Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (May 2009) > Topluyorum > YÖK ya!
Topluyorum
YÖK ya!

 

Arkadaşlar iftar sonrasında hepinizin üzerine bir ağırlık çöktüğünü biliyorum, ama merak etmeyin, eminim ki biraz sonra bu ayki gelişmeleri analiz etmeye başlayınca uykunuz açılacaktır. Doğrusu birkaç gün öncesine kadar bu ayki TOPLUYORUM hususunda bayağı endişeliydim. Bu ay pek çok gelişme oldu elbette. Mesela 3 Ekim’de müzakereler başladı. Ama zaten uzunca bir süredir dergimizde bu konuyu işliyorduk. Söyleyecek yeni bir şey kalmamış olsa gerek diye düşünüyordum. Sonra, sakal-ı şerif skandalı gündemi bir süre meşgul etti. Ama bu da bence biraz abartıldı. Hakkında konuşmaya değmez. Belki biraz özelleştirmeler ve Erdemir’in özelleştirilmesi üzerine konuşabilirdik. Zaten bu ayki dosya konumuz da özelleştirmeler. Bunların dışında ise üzerine konuşacağımız sadece iki önemli olayımız vardı bu ay: Pakistan’daki deprem ve kuş gribi salgını. Ancak bu gelişmeler de bizim yorumumuzu gerektirmeyecek kadar açıktı. Neyse ki birkaç gündür YÖK ve rektörler sayesinde iç siyaset biraz ısındı da bize de epey bir malzeme çıktı. İsterseniz hemen başlayalım.
Bürokratik bir devlet kurumu olan YÖK’ün sayesinde iç siyasetin ısınması bile meselenin garabetini ortaya koyuyor. Yani siyaset siyasî aktörler ve eylemler ile hareketlenir. YÖK’ün ve rektörlerin tutumu eğer iç siyaseti hareketlendiriyorsa bundan YÖK’ün, had ve sınırlarını aşarak, ne kadar siyasîleştiği sonucunu çıkarabiliriz otomatik olarak. Neyse, herhalde bu konuyu biraz sonra daha detaylı konuşacağız.
Dünyada da bazı önemli gelişmeler yaşandı. Almanya’da hükümet nihayet kuruldu. İlk defa bir kadın Almanya’da şansölye oldu.
Almanya’da hükümet kuruldu ama sular henüz durulmadı. Koalisyona katılan partilerin arasındaki doku uyuşmazlığı, erken seçimlerin kaçınılmaz olduğu yönünde spekülasyonlara neden oluyor. Hıristiyan Demokratlar Birliği az bir farkla da olsa seçimin galibi oldu, bunun için de altı bakanlıkla birlikte başbakanlığı aldılar. Ancak aralarında dışişleri ve adalet gibi önemli bakanlıkların bulunduğu sekiz bakanlık Sosyal Demokratlar’da kaldı. CDU/CSU’nun Türkiye’nin AB üyeliğine karşı olduğu biliniyor. Ancak dışişleri bakanlığının, Türkiye’nin AB üyeliğini destekleyen Sosyal Demokratlar’da olması, hükümetin Türkiye’nin AB üyeliğine büsbütün karşı olamayacağı anlamına geliyor.
Sonra, BM Hariri suikastı ile ilgili raporunu açıkladı. Bu rapor bölgedeki sıcak gelişmelerin ilk adımı olabilir. Zira Amerika ve İngiltere BM’yi Suriye’ye karşı yaptırım uygulamaya çağırıyor. Ancak böyle bir yaptırımın Rusya ve Çin’in vetosuna takılacağı açık. Bununla birlikte, Irak işgalinde olduğu gibi Amerika BM’yi devreden çıkararak Suriye’yi vurabilir. Zaten bir süredir Suriye’yi vurmak için bahane arayıp duruyordu. Şu anda bile Irak-Suriye sınırında çatışmaların olduğu yönünde haberler geliyor. Hem daha bölgeyi istediği hale getiremedi Amerika. Irak’ın bütünlüğünden bahsediyor Amerikalılar; ama Bush, Amerika’nın tahsis ettiği bir uçakla Amerika’ya giden Barzani’yi Irak Kürdistanı Hükümeti Başkanı sıfatı ile Beyaz Saray’da ağırlıyor.
Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu.
Aynen öyle. Ama benim başka bir şey aklımı kurcalıyor. Sanki Türkiye Suriye konusunda Amerika’ya karşı yelkenleri indirmiş görünüyor. Acaba Amerikalılarla yeni bir yol haritası üzerinde anlaşıldı da bundan haberimiz mi yok? İsrail ile son günlerde artan ilişkiler de doğrusu bu endişemi destekler mahiyette.
