Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (May 2009) > Topluyorum > Kıbrıs “hayır”lı oldu, darısı Irak’ın başına
Topluyorum
Kıbrıs “hayır”lı oldu, darısı Irak’ın başına

 

Arkadaşlar, bu on ikinci topluYORUM. Bir yılı bitirdik hamdolsun. Görüyorsunuz durmuyor zaman, geçiyor an be an.
Halk ozanı ne demiş; “Dönüyor dünya halden hale dönüyor / Gün doğuyor yıldızlarla ay sönüyor / İlkbahar yaz sonbahar ve kış geliyor / Zamanı devran dönüyor dem dönüyor.”
Tanpınar’ın dizeleriyle cevap vereyim ben de;“Ne içindeyim zamanın, ne de büsbütün dışında / Yekpare geniş bir anın parçalanmış akışında / Bir garip rüya rengiyle uyumuş gibi her şekil / Rüzgarda uçan tüy bile benim kadar hafif değil.”
Arkadaşlar geçen zaman mı, yoksa bizler miyiz? Madem bir yıl oldu bir muhasebe yapalım o zaman.
On ikinci ayın sonunda kâr-zarar tablosu hazırlanır, bilanço çıkarılır, değil mi?
Çin dosyası ne olacak? Ejderin dönüşünü konuşmayacak mıyız?
Çin’e sıra geleceğini hiç zannetmiyorum. Toplanmadan önce herkes hararetli bir biçimde Kıbrıs’ı konuşuyordu.
Zaten geçen sayıda topluYORUM’un ayın gündemine odaklı olarak yeniden yapılandırılması hususunda görüş birliği sağlanmıştı sanırım.
Kıbrıs’ı konuşacaksak başlayalım isterseniz. Gelişmeleri nasıl değerlendirmek lazım? Beklentiler gerçekleşti mi?
Ben de bir soru sorayım; ‘Kıbrıs satıldı ve karşılığında da somut bir şey yok’ yorumlarına ne diyoruz?
Ben yöntemle ilgili bir şey söyleyeyim. Takip edilen dış politikanın performans kriterleri nelerdir? Yani politikamızın doğru veya yanlış olduğu sonucuna varmamızı sağlayacak objektif kriterler neler olabilir? Stratejiyi ve hedefleri ayrıca teorik olarak yorumlayabilirsiniz ama bence bir politika ülkenin manevra alanını genişletip genişletmemesiyle, önündeki alternatifleri çoğaltıp çoğaltmamasıyla ölçülebilir. Bu yöntemle Kıbrıs’a baktığımızda gelişmelerin olumlu olduğunu düşünüyorum.
Ben de aynı fikirdeyim. Her şeyden önce ancak sahip olduğunuz bir şeyi satabilirsiniz. Mevcut konumu, Türkiye’ye entegrasyonu ve ilişkileri bakımından meşruiyeti uluslararası hukuk bakımından tanınmış, durumu netleşmiş bir Kıbrıs söz konusu da birileri elden mi çıkarıyor? Yok böyle bir şey. Tapusuz ev misali bir durum.
O kadar da değil. Sonuç olarak KKTC adadaki Türk toplumunun kendi egemenlik haklarını kullanabildiği; meclisi, mahkemesi, askeri ve polisi ile bağımsız bir devlet. Egemenlik hakkının, üstelik tescil dahi edilmeden kaybedilmesi söz konusu değil mi? Ayrıca biliyorsunuz tapunuzun olmaması evin size ait olmadığını göstermiyor. Noter senediyle de işinizi halledebiliyorsunuz.
O Türkiye’de olur ancak. Burada uluslararası bir durumdan bahsediyoruz.
Kanıma dokunan, Soğuk Savaş’ın ardından dünyadaki ihtilafların çözüme kavuşturulması adına sağlanan her gelişmede Müslümanların egemenlik veya toprak kaybetmesi. Bosna’da, Doğu Timor’da, Güney Sudan’da ve şimdi de Kıbrıs’ta.
Arkadaşlar ben anlamadım. Referandum Rumlar tarafından reddedilmedi mi? Kaybedilen bir şey yok ki. Neyi tartışıyorsunuz?
Ama Türk tarafı Annan Planı’nı kabul etti. Reel durumu ve pratikteki sonuçları daha sonra ayrıca tartışabiliriz ama bu tercihi ve tavrı konuşmamız yerinde olur.
