hemen doğuyor. Mesela gelecek sene yazacağım kitabın adı şu olacak diyordum; kitabı yazmadan önce. Ben kitabın adını ve girişini çok önemserim. Bu sefer her nedense paranoyak bir şekilde kitabın adını bugüne kadar sakladım. Ama şimdi itiraf edeyim. Yeni kitabın ismi Şef. “Chef” şeklinde yazılacak; Fransızca yazılışıyla yani. Bu yazım tarzını tercih edişim de bizim memleketteki yabancı dil tutkusundan ileri geliyor. Bugün insanlar, çocukları İngilizce bilsin diye daha anaokulunda İngilizce öğretmeye kalkışıyor yahut İngilizce bilmeyeni adam yerine koymuyorlar. Hikâyede bir de bu dertten muzdarip bir kahraman var; “İngilizce bile bilmiyoruz, yahu adam mıyız biz!” diyen biri. Ayrıca kitaptaki kahramanların biri de bir banka şefi. Bir aile: Baba, anne ve oğul. Üçünün birbirleriyle kesişen ve ayrılan üç hikâyesi var. Kitap üç hikâyeden oluşuyor. Burada öbür kitaplarımdan farklı bir yapı var. Yani üç başlık var ve üç başlıkta metinleşen bir yapıyı gösteriyor. Türkiye’de olup bitenler, beni, bunları yazmaya zorluyor.
Bu kahramanları gerçekten somut olarak görüyor musunuz, yoksa birkaç kişinin birleşiminden bir kahraman mı çıkarıyorsunuz? Yani “şef”, tanıdığınız bir kişi mi?
Hayır, hiçbir kitabımda birebir adam yoktur. Uzun Hikâye’deki çocuğu da ben zannetmişlerdi. Otobiyografi olarak düşünülüyordu. Halbuki ben kendisini anlatan biri değilim. Gördüklerimi, duyduklarımı, gözlemlediklerimi, kendi yaşadıklarımı, onların bende bıraktığı izlenimlerin süzgecinden geçirerek harmanlıyorum. Dolayısıyla kitapların içinde bir parça ben de varım elbette; ama asla başrolde değilim. Ama saka kuşu, küpe çiçeği, trenler, vs. benden gelen şeyler. Elbette ki bir hikâyeci yaşadığı toplumda duyuyor, görüyor ve onları okuduklarıyla, kendi hisleriyle harmanlıyor. Mesela Tufandan Önce adlı kitabı yazmaktaki amacım, Türkiye’deki siyasetin parodisini yapmaktı. Benim hiç yakın olmadığım bir hadisedir; siyaseti de, siyasetçileri de sevmem. Ama öğrenmem gereken şeyler var. Kitabı yazmadan önce il başkanları, ilçe başkanları, milletvekili arkadaşlarım, parti başkanları, hatta bakanlarla görüştüm. Mesela bir kaymakam arkadaşımın bana çok büyük faydası oldu. Kendisi Reşadiye kaymakamıdır –ki ona müteşekkirim. İlçeye bir bakan geldiği zaman nasıl karşılama yapılır, onu anlattı. Ben bunu bilmiyorum; ama bunu doğru yazmam lâzım. Bir bakana nasıl brifing verilir? Karşılama il sınırları içinde mi olacak; yoksa ilçenin giriş kısmında mı? Böyle bürokratik şeyler var. Bunların hepsini öğrendim. Mesela şurada Sarıkamış’la ilgili bir kitap var, onu okuyorum. Bundan sonra yazacağım kitapta bana çok küçük bir iki şey lâzım Sarıkamış Harekâtı ile ilgili.
Bu hikâye de “şimdi”de geçecek; ama yine tarihten beslenecek herhalde?
Bundan sonra yazacağım, biraz daha metafizik bir kitap olacak. Görünüşte hiç metafizik değil. Benim kitaplarımda zaten böyle bir şey vardı. Mesela hemen hemen tamamında bir fanilik düşüncesi vardır; ama çok göz önünde değildir. Biraz düşününce anlaşılır. İşin esasını konuşacak olursak; insanoğlu ruh ve bedenden oluşuyor. Ruh hakkında bir şey bilmiyoruz. Fakat beden hakkında çok çeşitli rivayetler var. Ama nefs dediğimiz bir şey var. Mesela bizde trajedinin olup olmadığı tartışılmıştır. Bence bizde trajedi yok. Allah varsa, trajedi olmaz zaten. Yani yalnızlık olmaz; umutsuzluk olmaz, Allah varsa. Trajedi, iki yüksek duygunun, iki yüksek değerin aynı anda ve kaçınılmaz olarak çarpışmasıdır. Mesela vatan sevgisi ile aşk kaçınılmaz olarak çarpışır. Ancak Allah’ın karşısına başka bir şeyi koyamıyorsunuz. Onunla denk bir duygu yok. Nasıl bir şey olabilir bizde? Dram olabilir; o daha sonra melodrama dönüşür. O da insanın nefsiyle, kendisiyle olan mücadelesidir. Bizim esas problemimiz odur.