Entelektüel cephedeki gelişmeleri de unutmamak lazım. Atilla İlhan öldü. Fikirlerini ya da şiirlerini beğeniriz, beğenmeyiz bu ayrı bir mesele. Ancak bence İlhan’ın durduğu bir yer vardı ve bu yer önemliydi. Tabii bir de Orhan Pamuk meselesi var.
Bence bir edebiyat ve düşünce adamının ağırlığı olmalı. Düşünür biraz içe dönüktür. Onun güncel meseleler konusundaki görüşleri de önemlidir elbette. Ama düşünür bu tür meselelerde görüş beyan etmekte biraz nazlanır. Çünkü düşünmek günceli aşmak, gündelik hesaplar peşinde koşmamak demektir zaten. Ne var ki, Pamuk taraf olduğu tartışmalarla o kadar medyatikleşti ki, bence tüm ağırlığını yitirdi. Neredeyse gelin-kaynana programı ile meşhur olan Semra Hanım’dan daha fazla konuşur oldu sağda solda.
Bu şekilde biz de Orhan Pamuk’un gerçek bir düşünür olup olmadığını görmüş olduk.
Frankfurt’taki ödül töreninde Pamuk kendisine sadece edebiyat konusunda sorular sorulmasını arzu ettiğini, zira siyasî sorulardan artık bıktığını söylemiş.
Nedense, siyasî sorulardan edebiyat dalındaki Nobel ödülü sahibini bulduktan sonra bıkıyor hazret.
Bu tür uluslararası ödüllerin siyasî bir yönünün olduğunu düşünmüşümdür her zaman. 11 Eylül’den sonra da en iyi oyuncu dalındaki Oscar ödülleri zenci oyunculara verilmişti. Çünkü zenci nüfus, 11 Eylülden sonra Amerika’da yükselen ulusal birliğin parçası olmaya direniyordu. Pek çok olayda zenciler Amerikan bayrağını taşımayı bile reddetmişti. Oscar’ı onlardan birine vermekle muhtemelen zenci nüfusu da sistemin içine çekmek istediler.
Zenci dedin de, Amerika’daki zencilere karşı ayrımcılığa savaş açmış en önemli isimlerden biri olan Rosa Parks öldü birkaç gün önce. Rosa Parks, biliyorsunuz, 1955’te Alabama’da bir otobüste beyaz bir Amerikalıya yer vermediği için tutuklanmıştı. O zamanlarda otobüslerin ön koltukları beyazlara, arka koltukları da siyahlara ayrılıyordu. Ancak, ön koltuklar dolu ise eğer, otobüs şoförü zencilere ayrılmış bölümden zencileri kaldırıp, onların yerlerini beyazlara tahsis edebiliyordu. İşte yine böyle bir durumda, şoför Rosa Parks’ı beyaz bir Amerikalı için yerinden kaldırmak istedi; ama Rosa Parks kalkmayı reddetti. Bunun için de tutuklandı. Savunmasız bir kadın olarak Parks’ın bu cesur tavrı tüm ülkedeki zencilerin özgürlüğü için başlatılan hareketin kıvılcımı oldu. Şimdi bize şaka gibi geliyor, ama bugün Irak’ı özgürleştirmek ve demokratikleştirmek uğruna kıyameti koparan Amerika daha bundan elli yıl önce insan hak ve özgürlüklerini ayaklar altına alan bir ülkeydi.
Sanki şimdi daha mı farklı?
Siz önemsemiyorsunuz belki ama kuş gribi bence hâlâ bu ayın en önemli konusu olmayı sürdürüyor. Bu virüs insanlarda hastalığa neden olan virüslerle karşılaşırsa mutasyona uğrama riski taşıyor. Böyle bir durumda da dünya çapında yüz milyonlarca insanın ölebileceği söyleniyor.
Peki bu virüsün mutasyona uğraması ne kadar muhtemel?
Çok muhtemel. Grip virüsünün en önemli özelliği çok ilkel bir metabolizmaya sahip olması. Diğer pek çok canlıdan farklı olarak bu virüsün yapısındaki bozulmalara karşı kendini tamir edebileceği bir mekanizması yok. Bunun için de grip virüsünün yapısı sürekli değişir. Kuş gribi virüsü insanlarda hastalığa neden olan ama öldürücü olmayan grip virüsü ile karşılaştığında, bu iki virüs arasında karşılıklı gen alışverişi olacaktır. Bu durumda da ortaya hem kuş gribinin öldürücülüğüne, hem de insandan insana bulaşma kabiliyetine sahip yeni bir tür grip virüsü çıkabilir.
