GAZETELERİN ekonomi sayfaları pembe haberlerle dolu. Türkiye’nin uzun yılların en düşük enflasyon rakamını yakaladığını yazıyor kimisi. Kimisi ihracatımızın rekor düzeyde artmış olmasına vurgu yapıyor. Yabancı yatırımcılar da geliyormuş. Esnafın, tüccarın, sanayicinin de keyfi yerindeymiş.
Böyle bir ortamda, hükümetin performansını değerlendirecek bir çerçeve sunması amacıyla Türkiye’de yapılan, yapılması arzu edilip de yapılamayan reformları sınıflandırmak yerinde olur. Ele alınması gereken bir diğer konu da krizlerin reformların benimsenmesindeki olumlu rolü. Acaba krizler, bütün yıkıcı etkileri bir tarafa, bu bakımdan “her işte bir hayır vardır” dedirtecek bazı olumlu yönler de barındırmıyor mu? Yine bu çerçevede üzerinde düşünülmesi gereken bir diğer konu da, hükümetin kısa vadeli ekonomik başarılarının uzun vadede yapılması gereken reformların önünü tıkayıp tıkamadığı.
‘Reform’ Denince Ne Anlıyoruz?
Reformu herhangi ‘daha iyi’ bir politikanın benimsenmesi anlamında kullanıyoruz. Tanımımız bu nedenle gayet genel ve göreceli. Genel oluşu, hayatta benimsediğimiz ve ‘daha iyi’ olduğuna inandığımız herhangi bir değişikliği işaret etmesinden kaynaklanıyor. Bu açıdan sürekli kullandığımız diş fırçamızı, daha iyi olduğuna inanarak başka bir marka ile değiştirmemiz bile bir reformdur. Göreceli oluşu ise, reforma konu politikaların herkes tarafından ‘daha iyi’ politikalar olarak kabul edilmek zorunda olmayışı ile ilgili. Ancak bu yazıda, görecelilik bahsini bir tarafa bırakarak reform yapmak isteyenlerin, daha iyi politikaların neler olduğunu bildiklerini varsayacak, fakat bunları uygulayamamaları veya gecikmeli olarak uygulamaya koymaları üzerinde duracağız.
Krizler Reformları Kolaylaştırıyor
Reformları iki grupta toplamak mümkün. Birinci tür reformlar makroekonomik politikalarla ilgili. Bu tür reformların gerçekleştirilmeleri oldukça kolay. Diğer reformlar ise daha çok yapısal değişiklikleri içeriyor. Makroekonomik istikrar için izlenmesi gereken para politikalarını, sermaye hareketleri ve bankalarla ilgili düzenlemeleri, hatta mali politikaları birinci kategoriye koymak mümkün. Önemli olan bu kategorideki reformların, ikinci kategoriye göre daha kolay uygulanabilir olması. Bu iki kategori arasındaki önemli bir diğer fark da maliyetler. Yapısal reformlarda maliyet genelde daha eşit olmayan bir biçimde paylaşılıyor. Ve sıklıkla maliyeti yüklenmesi beklenenlerin direnci ile karşılaşılıyor.
Örneğin, son krizde makroekonomik istikrarı sağlayamayan hükümetin devalüasyon yapması birinci tür bir reform olarak kabul edilebilir. Reformun maliyeti toplumun bütününe yayılmış ve hükümet devalüasyon kararını hemen uygulamaya koyabilmiştir. Özelleştirme meselesi ise yapısal bir değişiklik olmaya daha yakındır. Özelleştirme için sadece kanun çıkarmak yeterli olmaz; özelleştirme öncesinde ön çalışmaların yapılması da gerekir. Özelleştirilecek kuruluşlarda çalışanların istihdamı, oluşabilecek tekelleşme ve haksız kazanç ve zarar görenlerin muhalefeti gibi konular düşünüldüğünde yapısal bir değişikliğin zorluğu görülür.
Hükümetin Reformları?
AKP hükümetinin, ekonomi alanında kendine özgü bir politikayı uygulamaya koyduğunu söylemek bir hayli zor. Bir önceki hükümetin son kriz sonrasında Derviş ile uygulamaya çalıştığı iktisadî reformları kısaca şöyle sıralamak mümkün:
• Devletin sahip bulunduğu bankalar ile tehlike sınırında olan bankaların güçlendirilmesi ve bankalar reformu yapılması,
• Merkez Bankası’nın daha da bağımsızlaştırılması,
• TL’nin serbestçe dalgalanmaya bırakılması,
• Hükümet harcamalarının kısılması,
• Özelleştirmeye hız verilmesi.
