Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (January 2010) > Asılıyorum > İki yakanın hikayesi
Asılıyorum
İki yakanın hikayesi
Şevket Muamma Toksöz
Geçenlerde eve geldim.
Baktım ortada yine bir paket.
Yeni bir paket.
Açtım, baktım;
İnanılmaz bir tuvalet.
Aklım başımdan gitti!
“Şu kriz zamanında sırası mıydı şimdi?” diye bağırdım hanıma.
“Bu kaçıncı ha, bu kaçıncı?” diye de geçirdim içimden.
Daha iki sene kadar önce, 27 Nisan’da mı 28 Nisan’da mı ne, gecenin bir köründe telefon sesiyle uyanmıştım.
Nedense azgelişmiş ülkelere mahsus, o çok bilindik “Gece yarısı telefon acı acı çaldı” girişiyle maruf üçüncü sınıf macera romanlarından biri daha, aha yine başlıyor hissiyatına kapıldığımı hatırlıyorum.
“Hayırdır inşallah” diye ahizeye uzandım.
Tabii ki “hayır” değildi.
Karşımda, kim olduğu bence bugün bile meçhul bir şahıs vardı.
Tok bir sesle şöyle buyurdu:
“Mağazamızdan yüklüce bir alışveriş yapmışsınız.
Hesabı size kesmemi istediler, kesiyorum, haberiniz olsun.”
Asabım fena bozulmuştu.
O gece yarısının verdiği şaşkınlıkla mıdır, derin uykumdan uyandırılmamın kızgınlığıyla mıdır, yıllardır biriktirdiğim acı tecrübelerin etkisiyle midir nedir bilemiyorum;
“Yok kardeşim” diye sesimi yükselttim.
“Anlıyorum, bunun muhatabı benim, ama is-te-mi-yo-rum.
Hesap kesilecek bir alışveriş yapmadım.
Sakın hesap mesap kesmeyin.
Bu defa ödemiyorum” dedim ve tak diye telefonu kapattım.
Sonra dedim ki “Eyvah, ben ne yaptım!”
O zamana kadar “Eh napalım, öderiz bari” diye her önüme çıkartılan faturayı ödemekten aile bütçesini bir türlü denkleştiremiyordum.
 
İKİ YAKA
İki yakam bir araya gelmiyordu.
Adamın iki yakası bir araya gelmeyince öyle dağınık, pespaye bir görüntüsü oluyor.
İnsan içine çıkmaya da utanıyorsunuz sonuçta.
Ele güne rezil olmak da cabası.
Ama yine de günlerce önüme olmadık bir fatura çıkaracaklar diye ölüp ölüp dirildiğimi hatırlıyorum.
Bir şekilde, öyle ya da böyle, o zamanlar fatura işini atlatmıştım.
Zaman içinde aldığım tasarruf tedbirleri ile krize rağmen tam belimi doğrultmuştum ki;
evin ortasındaki adrese teslim, sarıp sarmalanmış paketten çıkan tuvaleti görünce beynimden vurulmuşa döndüm.
“Şu kriz zamanında sırası mıydı şimdi?” diye bağırmama tınmadı bile hanım.
“Nereden çıktı bu tuvalet?” diye üsteledim.
Yine tık yok.
Sözde evin reisiyim.
Ama özde olmadığım kesin.
Gözde olmadığım ise bambaşka bir konu.
“Böyle sürprizler
aramızdaki ilişkiyi zedeler”
yollu kafiyeli bir giriş yapmayı denedim.
Boşuna.
“Bu imza, bu marka benim bütçemi aşar” diye daha hassas bir konuya değindim.
Ama sesimin yankısını bile duyamadım.
Yeteri kadar uzaksan teorik olarak duvarın yankı yapma ihtimali bile var.
O bile olmadı.
Tam hiç sesini çıkarmayacak moduna girmiştim ki aniden irkildim.
“Aman be” diye çıkıştı.
“Amma uzattın vır vır vır.
Millet koyunu bıraktı insan klonluyor, sen bir marka diye tutturmuş gidiyorsun.
Adamlar Adidas’ın Lacoste’un taklidini yapıyorlar, herkes yutuyor onu da biliyorsun.
Bir şey biliyoruz ki konuşuyoruz.
Altı üstü bir kumaş parçası.
Şuncacık kumaş parçası yüzünden, koskoca bir kurumu yıpratmaya utanmıyor musun?”
 