Uzmanlar bugünlerde bu virüse karşı aşı geliştirmeye çalışıyorlar. İngilizlerin epey mesafe aldıkları söyleniyor. Fakat bu konuda başarılı olsalar bile bizim açımızdan sorun çözülmüyor. Zira yüz milyonları tehdit eden olası bir salgın sırasında aşı bulmak, bu aşıyı diğer ülkelerden ithal etmek mümkün olmayacaktır. Dolayısıyla, aşının Türkiye’de de üretilmesi için yetkililerin elinden geleni yapması gerekiyor.
Peki YÖK’ün ve rektörlerin son olaylardaki tavrına ne diyorsunuz? Bildiğiniz gibi, Van 100. Yıl Üniversitesi Rektörü Yücel Aşkın tarihî eser kaçakçılığı ve 25 milyon dolar tutarındaki bir ihalede usulsüzlük yaptığı gerekçeleriyle tutuklandı. Bunun üzerine YÖK başkanının öncülüğünde toplanan rektörler komitesi zehir zemberek bir açıklama yaptı. Hatta Aşkın’ı savunmanın cumhuriyeti savunmak anlamına geldiğini falan söylediler. Ardından tüm rektörler YÖK yöneticileri ile birlikte Van’a gittiler. Orda bir gövde gösterisi yaptılar. Sonra bir intikam hırsı ile Başbakanlık Müsteşarı’nın intihal yaptığı gerekçesiyle üniversitede hoca olma hakkını elinden aldılar. Tüm bunlar ne anlama geliyor?
Bence YÖK kendisine yapabileceği en büyük kötülüğü yaptı bu son çıkışıyla. Her şeyden önce savundukları adam siyasî bir suçlamayla tutuklanmadı. Tam aksine kaçakçılık ve usulsüzlük gibi yüz kızartıcı suçları işlediği suçlamasıyla tutuklandı. İkincisi olay mahkemeye intikal etti. Mahkemeye intikal etmiş bir olay hakkında bu şekilde çıkışlar aslında anayasal bir suçtur. Bunu en iyi bilmesi gerekense aynı zamanda anayasa profesörü de olan YÖK Başkanı Teziç’tir. Ne diyor anayasa: “Hiçbir organ, makam, merci veya kişi, yargı yetkisinin kullanılmasında mahkemelere ve hâkimlere emir ve talimat veremez; genelge gönderemez; tavsiye ve telkinde bulunamaz. Görülmekte olan bir dava hakkında Yasama Meclisinde yargı yetkisinin kullanılması ile ilgili soru sorulamaz, görüşme yapılamaz veya herhangi bir beyanda bulunulamaz.” Bunu çok iyi bilmesine rağmen Teziç bu kuralı ihlal etmekte bir beis görmedi. Bu tam bir deontolojik sorundur bence. Bunun ötesinde, Teziç ve avenesinin kendilerini hukukun üstünde gördüklerinin en bariz göstergesidir. Doğrusu, benim gözümde YÖK ve rektörler rezil oldular.
Tuttular, bir de işi cumhuriyetin muhafazasına getirdiler. Yani açıkça Aşkın’ı yargılayacak olan yargıca “Dikkatli ol ha, yargıladığın sıradan bir insanoğlu değil, cumhuriyettir!” dediler. Ya mahkemenin sonucunda Aşkın suçlu bulunursa, o zaman ne olacak? Cumhuriyet mi suçlu çıkmış olacak? Bundan daha açık bir yargıya müdahale örneği olabilir mi? Şimdi ben de çıkıp, “Dinçer’i savunmak cumhuriyete ilaveten, vatanı, milleti ve devleti savunmaktır” desem onlardan daha mı mantıksız olurum acaba?
Kesinlikle olmazsın. YÖK’ün bu tavrını Hasan Celal Güzel bir yazısında çok isabetli tasvir etmiş. Aynen şöyle diyor Güzel: “Bu memleketin gerçek kabadayıları YÖK’çülerdir. (…) Çünkü bizim YÖK’çüler layüseldir; yani kendilerine asla ve kat'a hesap sorulamaz. Lakin onlar hep hesap sorar; Meclis, hükümet filan takmazlar. Çünkü arkalarında dağ gibi Cumhurbaşkanları, sıkıştıkça arşınladıkları komutanlık koridorları ve haklarında kanun sevk edilince bildiri yayınlayan Genelkurmay Başkanlığı vardır. Anayasa Mahkemesi'yle paslaşır, Danıştay'la koklaşır, yüksek yargı organlarını kafese alırlar. Onlara göre 'millî irade', kayıtsız şartsız egemen değildir. Kendilerini TBMM'nin üzerinde görürler.”