Aynı yöntemle devam edeyim müsaade ederseniz. Barış Harekatı’nın yapıldığı 1974’ten bugüne, özellikle de KKTC’nin kurulduğu 1983 sonrasında uluslararası pozisyonunda hep daralma oldu.
Nasıl yani? Türk tarafı hiç geri adım atmadı ki?
Bizim gerilememiş olmamız, alanımızın daralmadığını göstermiyor. Bu algı, hareket kabiliyetimiz olmadığı ve ilerleyemediğimiz için olduğumuz yerde kalmayı tercih etmemizden kaynaklanıyor.
Yani ilerleyemiyorsan olduğun yerde dur.
Şubat sayısında Kıbrıs’ı tartışırken aktardığım bir anekdot vardı. Haziran 1968’de başlayan toplumlararası görüşmeler sırasında Çağlayangil Denktaş’a; “Bak Denktaş; bize hazırlanmak için zaman lazım. Sen onları oyala” demiş. Denktaş da o günden beri Rumları oyalamış.
İyi de bu size birşey kazandırmadığı gibi gelinen noktada konumunuzu muhafaza etmez. Eğer 1974’te Kıbrıs harekatı sonrasında kısa dönemli siyasi hesaplar yüzünden Türkiye aylarca hükümetsiz kalarak istikrarsızlığa sürüklenmemiş ve o gün masaya oturulmuş olsaydı, uluslararası kamuoyu nezdinde meşruiyeti olan, uluslararası hukuk açısından haklılık taşıyan ve konjonktür avantajına sahip bir ülke olarak, hepsinden önemlisi savaş kazanmış taraf olarak istenilen sonuca çok daha kolay ulaşabilirdi. Ama o günden bugüne toprağı muhafaza etmek dışında; uluslararası hukuk, meşruiyet, iç siyasal yapı, bunun ekonomik arkaplanı ve kültürel dayanaklarını şöyle önünüze koyduğunuzda bütün alanlarda bir daralma görüyorsunuz.
Evet hamaset edebiyatı yapanlar şu hesabı bile yapamıyor: Geçen 30 yılda Kıbrıslı Türklerin ulusal ve dinî bilinci artmış mı, azalmış mı? Dışarıdan gelebilecek baskılara direnme kabiliyetleri artmış mı, azalmış mı? Kültürel politika alanında, ulusal kültürü geliştirme ve evrensel kültüre entegrasyon bakımından mesafe alınmış mı? Ekonomik alanda kendi kendine yetebilen, Türkiye ile sağlıklı ekonomik ilişkiler kuran bir sistem kurulabilmiş mi? Biraz önce egemenlikten bahsedildi. Kimsenin tanımadığı egemenlik olur mu? Olsa da ne anlam ifade eder? Uçak uçmaz, gemi kalkmaz, mal satamazsın, turist gelmez. Ordu ve polis teşkilatından söz edilmişti. Bırakın onları, KKTC’nin itfaiyesini bile Türkiye idare ediyor. Böyle egemenlik dostlar başına!
Türkiye bile bu egemen ve bağımsız devlet iddiasına fazla inanmıyor olsa gerek ki uluslararası platformlarda savunmak bir tarafa, yıllarca Denktaş’ı Esenboğa’da Ankara Vali Yardımcısı karşıladı.
Türkiye’nin izlediği yanlış politika Kıbrıs’ın hayat alanını daralttığı gibi Kıbrıs da Türkiye’nin dış politikasına ipotek koymuş. Bu da Türkiye’nin Kıbrıs’a yönelik politika alanının daraltılmasını beraberinde getirmiş. Yani Kıbrıs’ı AB ilişkileri ile değerlendirmemek lazım. AB üyelik müzakereleri söz konusu olmasaydı dahi önümüzde bir Kıbrıs problemi olacaktı. Bunu bilmekte fayda var.
Yani “AB’ye girebilmek için Kıbrıs’ı sattılar” tezi doğru değil mi?
