ÇİNLİLERİN bir bedduası varmış. Derlermiş ki “İlginç zamanlarda yaşayasın emi!” “Allah belanı versin!” gibi bir şey. Zira ilginç zamanlar, değişimlerin baş döndürücü bir hızda yaşandığı; doğru ile yanlışın, iyi ile kötünün miyarının kaybolduğu; aidiyet hissinin zayıflayıp, kolektif bilincin yok olduğu; kanun, hukuk ve meşruiyetin birbirinden tamamen ayrıştığı; edep ve hayânın gözden düşüp, ar duygusunun ayıplandığı; terör ve şiddetin günlük hayatın tabii bir parçası haline geldiği; hepsinden önemlisi de, Nietzsche’nin “metafizik konfor” dediği ruhsal huzur ve zihinsel dinginliğin uzak bir seraba dönüştüğü fetret dönemleridir. Böyle bir zamanda yaşamayı belaya düçar olmakla eş gören Çinlilere hak vermemek elde değil.
Biz, Türkiye olarak, uzunca bir süredir, belki Tanzimat’tan bu yana, böyle ilginç bir dönemde yaşamaktayız. Ajlan Sayılgan bu ilginçliği tarif için “deprem” metaforunu kullanmıştı. Yüz elli yıldır aralıksız süren bir deprem. Onun için Çinlilerin bu bedduadaki muradını en iyi anlayanlardanız.
Ya Cumhuriyet, Ya Vahdettin
İçinden geçtiğimiz dönemin ilginçliği değişik vesilelerle sık sık tezahür ediyor. Daha geçen ay, Başbakan’ın uçağında içki içilip içilmemesi tartışmasından yola çıkarak, alkollü içkinin Türkiye’de, dünyanın başka yerlerinden farklı olarak, siyasî ve ideolojik bir tüketim metaına nasıl dönüştüğüne dikkat çekmiştik. Bugünlerde ise aynı ilginçlikte başka bir tartışma ile meşgulüz. Hani şu Sultan Vahdettin meselesi. Bir delinin kuyuya attığı taş misali. Ortalık karıştı birden. Nutuk’a yaptığı referanslarla meseleyi son derece “bilimsel” bir şekilde ortaya koyanlardan tutun da, Vahdettin’in dedelerinin “sapıklıklarına” sığınanlara, bu çıkışları nedeniyle Ecevit’in bunadığına kanaat getirenlere ve hatta meseleyi bir rejim tartışmasına dönüştürmeye çalışanlara kadar herkes içindekini bir bir döktü ortaya. Döksün tabi. Döksün de biraz izanlı, mantıklı olsun.
Meselenin açıklanmaya ihtiyacı var; normal değil çünkü. Her haliyle tam bir patolojik durum arz ediyor. Ne diyor Demirel: “Türkiye bu tartışmayı kaldıramaz… Atatürk yanlış mı söylemiş?.. Ayrıca ona (Vahdettin’e) hain denmesi utanılacak bir şey değil… Cumhuriyet hakkında şüpheler uyandırmayın…” Demek ki Cumhuriyet’in bekası Vahdettin’in hainliğine bağlı. En azından birileri öyle zannediyor. Vahdettin’in hakikatte ne yaptığı, ne ettiği, ne düşündüğü önemli değil. Önemli olan, bu Cumhuriyet’in varlığı. Onun var olabilmesi için de, Vahdettin’in yok olması lazım. Bu ülkede içki içmek nasıl ki laikliğin bir gereği oluyorsa, Vahdettin’i hain bellemek de cumhuriyetçiliğin bir gereği, olmazsa olmazı. Bize lazım olan hakikat değil, ideoloji. Bu nedenle olacak ki, kimse son sözü arşivlere ya da uzman tarihçilere bırakma taraftarı görünmüyor. Bundan daha büyük bir ilginçlik olabilir mi? Söylenebilecek tek şey: Deprem devam ediyor.
Bu arada Demirel’i de tebrik etmek lazım. Bu yaşına rağmen, hâlâ oturduğu yerden gündemi belirleyebiliyor, gündemde kalabiliyor. Bu enerjiyi o yaştaki bir insana ancak Çankaya hayali verebilir herhalde. Bir süre önce derin devlete dair açıklamalarıyla dikkatleri üzerine çekmişti Demirel. Akabinde Çankaya ve başörtüsü meselesini ortaya atarak, ortalığı karıştırdı. Cumhurbaşkanlığı seçimlerine iki yıl olmasına rağmen erken bir tartışma başlatmayı başardı. Ardından, yeğeni Yahya Murat Demirel’in sahibi olduğu Egebank’taki yolsuzluk iddiaları çerçevesinde yine gündeme geldi. Tam sesi sedası kesilmişti derken, Vahdettin tartışması ile tekrar karşımıza çıkıverdi. Anlaşılan, daha yakamızı pek bırakacağa benzemiyor. Depremle ve Demirel’le yaşamaya mahkumuz.