YÖK’ün kaçakçılık ve usulsüzlük suçlamasıyla yapılan bir tutuklamaya bu şekilde, fütursuzca tepki vermesi acaba işin içinde başka işler mi var diye düşündürtüyor doğrusu. Yoksa YÖK’çüler Aşkın’ın yargılanma neticesinde temize çıkmayacağından mı endişe ediyorlar? Daha da ilginci, Aşkın suçlu bulunursa bu suçun ucu kimlere dokunacak acaba?
Başbakanlık Müsteşarı’na reva görülen uygulama da bence dikkate değer. Kemal Alemdaroğlu’nu hatırlarsınız. Onun bir kitabını tamamen intihal yolu ile hazırladığı Türkiye’de ve tüm dünyada açıkça tescil edilmiş iken, 28 Şubat sürecinde verdiği ‘kahramanca’ savaştan dolayı YÖK onu elinden geldiğince korumaya çalıştı. Sonra Necla Arat’ın durumu da ortada. Ama iş, Ömer Dinçer’e gelince değişti. Hukuken intihal bile denemeyecek bir hatadan -ki bu hata da kitabın diğer ortak yazarına ait- dolayı Dinçer’in ipi çekildi. Yani aynen şunu dedi rektörler: Siz bizim rektörümüzü (ne ile suçlanırsa suçlansın) tutuklama cüretini gösterirseniz, biz de sizin müsteşarınızın (hukuken ne kadar şaibeli olursa olsun) öğretim hakkını elinden alırız. Yani devlet ciddiyetinden yoksun bir şekilde işi horoz dövüşüne çevirmek istiyorlar.
YÖK’ün devletin bürokratik bir kurumu olarak değil de, bir muhalefet partisi gibi davranması ilk bakışta tuhaf gelebilir bizlere. Bununla birlikte Türkiye’nin ‘modernleşme’ tarihini göz önüne aldığımızda YÖK’ün bu tavrı anlamlı bir çerçeveye oturuyor.
Anlamlı derken… Onların haklı olduğunu düşünmüyorsun herhalde.
Kesinlikle hayır. Sadece YÖK’ün bu tavrının daha derin ve köklü bir sorunun basit bir yansıması olduğunu söylemek istiyorum. İşin içinde ekonomik ya da siyasî çıkar olabilir. Bu konuda şu an için bir şey söyleyemem. Ancak kurulduğu andan itibaren YÖK’ün ve üniversite rektörlerinin (tabii ki hepsinin değil) tavırlarına bakarsanız, konuyu sadece ekonomik ve siyasî rantın devam etmesi için verilen bir mücadeleyi aşan yönünün olduğunu görürsünüz.
Haklısın. 28 Şubat sürecinde İkna Odaları’nda dinî inancından dolayı başını örtmek isteyen genç kız öğrencilerin onur ve haysiyetini ayaklar altına alırken herhalde bunu ekonomik bir ranta tahvil etme düşüncesi içinde değildiler.
Bence İkna Odaları’nda onur ve haysiyeti ayaklar altına alınanlar o masum genç kızlar değil, onları sorgulayanlardı. Bir zamanlar bu ülkede üniversite hocalarının ve eğitiminin bir değeri vardı. Ama 28 Şubat sürecinden sonra bence üniversite eğitiminin sadece cehaleti aldığı, eşekliği baki bıraktığı ortaya çıktı.