Sır hikâyesinde, Şeyh Efendi köyden şehre gelir ve “sır” çözülmeye başlar. Ticarileşme, siyasilerle ilişkiler derken, Şeyh, gördüğü bir rüya sonrası sarığı, cüppeyi koyup tekkeden çıkar ve “sırrolur.” Bir nevî yeniden seyr ü süluk; ama şehirden kaçış aynı zamanda. Biz tasavvuf ile şehri meczedemedik mi? Tasavvuf az önce anlattığınız şekildeki şehir için bir umut olabilirdi de, biz bunu kaçırdık mı?
Tasavvuf, sanat konusunda da bize pek çok ufuklar açar; zaten başka bir yoldan da sanat yapmamız zordur. Çünkü gelenekte de, mimariden musikiye kadar her şey tasavvufa dayanır. Başka bir dil yok. Tasavvuf, bugün için elimizden kaçırılmış bir fırsat mıdır? Bizim dinî hayatımız kadar bir de iktisadî hayatımız var. Dinî hayatımızın iktisadî hayatımıza galebe çalması ve onu bir çitin altında tutması lazım. Biz hâlâ neyi, nasıl yapacağımız hususunda çok cüz’i çabalar sarf ediyoruz. Alışverişini, düğününü, caddeni, şehrini, sokağını nasıl yapacağını tayin edersen, zaten dinin emrini de yerine getirmiş olacaksın. Türkiye şu anda bir şaşkınlık hali, bir buhran geçiriyor. Dolayısıyla tasavvuf düşüncesi bize yürüyeceğimiz yolda yeni kapılar açabilir. Mesela, sanatla uğraşanlar için bilhassa (sanat, sanattan ibaret bir şey değil; tamamen ahlakî bir şeydir). Onun için ben kaçırılmış bir fırsat gibi görmüyorum. Ama şunu söyleyebilirim: Vaktiyle geleneğin içinden, eski kültürle hemhal olarak intisap etmiş insanlar, büyük hoca efendiler teker teker aramızdan ayrıldı. Onların yokluğunu ben çok önemli görüyorum. Çünkü onlar başka bir dünyadan gelmiş insanlardı sanki. Başka türlü insanî ilişkileri tatmış, yaşamış kişilerdi. Sıkıştığımız anda onlara bir şeyler soruyorduk.
Son olarak sinema konusuna girelim isterseniz; senaryo işlerine... Kapıları Açmak, Kanal D’de yayınlanıyordu. Birkaç bölüm sonra, aniden yayından kalktı. Niçin?
Kapıları Açmak senaryosunun uzun bir geçmişi var; onu anlatmayayım. O senaryoyu film olarak yazmıştım. Osman Sınav, sanıyorum Aile Araştırma Kurumu’na 1992’de bunu çekti. Film, piyasaya çıkmadı; ama Antalya Altın Portakal Film Yarışması’nda üçüncü oldu. Mehmet Aslantuğ da en iyi erkek oyuncu seçildi. Osman’ın sinemada ilk çıkışı o filmledir. Aradan zaman geçti; bana, “Ağabey, bunu dizi yapacağım, ne dersin?” dedi. Osman her şeyi ayarladı, profesyonel bir arkadaştı. Burada her şeyi hazırlayıp başka bir film çekmek için Amerika’ya gitti. Diziyi, onun Mustafa Şevki Yılmaz adında iyi bir asistanı vardı, o çekti; dört-beş bölüm. Ama kötü bir dizi oldu; ben de beğenmedim. Osman, bunu duymuş; apar topar geldi ve kanalla konuşarak diziyi geri çekti. Şimdi kendisi çekiyor. Ağustos’ta inşallah yeniden gösterime girecek.
Çok zevkli bir sohbet oldu, teşekkür ederim.
Ben de teşekkür ederim.
Paylaş
Tavsiye Et