Bir kere bugün veya görünen yakın gelecekte KKTC’nin tanınma ihtimali yok. Elimizdekileri uluslararası meşruiyet açısından bize bağlamak, KKTC’yi tanıtmak mümkün olsa biraz daha sabredelim de olmayacağı açık. Üstelik durum giderek kötüleşiyor. Yani olduğumuz yerde saymak da artık mümkün değil. Mevcut durum Loizidu davasının da ortaya koyduğu gibi mülkiyet hakları ve benzeri birçok bakımdan Türkiye’yi sıkıntıya sokma riski taşıyor. Yani -tırnak içinde söylüyorum- “verilen” zaten sahip olduğumuz, elde bir olan birşey değil ki. Dahası, 1999’da Helsinki Zirvesi’nde Türkiye’ye aday ülke statüsü verilmesi yanında, ayrıca Kıbrıs’ta Türk ve Rum tarafları arasında bir anlaşma olup olmamasının, AB’nin Kıbrıs Rum Yönetimi ile sürdürdüğü tam üyelik müzakerelerini sonuçlandırmasına engel teşkil etmeyeceği kabul edilmişti zaten. Türkiye o tarihte bunu onaylamış oldu.
Biz kabul etmedik ki. Aynısını 1995’te Gümrük Birliği müzakereleri sırasında da yapmak istediler ama “Türkiye, Avrupa Birliği Konseyi’nin Kıbrıs'ın üyelik müzakerelerine ilişkin kararıyla mutabık değildir” şeklinde bir çekince koyduk.
1995’te değil, 1999’da Helsinki Zirvesi sonuç bildirisinde aynen şöyle deniyor: “AB Konseyi, politik bir çözümün Kıbrıs'ın AB’ye katılımını kolaylaştıracağının altını çizer. Üyelik müzakerelerinin tamamlanmasına kadar kapsamlı bir çözüme ulaşılamamış olursa, Konsey'in üyelik konusundaki kararı, yukarıdaki husus bir ön şart olmaksızın verilecektir. Bu konuda, Konsey tüm ilgili faktörleri dikkate alacaktır.” Dikkat edilirse ön şart olmayacağı ve her halükârda Kıbrıs Rum kesiminin üye olacağı ifade edilmiş.
İyi de bu hukuksuz. Güney Kıbrıs'ın, yapmış olduğu tek yanlı müracaat 1959 Zürih ve Londra anlaşmalarıyla, 1960 Anayasası’nın ihlalidir. Türkiye ve Yunanistan'ın her ikisinin de taraf olmadığı uluslararası siyasî ve ekonomik birliklere Kıbrıs'ın üyeliği mümkün değil.
‘Garantör devlet, müdahaleden sonra niye 1960 Anayasası’nı yeniden hükümran kılmadı da sadece kuzeyde uluslararası statüsü belirsiz amorf bir yapı türetti’ demezler mi adama? Biz o anayasayı kaale almamışız ki. Dahası bütün bu gelişmeler olurken bir müeyyide uygulamamışız, adamlar mesafe almış. Karşı taraf yol aldığı zaman uygulayacağın müeyyideyi de yükseltmen gerekiyor. Mesela daha ilk safhada AB ile görüşmelerin askıya alınması gibi küçük adımlarla müeyyide uygulasan, belki Avrupa’yı düşünmeye zorlarsın ama şimdi bundan bir sene önce 1 Mayıs’ta Güney Kıbrıs’ın üyeliği kesinleştikten sonra koyulabilecek tepki ya taksimdir, ya ilhaktır.
Bir zamanlar bu seçenek açık açık tartışılmıyor muydu? Bizzat Denktaş, Reuters’a bu manaya gelecek bir demeç verdi diye hatırlıyorum. O zamanki Dışişleri Bakanı Şükrü Sina Gürel’in de Kıbrıs adı altında Rum kesimi AB üyeliğine kabul edilirse, Türkiye de KKTC’yi "ilhak" eder mealinde bir açıklaması olmuştu.