Devam edeyim, izin verirseniz. Dedim ya, işin içinde ekonomik ve siyasî rant elde etme ya da elde edilen rantı muhafaza etme gayreti olabilir. Ancak rektörlerin ve YÖK’ün tavrı sadece bununla açıklanamaz. Bu tavırlarını kendi vicdanları nezdinde nasıl meşrulaştırdıklarını görebilmemiz gerek. Bilindiği gibi, Batı ile hesaplaşma sürecinde 19. yüzyıldan itibaren Türkiye yeni bir yola girdi: Modernleşme. (Modernleşme kavramı ne kadar sağlıklı bir kavram; bunu şimdilik bir kenara bırakıyorum.) Yani kabaca 1500’lerden itibaren Avrupa’nın yaşadığı değişimi yaşayarak, özellikle de 18. yüzyıl Aydınlanması’nı yeniden üreterek Avrupa’nın ulaştığı maddî refah düzeyine erişme. Ancak bir sorun vardı. Avrupa’nın değişimi topyekûn bir değişim ve dönüşümdü. Yani gelenek dönüşmüştü. Başka bir deyişle, geleneğin yanı sıra bir modernlik yoktu. Gelenek dönüşerek modern olmuştu. Elbette ufak tefek çatışmalar yaşanmıştı, hâlâ da yaşanıyor. Ama bir bütün olarak Batı söz konusu olduğunda parçalanmamış, monistik bir süreç mevcuttu. Avrupa’daki geleneğin ne olduğu, bunun hangi dinamiklerle moderne dönüştüğü ve bu dinamiklerin farklı zaman ve mekânlarda yeniden üretilip üretilemeyeceği ise ayrı bir mesele. Türkiye’de ise…
Tam da uykum açılmaya başlamıştı. Nerden çıktı şimdi bu gelenek-modernlik meselesi?
Eğer bunları can kulağı ile dinlemezsen daha çok uyutulursun. Neyse, ne diyordum? Türkiye’de ise durum böyle değildi. Gelenek tüm siyasî, sosyal ve ekonomik kurumlarımızda yaşamaya devam ediyordu. Zihnî planda halkın büyük bir kısmının gelenekle alıp veremediği de yoktu. Bu nedenle de ilk etapta, geleneği muhafaza ederken, Batı’nın ilim ve fenninden faydalanma yoluna gidildi. Mesela Genç Osmanlıların dünya görüşü bu minvaldeydi. Ama olmadı. Sonra, 19. yüzyılın son çeyreğinden itibaren yeni bir seçkinler nesli yetişti. Jön Türkler diye de bilinen bu nesil için Avrupa’nın dünya görüşünü benimsemeden, sadece ilim ve fennini almak mümkün değildi. Nitekim o zamanki seçkinler tüm unsurları ile Avrupaî dünya görüşünü sadece içselleştirmekle kalmadılar, gelenekle özdeşleşmiş halka da bunu benimsetmeye çalıştılar. İşte, sonuçlarını bugün dahi çok sıcak bir biçimde yaşadığımız Türkiye’deki iç gerilimin kaynağı budur. 19. yüzyılın sonlarından itibaren eğitim modern Batı’nın bilgisinin eğitimi anlamına gelmekteydi. Bu eğitimi de ancak belli bir maddî gelir seviyesine sahip merkezdeki insanlar alabiliyorlardı. Merkezdeki bu ‘eğitimli’ insanlar ile çevredeki ‘eğitimsiz’ insanlar arasında sadece bir coğrafî mesafe farkı yoktu. Aynı zamanda bir de zaman farkı oluşmuştu.
Zaman farkı mı? Aynı zamanda yaşayan insanlar arasında nasıl zaman farkı olabilir ki?
Evet zaman farkı. Hemen arz edeyim. Modern Batı dünya görüşünün üzerine inşa edildiği en önemli zeminlerden biri doğrusal ilerlemeci tarih algılamasıdır. Bu algılamaya göre insanlık tarihi ilkel formlardan gelişmiş formlara doğru tekâmül ede ede ilerler. Bu sadece insanoğlunun biyolojik yönü için böyle değildir. Aynı zamanda insanoğlunun zihni de bu tekâmül kuralına tâbidir. İlerleyen tarih içerisinde en üst aşamayı Batılı zihin temsil eder. Dolayısıyla Batılı zihnin ürettiği bilgiye sahip merkezî seçkinler tarihî seyir içerisinde daha ‘ileri’ bir safhaya ulaşmış idiler. Bu eğitimi almamış insanlar ise daha ‘geri’ bir safhada kalmışlardı. Yani merkezî seçkinler ile çevredekiler arasında bir zaman farkı vardı. Edward Said buna ontolojik fark, yani varlık farkı diyor. Yani bir bitki ile bir hayvan ya da bir hayvan ile bir insan arasındaki fark gibi bir fark.
Türkiye’deki ‘ilerici’ ve ‘gerici’ tartışmalarının kaynağı da bu olsa gerek.
Evet öyle. Merkezî seçkinler sahip oldukları bu dışlayıcı eğitimden dolayı kendilerini ‘aydınlanmış’ addediyorlardı. Kendileri kadar şanslı olmayan ‘gericileri’ aydınlatmak ise Türkiye’nin selameti açısından yegâne seçenekti. Ancak tarihî seyir içerisinde geride kalmış, henüz aydınlanmamış halk kendisi için neyin iyi, neyin doğru olduğunu bilemezdi. Onun için onlara zihinsel özürlülere davranıldığı gibi davranılabilirdi. Yaramazlık yaptıkları zaman dövülmeli, uslu durdukları sürece de pışpışlanmalıydılar. Halk aydınlanmış seçkinlerin çizdiği bir plan çerçevesinde dönüştürülmeliydi.