Yeni hükümetin en çarpıcı yönü, uygulamaya konulan bu reformların devamı için bir önceki hükümetten bile daha fazla kararlılık göstermesi. Bu kararlılık, söz konusu konularda erişilen toplumsal mutabakat kadar, hükümetin gerek içeride gerekse dışarıda bir türlü aşamadığı meşruiyet sorunu ile de ilgili. Türkiye’nin ekonomi yönetimi şu ana kadar meşruiyet sorununu aşmanın tek yolunun, bir önceki hükümetin uygulamaya koyduğu reformları sürdürmekten geçtiğine inanmış görünüyor. Tabii bu yorumumuz, “reformlar devam ettirilmemeli!” anlamına gelmiyor. Ancak, meşruiyet sorununu kendi kafasında aşamayan bir hükümetin, gelecekte yapabileceği reformlar konusunda çok da başarılı olamayacağı düşüncesiyle, bu konunun önemsenmesi gerekir.
Tekrar beş başlık altında sıraladığımız reformlara dönelim. Bunlardan sadece ‘dalgalı kura geçiş’i makroekonomik reformlar arasına koyabiliriz. Merkez Bankası’nın bağımsızlaştırılması, dalgalı kurla beraber gelen bir reform olarak düşünüldüğünde özelleştirme yapmaktan, hatta devlet harcamalarını kısmaktan çok daha kolay uygulanabilir. Bankaların güçlendirilmesi ise kriz sonrasında zaten zorunlu bir politika haline gelmişti. Bu nedenle, sayılan reformların çoğunu gerçekleştirmek kriz sonrasında nispeten daha da kolaylaştı.
Yaşasın Krizler!
Reformların uygulamaya konulmasında bu tür pozitif rolleri olması nedeniyle, krizlerden yararlanılması gerekir. Soru şu; neden reformlar genelde hemen krizlerden sonra uygulanabiliyor? İlk sebep, krizlerin yapılması gerekli reformları daha belirgin hale getirmesi. Örneğin krizle beraber yoğunlaşan, suistimale açık ‘sınırsız mevduat güvencesi’ne ilişkin tartışmalar, aslında var olan bir problemin daha belirgin hale gelmesinden kaynaklanıyor.
Krizlerin, farklı grupları farklı şekilde etkileyerek reform yapmanın maliyetini düşürmesi de bir diğer neden. Bu maliyet grupların bazısı için daha fazla iken, diğerleri için daha az ve reformların uygulamaya konulmasında toplumun bu kesimleri daha istekli davranabilir. Örneğin, büyük bankalar ‘bankacılık reformu’na, reform sürecinden küçük bankalara nazaran daha az maliyetle çıkacak olmaları nedeniyle daha sıcak bakarlar. Ya da ihracatçılar, yerli piyasaya mal üretenlere göre devalüasyonu daha çok isterler.
Kısacası krizler, belirsizlikleri azaltmaları ve reform için en azından bazı kesimlerde istek uyandırmaları nedeniyle, yapısal reformlara zemin hazırlamaları açısından uzun vadede olumlu sonuçlar doğurabilir.
Geçici Tedbirler Ameliyat Masasına Yatmamızı Geciktiriyor mu?
Kriz sonralarında bazı ülkelerin nispeten radikal denebilecek kararlar alabilmeleri de bu yüzden. Daha önceki tüm muhalefete rağmen Malezya’nın ve Şili’nin kısa vadeli sermaye hareketlerine sınırlama getirmeleri ancak kriz sonrasında talep edilebildi. İMF ve Dünya Bankası’nın krizin hemen sonrasında Türkiye’ye verdikleri kredileri de bu açıdan değerlendirmek mümkün. Kriz sonrasında, sorunlarıyla yüzleşen ve karar verme durumunda olan Türkiye’nin radikal kararlar alma ve bunun sonucunda Batı merkezli ekonomi politikaları izlemekten uzaklaşma ihtimaline karşı verilen krediler aslında bu merkezlerin güdümünde politikaların benimsenmesine sebep oluyor. Yani ağrılarımızı hafifleten geçici tedbirler, ameliyat masasına yatmamızı geciktirebiliyor. İşte bu yüzden hükümetin bir yılda kaydettiği ekonomik başarı, başka bir açıdan da yapısal reformların önünü tıkayabilir. Kısacası, geçici ve nispeten doğal bir sonuç olarak, krizleri takip eden makroekonomik başarılarımızın esiri olmamak, yapısal reformları unutmamak gerekiyor.
Paylaş
Tavsiye Et