Peki bu uygulanabilir birşey mi? Uluslararası konjonktür itibariyle Türkiye’nin Kıbrıs’ı ilhak etmesinin sonuçlarını hesap etmek lazım. Başlangıçta ifade ettiğim yöntemle sorayım; böyle bir girişim Türkiye’nin dış politika alanını genişletir mi, daraltır mı? Sürdürülebilir mi, sürdürülemez mi? Denktaş’ın istediği bu. Diyelim ki Türkiye KKTC’yi ilhak etti. Bu Hatay’ın ilhakı gibi bir şey değil. AB’yi de bir kenara koyarak, AB hiç yokmuş gibi düşünün. Türkiye’nin dış politikada manevra alanını genişletir mi, daraltır mı? BM, derhal müeyyide uygular. Biz kabul etmesek bile bu, Irak’ın Kuveyt’i işgali gibi görülür. Nihayet BM, Kıbrıs diye bir Cumhuriyet olduğunu ve onun da BM’de Rum bir temsilci tarafından temsil edildiğini kabul ediyor. Ermenistan Karabağ’ı ilhak etse, İsrail Filistin’i ilhak etse, tepkiniz ne olur? Kıbrıs’ta kendi yaptığınız birşeye başka bir yerde karşı çıkabilir misiniz? Burada önemli olan sürdürülebilir ve alan açan bir politika takip edebilmek. Bir şekilde bizim hamle yapmamız lazım. Bu bir satranç oyunu gibi. Karşı taraf size şah çeke çeke sürekli taşlarınızı sıkıştırıyor. AB’de sıkıştırıyor, BM’de sıkıştırıyor, hatta İslam Konferansı’nda sıkıştırıyor. Ve siz şahı kaçırmaktan başka bir hamle yapamıyor, başka taşlarınızı kaybediyor, oyun alanınızı daraltıyorsunuz.
Olsun, biz Sultan Fatih’in torunları değil miyiz?
Doğru, bir rektörümüz de öyle dedi zaten. Güneydoğu'da 25 bin şehit verdik. Bir 45 bin daha, 100 bin daha şehit verir; Kıbrıs'ı da alırız; Yunanistan'ı da.
Dış politikada güç kullanamıyorsanız alan açmak hakikaten çok önemli. Zaten 23 Nisan’da kapıların açılmasıyla yapılan da bu oldu. İlk defa inisiyatif Türk tarafına geçti.
Hayır, bütün bu süreç Denktaş’ın Klerides’e yazdığı ve adada toplumlararası görüşmelere davet eden mektupla başlamıştı. İnisiyatifi o zaman ele geçirmiştik.
Ama sonra Lahey’de kaybettik. 23 Nisan’dan sonra ise şah çeken hep biz olduk. Referandum ise bu zaferin tacı oldu.
İsterseniz biraz da sonuçlar üzerinde konuşalım
Ben hukukî bir yorumda bulunmak istiyorum. İlk defa kararı meşru olan bir süreci başlattık. Şu ana kadar Kuzey Kıbrıs’ta Meclis 50 kere karar alsa da, kimse Kıbrıs demokrasisini tenkit etmediği halde, Meclis’in kendisi meşru görülmediği için karar da meşru görülmüyordu.
KKTC demokrasisi takdir mi ediliyordu?
Tabii, Türkiye’den çok daha ileri bir demokratik yapı var adada. Türkiye’nin son zamanlardaki müdahaleleriyle kısmen zedelendiyse de, iyi bir demokrasi var.
Kıbrıs’ta işleyen bir demokrasi var, iktidarlar serbest seçimlerle değişiyor. Örgütlenme, basın özgürlüğü, sendikal haklar iyi. Ama dediğim gibi Meclis meşru görülmediği için, o meclisin aldığı karar da meşru görülmüyor. Şimdi bizzat BM’nin planı ve Güvenlik Konseyi’nin isteği ile bir referandum yapıldı. Yani toplumların self-determinasyon hakları teyit edildi. Üstelik Rumlar, “biz Türklerle bir arada ve ortak bir çözüm çerçevesinde yaşamak istemiyoruz” anlamına gelecek bir irade koydular. Yani, mefhumun muhalifi ile söylersek, tersten bir self-determinasyon ile KKTC’yi meşrulaştırmış oldular. Referandum sonuçlarının, Türkiye’nin AB sürecine etkisi ve Kıbrıs’a sağlayacağı ekonomik ferahlama gibi pragmatik yararlar bir tarafa, tek başına bu bile çok önemli.
Annan Planı’nı kabul edilebilir görüyor musunuz?
