| Tarihî derinlik boyutunda bırakılan yerden ben devam edeyim ve en başta değindiğim noktayla bunu birleştireyim. Türkiye artık çok boyutlu bir dış politika izliyor. Ve bunun sonuçlarını da alıyor. 2003 başı ile 2005 başını karşılaştırırsak, ne demek istediğim anlaşılır. 2003 başında Kıbrıs konusunda sıkışmıştık. 28 Şubat bir son tarihti. 10 Mart Lahey Zirvesi’nden sonra BM tarafından çözümsüzlüğün sorumlusu ilan edilmiştik ve 1 Mayıs’ta Rum kesiminin AB’ye üyeliğinin gerçekleşmesiyle büyük bir darbe yiyeceğimiz endişesi vardı. Yine aynı günlerde Bush, Ankara’ya gönderdiği bir mektupta Irak konusundaki taleplerinin karşılanması için ‘üç gün’ mühlet vermişti. 18 Şubat ABD tarafından bir ‘deadline’, son cevap tarihi olarak ilan edilmiş, hele 1 Mart tezkeresi Meclis’ten geçmeyince Türkiye’nin yolun sonuna geldiği, Washington’da telefonlarımıza kimsenin çıkmayacağı yorumları yapılmıştı. AB-Kıbrıs-Irak-ABD dörtgeninde hapsolmuş görünen Türkiye, İslam Dünyası tarafından İsrail’le anlaşmış, güvenilmez bir ülke olarak nitelendiriliyordu. Rusya bizi ciddiye bile almıyordu. Halbuki 2005 başından geriye dönüp baktığımızda tablo bir hayli farklı görünüyor. AB, Kıbrıs ve Irak birbirinden ayrılarak üçünde farklı adımlar atıldı. Kıbrıs’ta referandumla avantajlı pozisyona geçtik. Şimdi alacaklı olan biziz. AB’den müzakere tarihi aldık. Başbakan Erdoğan Washington’da üst düzey bir karşılama gördü ve Bush da Türkiye’ye geldi. Irak’a komşu ülkeler perspektifiyle başlattığımız inisiyatif, İKÖ Genel Sekreterliği’ne Türkiye’nin adayının seçilmesine kadar gitti. Tarihte ilk defa bir Rus devlet başkanı Türkiye’ye geldi. Ayrıca, AB Komisyon Başkanı, Alman Başbakanı ve İngiltere Veliaht Prensi gibi küresel liderlerin ziyaretlerine, NATO, İKÖ ve İSEDAK Zirveleri gibi toplantıları da eklersek nereden nereye geldiğimiz ortaya çıkar. Bütün bu konularda yıllardır izlediğimiz tek boyutlu statik politikalar yüzünden hiçbir hareket alanımız kalmamışken, yaşanan bilinç sıçramasına paralel olarak her bir alanda gerekli adımları atarak manevra kabiliyeti kazandık. İşte AB’yi de bundan sonra nihaî bir amaç değil, stratejik bir hedef olarak değerlendirmemiz gerekiyor. |