“Halka rağmen halk için” söylemi de bu yaklaşımın ürünü galiba.
Haklısın. Şimdi tekrar YÖK’e ve rektörlere dönelim. Hasan Celal Güzel’in dediği gibi rektörler kendilerini Büyük Millet Meclisi’nin ya da anayasanın ve kanunların üzerinde görüyorlar; çünkü halkın geri kalan kısmından daha farklı bir zaman diliminde yaşadıklarını düşünüyorlar. Batılı bilginin aktarım vasıtası olan üniversitelerin temsilcileri olarak bu insanlar aydınlanmış, mağaranın dışına çıkarak gerçek ışık kaynağını görmüş insanlar. Hiç zihnî tekâmülünü tamamlayamamış insanlarla aynı hukuka ve kurumlara bağlı olabilirler mi? Mezkûr kanun ve kurumlar rehberliğe ihtiyaç duyanlar içindir, kendileri için değil. Kendilerini bu şekilde farklı bir varlık katmanında görenlerin yapabileceklerinin sınırı yoktur. YÖK temsilcilerinin ve rektörlerin tavırlarını işte bu çerçevede değerlendirmek gerek.
Cumhurbaşkanı da herhalde aynı tarih diliminde yaşadıklarını düşündüğü rektörlere destek olmak için onları 29 Ekim’de Köşk’e davet etti.
Biraz önce Amerika’da yaşayan zencilerin durumundan söz edildi. Aslında zencilere böyle aşağılayıcı bir hayat tarzını layık gören dünya görüşü de aynı dünya görüşü. Orada da zihnî tekâmülünü tamamlayamamış yaratıklar olarak görülenler zencilerdi.
“Türkiye’nin zencileri” tabiri de buradan mı geliyor yoksa?
İsterseniz vaktimizin geri kalan kısmında AK Parti hükümetinin performansı üzerine konuşalım. Malum, Kasım ayında hükümet üçüncü yılını doldurmuş olacak. Burada bir muhasebesini yapalım isterseniz. Ne dersiniz; halk memnun mu, değil mi hükümetin şu ana kadarki performansından?
Bence soruyu böyle sormamalısın. Çünkü halinden memnun olanlar da var, olmayanlar da.
Peki öyleyse. Hükümetin icraatları toplumun hangi kesimlerini memnun ediyor, hangilerini etmiyor?
Bence hükümetin ekonomik alanda makro planda attığı adımlar olumlu adımlardı. Fakat bunlar kendisine hiç oy vermemiş ve oy vermeyi asla düşünmeyen kesimlere daha çok yaradı. Bu politikalar, AK Parti’yi iktidara getiren kesimleri zora soktu. Ya da en azından bulundukları yerde bıraktı. KOBİ’ler ve çiftçiler halinden pek memnun değil. İşte, yaz boyunca her biriniz Anadolu’nun farklı yerlerine gittiniz. Aranızda hiç hükümetin ekonomik alandaki performansından memnun olanını gören var mı? Keşke elimiz kırılsaydı da, bunlara oy vermeseydik diyenleri çok gördüm ben.
Geçenlerde DYP Başkanı Mehmet Ağar AK Parti’nin kalesi olarak bilinen Abdullah Gül’ün memleketi Kayseri’de yağmurun altında 25 bin civarında insanı meydana toplamayı başardı. Yine benzer şekilde, Manisa’da 60 bin civarında çiftçi hükümeti protesto etti. Ekonomik göstergeler iyi olabilir, ama bu, halkın büyük kesimine yansımış değil henüz. İşsizlik oranı hâlâ çok yüksek. Üstelik artan PKK terörü ve AB ile ilişkiler nedeniyle de yükselen bir milliyetçi dalga var Türkiye’de. Buna bir de imam-hatip ve başörtüsü gibi meselelerde talepleri yerine getirilmemiş dindar kesimin memnuniyetsizliğini eklerseniz, önümüzdeki seçimlerde AK Parti’nin bayağı zorlanacağını ön görebiliriz.
Seçimlerde zorlanacak diyorsun. Sence AK Parti’nin alternatifi var mı?
DYP yükselişte, ANAP grup kurdu, MHP de muhtemelen yükselen milliyetçi dalga ile birlikte yükselişe geçecektir.