Tek tek bakalım. Türkiye’nin garantörlüğü pekişerek devam ediyor. Adada 2011’e kadar 6 bin askeri, 2018’e kadar 3 bin askeri kalacak; daha sonra da AB’ye tam üyeliğin gerçekleşmesine kadar 650 asker bulunacak. Yani Türkiye AB’ye girmese bile, bir grup Türk askeri AB topraklarında olacak ve bunun meşruiyetini kazanıyorsunuz. Bu Rumlar açısından değil, AB açısından verilmiş bir taviz. Siyasal eşitlik bakımından senatoda 24-24 eşitlik var. Eski halinde her iki kurucu devlet esas alınıyordu ve vatandaşlık esası vardı. Dolayısıyla Kuzey Kıbrıs’a yerleşen Rumlar da vatandaşlığa geçebileceği için bir müddet sonra Türk-Rum dengesi açısından 30-20, 35-15 olabilirdi. Şimdi Türk ve Rum olarak etnik tanımlamaya tabi tutuluyor ve ilelebet bu devam edecek. Yani nüfusun %20’sini teşkil eden grupla, %75-80’ini tekil eden grup siyasal anlamda birbirine eşit kılınıyor. 24 Türk sadece kuzeyde değil, güneyde olan bir şeye de müdahil olacak. Eskiden güneyi terk etmiştik, şimdi o 24 Türk, Rumlarla eşit bir şekilde, Baf’ta, Larnaka’daki vakıf malını da koruma noktasında söz sahibi olacak. Dolayısıyla Kıbrıs’taki durumu Doğu Timor ve Güney Sudan’a benzetmek doğru değil. Toprak ve egemenlik kaybı değil, kazanımı olarak bile görülebilir. Yeter ki biz kendimize güvenelim ve sahip olalım.
Ama millî şuurun gerilediğini, kültürel değerlerin kaybolduğunu söylememiş miydin? Bu Kıbrıs halkıyla, dediklerin nasıl olacak?
Bunu bir meydan okuma olarak görebilirsin. İş bize düşüyor. Türkiye 20 sene sonra stratejik vizyonunu genişletmesi durumunda, sadece kuzeyde değil Güney Kıbrıs’ta da, hatta bunu kullanarak bütün Doğu Akdeniz’de de söz sahibi olabilir. Şöyle düşünelim; Rodos’la bizim ilişkimiz yok denecek kadar azdı. Oradaki nüfus da eriyor, bitiyordu. Şimdi Türk-Yunan ilişkilerinin iyileşmesi dolayısıyla Rodos’la Anadolu arasında öylesine yoğun bir ticarî ilişki kuruldu ki, Rodoslular Yunanistan’dan çok Anadolu ile işbirliği yapmaya başladılar. Bir müddet sonra bu süreç devam etse, fiilen Rum, Yunanlı yine değişmiyor ama adanın bağlantı yolu Türkiye’yle sağlanmaya başlıyor. Kıbrıslı Rumun da, ihtilaf çözülürse 60 mil ötesinde Mersin serbest ticaret limanı dururken, sırf Yunanlı olduğu için işlerini kalkıp Atina üzerinden yürütmesi rasyonel değil. Son müzakerelerdeki en önemli kazanımlardan biri de Türkçe’nin AB dili olması meselesi. Eski plan; “uygun şartlar oluştuğunda ileride olacak” diyor, prensipte kabul ettiği halde teknik zorluklar dolayısıyla erteleneceğini öngörüyordu. Planın son halinde ise, referandum kabul edilseydi, 1 Mayıs günü Türkçe resmi dil olacaktı. Yani biz 200 bin Türkü kaybetmeyecek, aksine 200 bin Türk üzerinden Türkçe’yi AB içinde Fransızca, Almanca veya İngilizce ölçeğinde bir dil haline getirebilecektik.
Ama olmadı. “Bundan sonra neler olabilir?” sorusunun cevabını ve daha ayrıntılı analizleri dergimizdeki yazılara bırakalım isterseniz. Biraz da Irak’tan bahsedelim mi? Neler oluyor? ABD’nin ne yapmak istediğini anlayabilen var mı?
Yönetimin devrinden önce potansiyel sorun odaklarını tasfiye etmeye çalışıyor.