Muhalefetin İşi Zor
CHP muhalefet görevini hakkıyla ifa edemiyor. Bunda Baykal’ın ya da partinin diğer ileri gelenlerinin rolü vardır mutlaka. Ama meselenin daha yapısal, Türkiye’nin ilginçliklerini barındıran başka bir yönü daha var. Yakın tarihimizin bir cilvesi, Türk kamuoyu aşırı politizasyon ile apolitizasyon arasında gidip gelmekte. En iyi muhalefet, politizasyonun had safhaya çıktığı zamanlarda yapılır. Çünkü yapılan eleştirilerin makes bulduğu, yankılanarak dalga dalga yükseldiği hararetli bir kamuoyu mevcuttur. Bu tür durumlarda siyasetin ideolojik yönü teknik yönüne galebe çalar. Merkez ile çevre arasındaki gerilim, doğal muhalefet alanlarını da kendiliğinden gün yüzüne çıkarır. Darbe sonrası dönemler ise apolitizasyonun hâkim olduğu; merkezin, çevrenin manevra alanını daralttığı dönemlerdir. Bu dönemlerde hükümetler daha ziyade teknokratik bir görünüm arz eder. Bugün olduğu gibi. AK Parti ideolojik meselelere girmemeye kararlı. Sağlık sistemi, ekonomi, kısmen dış politika gibi teknik yönü ağır meselelere teksif ediyor tüm enerjisini ve dikkatini. Dahası, her türlü polemikten kaçınıyor. Tansiyonu yükseltecek her durumda ya alttan alıyor, ya geri adım atıyor. Böyle bir hükümete karşı muhalefet ne yapsın? CHP bir iki muhalefet yapacak oldu, eline yüzüne bulaştırdı. Apolitizasyonun getirdiği durağanlık, AK Parti tabanından yukarı doğru yükselebilecek yeterli bir basıncı da mümkün kılmıyor. Ancak, yakın tarihimizin bize öğrettiği bir diğer gerçek de, apolitizasyonun ilelebet sürmediği. Önünde sonunda kamuoyu ısınacak, tabanlardan gelen basınç artacaktır. İşte o zaman seyredin siz gümbürtüyü.
Bu Ne Muhafazakârlık, Bu Ne Lahana Turşusu
AK Parti teknokratik bir parti görüntüsü vermemeye çalıştı en başından beri. Kendisine muhafazakârlık çerçevesinde ideolojik bir yörünge tayin etmek istedi. Ama bu çaba pek sonuç vermişe benzemiyor. Bir kere inandırıcılıktan uzak. Ancak bu durum hükümetin işine de yarıyor galiba. Yukarıda dediğimiz gibi, siyaset ne kadar az ideolojik görünürse, muhalefetin gücü o nispette kırılıyor. Bu da hükümetin işine yarıyor tabi.
AK Parti’nin ideolojik anlamda muhafazakâr olduğunu kabul ettiremeyişinin tek nedeni, muhafazakâr olamayışı. Muhafazakâr kisve şimdilik AK Parti’nin üzerinde iğreti duruyor. Yahya Kemallerin, Tanpınarların, Peyami Safaların temsil ettiği ideoloji olamaz AK Parti’nin benimsediği. Diğer bir deyişle, AK Partililerin gelenekle, tarihle, değişimle, küreselleşme, neo-klasik ekonomi ile ilişkisinin muhafazakâr olduğunu iddia etmek pek mümkün değil. Ne Dünya-Sistem’le bütünleşme noktasındaki gayretleri, ne Haydarpaşa projesi, ne yeni Haliç köprüsü, ne Caddebostan plajı… Hiçbiri bizim bildiğimiz muhafazakârlık ile bağdaşmıyor. Bugünlerde kılık kıyafetleri ile olsun, günlük yaşantıları ile olsun, tüketim kültürü ile olsun gelenekten en kopuk yaşayan, moderni en çabuk benimseyen kesimin mümessili durumunda AK Parti. Böyle bir hayat tarzı yanlış sayılmayabilir. Herkesin kabulü kendine. Ancak böyle bir tarzın muhafazakâr olmadığı aşikâr.