Bence yanılıyorsun. Türkiye’de hâlâ siyaset liderlerle yapılıyor. Ben ne Mehmet Ağar’ın, ne Erkan Mumcu’nun ve ne de Devlet Bahçeli’nin veya onun yerine geçmesi muhtemel başka birinin Tayyip Erdoğan’ın halk arasındaki imajı ile yarışabileceğini zannetmiyorum. Hem bakın, bahsedilen bu üç parti de hem kültürel açıdan, hem de sosyoekonomik açıdan aynı kesime hitap ediyor. ANAP ile DYP arasındaki farkı söyleyebilir misiniz bana? Ya da bunların MHP’den farkını? Bu üç parti birleşebilir belki. O zaman da Meclis’e girme şansları artar. Ama şu an için bunu uzak bir ihtimal olarak görüyorum ben.
Farklı nedenlerle olsa da, ben de senin gibi düşünüyorum. AK Parti hükümetinin bugün uyguladığı politikaların hiçbiri gökten zembille inmedi. Her biri prensip olarak 1980’lerde başlatılmış programlardı. Özelleştirmeler ve AB ile ilişkiler bunların en önemlileri. Şimdi alternatif olarak zikredilen partilerin hepsi de bu ülkede iktidar oldu ve prensip olarak bugün AK Parti’nin uygulamaya koyduğu plan ve projeleri benimsemişlerdi. Bunların hiçbiri AB’ye üyeliğe karşı değildi. Hepsi de özelleştirme taraftarıydı. Zaten her biri küresel kapitalist sistem ile entegrasyona giden bir süreç içerisinde iktidara geldi. Bununla birlikte ne DYP’si, ne ANAP’ı (Özallı yıllar hariç), ne de MHP’si bu alanların hiçbirinde bir arpa boyu yol alamadı. Yaptıklarını ellerine yüzlerine bulaştırdılar. Yani beceriksizdiler. Şimdi AK Parti hükümetinin tek yaptığı, daha önceki hükümetlerin becerip de hayata geçiremediği projeleri hayata geçirmek. Dolayısıyla, bu üç partinin de ben AK Parti’ye alternatif olabileceğini düşünmüyorum. Evet, kamuoyu ekonomideki gelişmelerin kendisine yansımamasından şikâyetçi. Ama yarın sandık önüne konulduğu zaman, kalkıp da daha önce performanslarını yakinen gördüğü partileri tercih etmeyecektir diye düşünüyorum.
Ben hükümetin icraatlarını biraz daha yapısal bir çerçevede görme eğilimindeyim. Yani küresel kapitalizmin bugün geldiği noktada üretimin getirdiği kârlılık finansal kârlılığın gölgesinde kalıyor. Eğer siz de bu küre üzerinde, kendi içinize kapanmadan, yer almak istiyorsanız ve belirleyici bir güce de sahip değilseniz, bu sistemin kuralları ile oynamak zorundasınız. Yani demek istediğim, bugün AK Parti’nin icraatlarının önemli bir kısmı aynı zamanda küresel sistemin Türkiye’ye dayattığı bir gündem ve doğrusu bugün için bundan kaçış da mümkün görünmüyor. Bugün iktidarda AK Parti değil de MHP, mesela, olsaydı ve başarılı bir performans sergileseydi AK Parti’nin yaptığından daha farklı bir şey yapmayacaktı.
Kesinlikle öyle. Söylem düzeyinde bu partiler AK Parti’den farklılaşmak istiyorlarsa da, realitede bunu başarmaları mümkün değil. Mesela Mehmet Ağar diyor ki; “Biz İMF’siz bir program yürüteceğiz.” Tamam, çok güzel. Peki İMF’ye vadesi gelen 20 milyar dolar borcu nasıl ödeyeceksin? Bunun cevabını vermiyor, veremiyor.
Bu söylediklerinizden ben şunu anlıyorum. Türkiye’de ideolojik siyaset dönemi sona ermiştir. Şimdi teknokratik siyaset zamanı. Kim Türkiye’yi küresel sisteme entegre etme hususunda başarılı olursa, o en iyi hükümet olacak. Yanlış mı anladım acaba?
Ben, normal zamanlarında yapıldığını farz edersek eğer, 2012 yılındaki seçimlere kadar ideolojik bir partinin Türk siyasetinde etkin olabileceğini zannetmiyorum. Aslında bana sorarsanız şu an siyasî arenada boşluğu hissedilen tek parti İslamcı bir parti. Ancak bu boşluğu dolduracak bir kadro henüz oluşmuş değil Türkiye’de. Ama küresel kapitalist sisteme entegrasyon bu yoğunluğuyla devam ederse, şartlar kesinlikle böyle bir partiyi ortaya çıkaracaktır.