Bence durum biraz daha karmaşık. ABD, aynı anda hem Felluce’ye, hem de Necef’e saldırarak zoru başardı; Sünnilerle Şiileri bir araya getirdi. Irak’ta yaşayan bir Şii olarak düşünün ki, Necef şehrini kuşatan gayrimüslim bir kuvvet oraya demokrasi getireceğini söylüyor. Bu Müslüman bir ordunun Vatikan’ı kuşattığı bir konjonktürde bir Katolik’in o Müslüman ordudan gelebilecek herhangi bir reçeteyi kabul etmesini beklemek kadar safdillik olur. Şiiler açısından Katolik inancıyla karşılaştırarak bakıldığında Kudüs’ün karşılığı Mekke ise, Vatikan’ın karşılığı da Necef’tir. Çünkü dinî otoritenin bütün kaynağı orada.
ABD savaşı kaybedeceğini anladığı için saldırganlığını artırdı diyemez miyiz? Koalisyon çözülüyor. İspanya askerlerini çekiyor, Ukraynalılar savaşmaktan çekinip karargâhlarından dışarı çıkmıyor. Bu durumda Amerikalıların ve İngilizlerin yalnız kalmasının doğuracağı büyük riskler var. Buna karşı yapacakları şey, NATO’yu devreye sokmaya çalışmak olacaktır. 30 Haziran’da bir taraftan yönetim Iraklılara devredilecek, bir taraftan İstanbul’da NATO toplantısı yapılacak. Bence Afganistan’da olduğu gibi NATO’yu devreye sokarak ve askerî misyonu NATO’ya, siyasal misyonu BM’ye devrederek bir çıkış yolu oluşturmak en makul çözüm olur.
ABD yeniliyor diye sevinmek de çok mantıklı değil bence. Bosna’daki gibi ne olduğu belirsiz bir siyasî yapı bırakarak çekilmeleri veya Irak’ı mağlubiyet içinde terk etmeleri şu anda bir iç savaş çıkartır.
Ben yine komplocu bakıyorum. Mesela Irak’ta iş bitiyor havası vermek için Saddam’ı öyle bir zamanda yakaladılar ki, tam 13 Aralık’ta, Irak’ta yetki devri ve normalleşme ile ilgili BM planının ve takvimin açıklanmasından iki gün önce. Burada da benzer bir tezgah olabilir.
13 Nisan’da Başkan Bush’un “Ulusa Sesleniş” konuşmasındaki ruh hali ve vücut dili benim çok dikkatimi çekti. Bu kadar kötü bir performans ve bu kadar az inandırıcılık. Her hali bir panik havasını işaret ediyordu. Bu ne kadar sıkıştıklarını gösteren birşey. Felluce ve Necef’te olanlarla ilgili sorulara verdiği cevap, tipik bir işgalci gücün meşruiyet sorununu öylesine yansıtıyor ki. Tekrarlar, vücut dili onun ne kadar zor durumda olduğunu gösteriyor. Buradaki en büyük risk ise irrasyonalite dozunun artmaya başlaması. Seçimlere 6 ay kala mağlubiyet anlamına gelecek hiçbir şeyi kabul etmeyeceklerine göre, Amerikalılar Irak’ın bölünmesi dahil her türlü alternatifi gündeme getirebilir. Belki bize bu kadar yaklaşmalarının arkasında bu da vardır. Komplo olacak bir durum yok bence.
Dünyanın en stratejik bölgesine yerleşiyorlar. Bundan âlâ komplo mu olur? Bunu kafaya koymuşlarsa zamanlama açısından da en uygun dönem şu dönem. Projelerini, İslam dünyasının en zayıf olduğu noktada uygulamaya koyuyorlar. Kasım sayımızdaki İslam dünyası dosyasında tartışmıştık. Öyle yapılar oluşmuş ki bunların ikisinin bir araya gelip ortak bir tavır göstermesinin bile imkanı yok. Dolayısıyla dünya sisteminin merkez güçlerini temsil edenler, bu bölgeye yerleşmek ve kaynaklarını zaptetmek istiyorlarsa bundan daha müsait bir zemin olmaz. Rusya kalmamış, Çin daha büyümemiş, Avrupa konsolide olamamış. Halbuki 25-30 yıl sonra konjonktür çok daha aleyhlerine olabilir. Şu zamanda herkes bağırsa, çağırsa da “oraya gelirim, enerji kaynaklarına el koyarım” diyorlar ve bunu yapıyorlar.
Ama en maliyetli, en verimsiz ve en beceriksizce yoldan yapıyorlar.