KURUM
Kurum dediği de boru değil, evlilik kurumu.
Kafamın tası attı.
“Ya sen” dedim “ya sen, nikah akdimize attığımız imzalara bu tavırlarınla bir “kağıt parçası” muamelesi yapmaktan sıkılmıyor musun?”
Anlayacağınız üzere bu tartışma böyle devam edip gider.
İp bir yerde kopana kadar.
Gördünüz işte:
Laf döndü dolaştı, evlilik kurumuna geldi.
Madem geldi, yeri gelmişken gençlerin kulağına küpe olsun!
Mahiyet farkı olan iki şahsiyetin bir çatı altında dizginleri ele geçirme manevraları ile makul ölçülerde kırıp dökerek götürmeye çalıştıkları kuruma, evlilik kurumu diyoruz.
Bu kurum biri erkek biri dişi iki parçanın bir araya gelmesi ile kurulur.
Kuruluş yöntemi tümevarım yöntemidir.
İki “bir”den tam “bir” elde etme mantığı üzerine kuruludur.
Umulan şudur;
Bir artı bir toplansın sonuçta mükemmel bir birlik olsun.
Halbuki bir artı birin toplamının bir çıkması herkesin bildiği üzere imkansızdır.
Dolayısıyla bu toplamdan bazen bir bazen birden çok parça çıkar.
“Birleşme” literal ifadede iddia edildiği gibi tekilliğe değil çoğulluğa yol açar.
Çoğulculuk da o çoğulluktan çıkar.
Parça pinçik meseleleri halledememelerinden dolayı bu kurumun çatısı parçalarına ayrılır.
Yani dağılır.
Yavrular da ortada kalır.
Ebeveynlere sorarsanız, dış etkenler olmasa gül gibi geçinip gideceklerdir.
O görümcenin, o kayınçonun, o baldızın, o kaynananın salvo atışları yıpratır koca kurumu.
Kimse kendi gözündeki merteği görmez.
Güveyi dinlesen “Ne hainmiş bu kadın” dersin.
Gelini dinlesen “Ne arsızmış şu adam” dersin.
Ama “İkiniz birbirinizin düşmanı değilsiniz” diyemezsin.
Hadi dedin, dinletemezsin.
Dünyanın en kolay işidir düşmanı dışarıda aramak.
Hem kendini avutursun, hem sorumluluktan kurtulursun.
İp kopunca erkek kendine yeni bir “ateş parçası” bulur.
Kadın kendine yeni bir “aslan parçası” uydurur.
Yeni bir “kumaş ya da kağıt parçası” anlaşmazlığına kadar yuvarlanır dururlar.
Ama yavrular yuvarlanmazlar.
Bir daha toparlanamazlar.
Öyle orta yerde kalakalırlar.
Eşek kadar olurlar.
O yaraları da eşek kadar olur.
 
ÇATI
Yine çeşitli parçalardan oluşan çatının daha büyüğü de vardır.
Makul olmayan ölçülerde kırıp dökme tekelini elinde bulunduran bu daha büyük çatıya da devlet kurumu diyoruz.
Haliyle kırıp dökme araçlarını en çok elinde bulunduran kurum kendini en asli kurum görme eğilimindedir.
İşleyiş yöntemi tümdengelim yöntemidir.
“Tüm benim.
Parçaların üzerine üzerine giderim.
Dağıtırım, parçalarım öyle giderim.”
Mantık budur.
Parçalar bir araya gelip “halkın iradesinin tecelli ettiği bu yüce kurum” filan demeye çalışırlar.
Bu iddiayı dillendirmeye çalışan parçalar mutat aralıklarla tekrar tekrar parçalanır.
Parçalanma ameliyesinin tekrarlanmasıyla tarih hep tekerrür edegelir.
Bu tekerrür sonucunda devlet bütçesinin de iki yakası bir araya gelmez.
Bu tablo da şık, janti, güçlü bir devlet görüntüsü vermez.
Palas pandıras bir görüntü olur.
Tıpkı Honduras gibi olur.
Kurumlar reklamda olduğu gibi tıkır tıkır çalışmazlar.
Kıtır kıtır çalışırlar.
Artık kimin gücü kime yeterse.
Bu yüzden kuvvetler ayrılığı prensibi vardır.
Herkes ayrı, ben apayrı prensibidir bu.
Bu alışılagelmiş çalışma prensibi devam edegider.
Ne zamana kadar? İp bir yerde kopana kadar.
Düşman tabii her zaman olduğu gibi dışarıdadır.
Ulus-ötesi dayıda, ulus-ötesi kayınbiraderde, ulus-ötesi yengededir suç.
Onlar olmasa mekanizma nasıl da kıtır kıtır işleyecektir.
Ebeveynler yaralarını zaman içinde resim yaparak ya da yeni parça kurarak sarabilirler.
Yavrular yine ortada kalır.
Büyümeyen yavrunun payına düşen nedir?
Sadece ninnidir.
“Bana baba diyebilirsin yavrum.
Güzel günler gelecek yavrum.
Seni böyle naçar bırakanlardan hesap soracağım yavrum.
Üç vakte kadar bekle yavrum.
Biraz süt iç de büyü yavrum.
Niye arsızlık ediyorsun yavrum.
Bak şimdi çakacam bir tane yavrum.
Çaktım yavrum.”
Şu var ki yavru da hikayeyi çakmaya başladı.
Yataktaki kurt anneannesi değildi.
 
SON TAHMİN
Biri birine kötü çakacak da kim kime çakacak!

Paylaş Tavsiye Et