Ben de aslında tartışmayı biraz bu mecraya çekmek istiyordum. AK Parti daha kuruluş aşamasında kimlik temelli siyaseti reddederek meydana çıktı. Bunda geçmişte yaşadığı olumsuz gelişmelerin etkisi vardı elbette. Başka bir deyişle AK Parti daha önce Refah Partisi’nin bastığı yaş tahtalara basmamak üzerine bir siyaset benimsedi. Yani AK Parti ne yapmayacağını çok iyi biliyordu. Ama ne yapacağı konusunda kendisine bir sınır tayin etmemişti. Kapatılan Refah Partisi’nin söylemi ve projesi Türkiye için belki bir aşırılıktı. Nitekim yetmişlerin söylemi doksanlı yıllarda anlamsız kalıyordu. Ancak AK Parti bu aşırılıktan kaçarken diğer bir aşırılığa tutuldu. Refah Partisi aşırı idealistti. Vizyonunu ve programını hayata geçirecek reel araçlardan yoksundu. AK Parti ise bence aşırı realist. Yani var olan gerçekliği üst değerler çerçevesinde değiştirmektense, daha iyi işler hale getirmenin çabasını veriyor. İşte özelleştirmeler, İMF, AB, uluslararası ve ulus-içi sermaye çevreleriyle ilişkiler, vesaire. Tam bir Makyevelist tutum. Biraz önce KOBİ’lerin ve çiftçilerin durumundan bahsedildi. Bu kesimlerin ekonomik anlamda ayakta kalabilmeleri için bencil ve rasyonalist olması gerekiyor AK Parti’nin kurmaya çalıştığı Türkiye’de. Tıpkı klasik liberal iktisadın babası Adam Smith’in “ekonomik hayvanı” gibi. Bu ekonomik dönüşümün getireceği sosyal değişim büyük bir kültürel ve ahlakî dejenerasyon ile sonuçlanabilir. Avrupa’da ya da Amerika’da sistem bu şekilde çalışıyor olabilir. Ama Türkiye’nin böyle bir sisteme geçmesi için zamana ihtiyacı var.
Bence AK Parti’ye olması gerektiğinden daha fazla yükleniyorsun. AK Parti aslında bir zamanlar İslamcı olarak bilinen kesimin siyasetteki yansıması. Yani sadece bir semptom. 28 Şubat süreci Türkiye’deki İslamcı kesimi zannedilenden çok daha fazla etkiledi. Bu yıkıcı süreç sonucunda İslamcı kesimin yetmişlerden itibaren benimsediği ideallerin hayata geçirilemeyecek kadar ütopik olduğu anlaşılınca iki tür tepki verildi: nihilizm ve hedonizm. Nihilist tepki daha ziyade İslamcı kesimin gençleri arasında makes buldu. Geleceğe dair hiçbir ideali kalmayan gençleri bir umursamazlık sardı. Hedonizm ise İslamcı kesimin orta yaş ve üstüne mensup olanları arasında yaygınlaştı. Bu kesim arasında da kimileri idealleri tamamen reddetti, kimileri de ideallerin uygulamaya konulamayacağını görünce onları rafa kaldırdı. Ya da onların yerine daha başkalarını ikame etti. Ramazan eğlenceleri gibi. Herkes işine bakmaya, yani gününü kurtarmaya, para kazanmaya başladı. Ekonomik faaliyet İslamcı kesimler için arızî uğraş olmaktan çıkıp, aslî uğraş haline geldi. Değerler hep unutuldu. Senin de vurguladığın gibi bir “ekonomik hayvan” prototipi türedi. İşte AK Parti sadece bu kesimin taleplerini yansıtıyor. AK Parti yöneticileri çok muhtemelen imkân bulamadıkları için imam-hatip ve başörtüsü sorunlarını çözemedi. Ama AK Parti tabanının doğrusu bunun için rahatsız olduğuna ilişkin hiçbir işaret göremiyorum ben. Elbette ufak tefek memnuniyetsizlik sesleri duyuldu. Ama bu sesler o kadar cılız kaldı ki, bence yok hükmündedir bunlar.
Bu tespitlerle TOPLUYORUM’umuzu bitirelim artık. Vaktimizi çok aştık. Dergi muhtemelen bu ay bize beş sayfa ayırmak zorunda kalacak. Önümüzdeki ay görüşmek üzere.

Paylaş Tavsiye Et