Bize kötü geliyor. Kötü olabilir, savaş ne pahasına olursa olsun mevziyi ele geçirmek ise rasyonalite bir tarafa bırakılabilir. Doğru tartışması yapmayalım. Burada rasyonalite var mı derken neyi referans alıyoruz? BOP ile oraya demokratik rejim getirmek istediklerini, bölgeyi özgürleştirmek istediklerini, piyasa sistemine katmak istediklerini filan düşünüyoruz; çünkü öyle diyorlar. Halbuki benim şahsî kanaatim bunların hiçbirini istemiyorlar. Zaten açıkça, “ben petrollerinizi, su kaynaklarınızı ele geçireyim” demelerini beklemiyorsunuz herhalde? Demedikleri için burada tenakuz görüyoruz, halbuki yok. Ne olursa olsun bölgenin kontrolünü ele geçirmek için bir harekata başlamış durumdalar ve bunu da kendilerinin gücün zirvesinde, düşmanlarının ve rakiplerinin de görece en zayıf olduğu bir zamanda yapıyorlar. Başarılı olurlarsa o zaman hukuku istedikleri gibi tahakkuk ettirebilirler. Onun için sadece gayri ahlakîlikten söz edebiliriz ama rasyonel olmamaktan bahsedemeyiz.
Tam da burada bahsetmek gerekir. ABD ve İngiltere, başka bir yolla daha kolay elde edebilecekleri birşeyi bu kadar büyük bir maliyetle elde etmeye çalışıyorsa orada bir rasyonalite kaybı var. Geçen sene savaş bittiğinde, Iraklılar Saddam heykellerini yıkarken, ama bir taraftan da hâlâ yakalanamamış Saddam tehlikesine karşı ABD’nin himayesine muhtaçken Amerika’nın bu projeyi gerçekleştirme şansı çok daha yüksekti. Irak’ta Amerikan yanlısı birini doğru dürüst iş başına getirerek bütün bu dediklerini elde edebilirdi. Halbuki şimdi öyle şeyler yaşandı ki, mevcut konsey bile meşruiyetini kaybetti.
Üstelik kendi askerleri de ölüyor, büyük maddî ve personel kayıpları var.
Ama bu kabul edilebilir bir sayının çok altında ise, diyelim ki projenin mimarları 100 birim kaybı göze almışken şu anda kayıpları daha sadece 50 ise?
Doğru. Ama bahsettiğin hedef bölgedeki stratejik kaynakların kontrolünü ele geçirmek, olası bir kaos döneminden evvel ipleri ele almak. Bunun yolu nedir? Ya gidip oradaki insanları bire kadar kıracak veya bunu, oradaki insanları kullanarak yapacak. Şimdi Amerika bütün Iraklıları Irak’tan tasfiye edip, oraya Amerikalıları yerleştirmek gibi bir proje yürütüyor olabilir mi? Böyle bir şey mümkün mü? Değil. O zaman Irak halkının içinden çıkan birileri ile yapacaksın. O Irak halkının içinden çıkan birileri ile yapmanın yöntemi, bu dediğin gibi olmaz.
Ya devrede daha mistik unsurlar da varsa?
İşte benim korktuğum da bu. Şayet Apokaliptik bir inançla, Evanjelist bir perspektifle bunu yapıyorlarsa onu kabul edebilirim. Gizli bir örgüt veya yönetime hakim bir kadro bütün rasyonaliteleri aşan bir inanç sahibiyse bunu yapabilir. Ama çeşitli rasyonel sebeplerle; mesela küresel ısınma, dünyada felaketler yaratacak bir gök cisminin tehdidi gibi somut unsurlar söz konusu ise bu yöntem mantıklı da değil, yapılabilir de. Bir takım doğal kaynaklara el koymak amacıyla ve bu halkları dünya sisteminin marjinal unsurları haline getirmek için hareket edenlerin mutlaka fayda-maliyet analizi yapması gerekir. Mevcut hareket tarzı, maliyetin en yüksek, başarı ihtimalinin de göreceli olarak diğer birçok alternatif yola göre en düşük olduğu yol. İşte rasyonalite burada yok.
Evet arkadaşlar, ikinci yılımızın ilk sayısında devam ederiz inşallah. Sene-i devriyemiz hayırlı olsun.

Paylaş Tavsiye Et