Sistemik Anomali
Türkiye olarak alışığız ilginç zamanlarda yaşamaya. Ama bir süredir dünya da ilginç bir hal almış durumda. İlginçlik daha içinde yaşadığımız dönemi adlandırma noktasında başlıyor. 1990’lara kadar Soğuk Savaş dönemiydi. 89’da Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla birlikte Soğuk Savaş dönemi sona erdi. Peki hangi dönem başladı? Amerika tüm dünyayı Yeni Dünya Düzeni döneminin başladığına inandırmaya çalıştı. Hâlâ da uğraşıyor; ama beyhude. Henüz yeni bir dönemin başladığına ilişkin ciddi bir emare yok ortada. Tüm belirtiler geçiş dönemine işaret ediyor. Onun için en doğru tanımlama, akademik camiada da kabul edildiği üzere, Soğuk Savaş-sonrası dönem. Boğaç Han misali içinde bulunduğumuz dönem de kendine özgü bir adla anılmayı hak edebilecek bir düzene sahip değil henüz. Kısacası ilginç bir dönem.
Dönem değiştirmek birkaç açıdan önemli. Öncelikle her dönem kendine özgü hususiyetler taşır. Kuralları, teamülleri, ittifak ilişkileri, güç ve rol dağılımları, doğruları, yanlışları, iyileri ve kötüleri ile bir dönem kendi iç bütünlüğü olan bir sistemdir. Her sistem organik bir mekanizmaya benzer. Bu anlamda dinamiktir. Ortaya çıkar, olgunlaşır, yaşlanır ve dağılır. Uluslararası arenada bir sistemin dağılması, Hobbes’un tabiriyle, tabii hal durumuna intikal anlamına gelir. Yani ne kural kalmıştır, ne teamül. Doğrular ile yanlışlar, iyiler ile kötüler birbirine karışır. Sistem lineer (çizgisel) bir yapıdan, lineer olmayan bir yapıya evrilir.
En vahim hatalar böyle ilginç zamanlarda yapılır. Lineer olmayan ortamlarda lineer düşünmek bir devletin yok oluşuna bile neden olabilir. Çünkü aktörler birbirlerinin nasıl hareket edeceğini göz önünde bulundurarak kendi tavırlarını belirlerle. Ancak lineer olmayan zamanlarda aktörlerin nasıl davranacaklarını kestirmek çok zordur. Böyle zamanlarda en önemli hususiyet, değişimi kavrayabilmek, tarihsel bir perspektife sahip olmaktır. Sağlıklı bir bakış açısının püf noktası ise geçiş dönemlerinin geçiş dönemleri ile, istikrar zamanlarının da istikrar zamanları ile mukayese edilmesidir.
Geçiş dönemleri sistemik savaş ve dönüşümlerin yaşandığı zamanlardır. İstikrar dönemlerinde en medenî görünen milletler geçiş dönemlerinde, Dr. Jekyll’in Mr. Hyde’a dönüşmesi gibi, acımasız bir canavara dönüşebilir. Bugün dünyanın en medenî milletleri sayılan İngilizlerin, Amerikalıların, Almanların, Fransızların tarihteki geçiş dönemlerinde, nasıl birer kurt adama dönüştüklerini hatırlamakta fayda var. Benzer değişimlerin, içinden geçtiğimiz kritik dönemde tekrar etmeyeceğinin hiçbir gerekçesi yok.
Yaşadığımız dönemi ilginç kılan unsur, terörün varlığı değil. Terörün var olmasının nedeni, içinden geçtiğimiz dönemin ilginç olması. Bu hususun altını çizmekte fayda var. Başka bir deyişle terör sebep değil, neticedir. Aslolan, sistemin içine düştüğü anomali halidir. Yani lineer olmayan bir dönemde lineer düşünmektir. Güçler dengesinin ortaya çıkmaya başladığı bir dönemde Amerika’nın tek kutuplu bir yapı kurmaya çalışmasıdır. Uluslararası güç dağılımı ile rol dağılımı arasındaki gerilimdir. Hegemonyanın en önemli ayaklarından biri olan kültürel-epistemolojik ayağın kırılmasıdır. CNN’dir, Holywood’dır, Coca-Cola’dır…
İlginç zamanları atlatabilmek için, derin derin düşünmek ve çok dua etmek gerek.
Paylaş
Tavsiye Et