Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (March 2010) > Dünya Ekonomi > Küreselleşme, anti-küreselleşme ve sivil toplum
Dünya Ekonomi
Küreselleşme, anti-küreselleşme ve sivil toplum
Sadık Ünay
AKADEMİK ve medyatik gündemin geçtigimiz dönemdeki değişmez konuları arasında baş köşeyi işgal eden küreselleşme kavramı ve ilişkili olduğu siyasi/sosyo-ekonomik süreçler ile ilgili analiz yapımının başlı başına bir sektör oluşturmaya başladığını söylemek herhalde yanlış olmaz. Ancak küreselleşme eksenli düşünce ve siyaset üretimine genel bakılacak olursa, dünya ekonomi politiğinde son otuz yılda yaşanan radikal değişimlerin farklı coğrafyalarda yaşayan insan toplulukları üzerindeki etkilerini derinlemesine inceleyen çalışmaların nispi eksikliği hemen göze çarpacaktır. Literatürdeki oturmuş gelenek, genelde ekonomik alanlar ile özelde devlet-merkezli alanlara yoğunlaşmış durumdadır. Soğuk Savaş döneminin doğurduğu ideolojik ve analitik bölünmüşlük de eklenince, silahlanma ve askeri güce dayalı ulusal güvenlik vizyonları ile ekonomik entegrasyon ve karşılıklı bağımlılık ilişkilerini önemseyen ekonomi-politik yaklaşımlar bir anlamda mevcut araziyi işgal etmiş oldular. Bunun doğal sonucu, sivil toplum, sosyal etkileşim ya da hatırı sayılır sivil tepki gibi kavram ve konuların uzunca bir süre gündemden dışlanması oldu.
Gelişmiş ülkelerin oturmuş sosyo-ekonomik dokuları açısından konuya bakıldığında farklı ekonomik sektörlerde yaşanan küreselleşme süreçlerinin piyasa aktörlerine kazandırdığı yeni imkanlar ve iletişim-bilişim teknolojilerindeki gelişmeler sayesinde sermayenin kolayca transfer edilebilir bir meta haline gelmesinin son derece önemli sonuçlar doğurduğu gayet açıktır. Özellikle Orta Avrupa’da İkinci Dünya Savaşı sonrası kurulan ‘refah devletleri’ üzerinde oluşan baskı büyük ölçüde sermayenin giderek özgürleşmesi ve “daha az regülasyon-daha az vergi” özlemiyle yeni pazarlara açılmasından kaynaklanmaktaydı. Ancak şirket çıkarları ve uzun dönemde ulusal çıkarlar gözetilerek desteklenen bu süreç sermaye-insan dengesinde kantarın topuzunun giderek sermaye tarafına kaymasına sebep olmakta gecikmedi. Bir taraftan dünya çapında genel kabul görmeye başlayan neoliberal makroekonomik politikalar çerçevesinde günbegün daralmaya zorlanan eğitim, sağlık gibi sosyal alanlardaki kamu harcamaları, diğer taraftan hızla büyüyen çokuluslu şirketlerin, gelişmiş ve gelişmekte olan ülke hükümetleri nezdinde artan siyasi etkileri, özellikle sabit gelir grupları üzerinde ciddi bir baskı kurmaya başladı. Bu gelişmelere paralel olarak OECD ülkelerinin çoğunda gözlenen ve finansal hizmet sektörleri ile yüksek teknolojiye dayalı alanlarda yoğunlaşan elit işgücünün klasik imalat sanayiindeki sendikalı işçiler ve geçici ya da part-time işçilerden ayrışmasına dayanan bölünmüşlük, aynı ülke içinde giderek ‘birinci’ ve ‘üçüncü dünyalılar’ın ortaya çıkmasına sebep oldu. Doğal olarak bu trend toplu sözleşme ve sektörel pazarlık pratiklerine alışık geleneksel sendikacılık hareketini son derece zor durumda bırakıp çalışma standartlarını ve personel politikasını belirlemede küresel sermayeye neredeyse “direniş-free” bir dönemin kapılarını açtı.
Hiç şüphe yok ki, gelişmekte olan ülkeler ve halkları için küreselleşme başlığı altında toplanan süreçlerin sosyo-ekonomik yansımaları çok daha ciddi, hatta hayatî bir boyut kazanmakta. Dinamik olarak sürekli yenilenen ticaret, finans, üretim ağlarının dışında kalmamak ve küresel ekonomi politiğin yönetim mekanizmaları nezdinde etkin olabilmek neredeyse bir varoluş mücadelesi halini alıyor, pek çok gelişmekte olan ülke için. Evrensel stratejiler olarak vazedilen ticaret ve finans sektörlerinin liberalizasyonu, ulusal ekonomik sistemlerin dışa açılması ve dış yatırımların teşviki gibi önlemler göreceli faydalar sağlamakla birlikte, uygulayan ülkenin idari kapasitesi ve ekonomik istikrarı koruma gücüne bağlı olarak muhtemel krizlere ve uzun dönemli ulusal problemlere de zemin hazırlayabiliyor. Bu bağlamda çokuluslu şirketleri topraklarına çekebilmek için büyük gayretler sarf eden ülkelerde ciddi boyutlara ulaşan çevre kirliliği, çalışma standartları ve ücretlerin kastî olarak düşük tutulması, çocuk işçi çalıştırılması gibi konular küresel pazar paylarını ve kâr oranlarını artırma peşindeki uluslararası şirketlerin pek umurunda olmasa da, ilgili halklar ve sosyal grupların refahı açısından kalıcı tehditler barındırabiliyor. Genel olarak küresel sermayenin önünü açıcı ve gelişmekte olan ülkeleri frenleyici politikaları ile ün yapan Dünya Ticaret Örgütü’nün uluslararası ticaretin serbestleştirilmesine yönelik çalışmalarında işgücü ve çalışma standartları, çevre kirliliği ve gelişmekte olan ülkelerin talepleri ile ilgili olarak bağlayıcı kararlar almaktan kaçınması ve bu konuları ısrarla yetki alanı dışında sayması elbette manidar.
Ancak özellikle Dünya Ticaret Örgütü’nün önyargılı ve taraflı tutumunu, GATT mekanizmasının yerine kurulduğu 1995 yılından bu yana ısrarla devam ettirmesi, bu örgütün gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde pek çok sivil toplum örgütü tarafından yoğun şekilde protesto edilmesine sebep oluyor. Medyada genellikle ‘küreselleşme karşıtı hareket’ olarak bilinen sivil toplum örgütleri ve aktivistler koalisyonunun 1999 yılındaki Seattle Bakanlar toplantısından bu yana tüm Dünya Ticaret Örgütü toplantılarında sahneye çıkması elbette tesadüf değil. Bir ‘hareketler hareketi’ olarak tanımlanan bu tepkinin sistematik bir şekilde organize edildiğini ya da hiyerarşik bir karar alma yapısının ürünü olduğunu iddia etmek mümkün olmasa da, pek çoğu Batılı ülkelerde kurulu yüzlerce sivil toplum örgütünün destek verdiği eylemlerin uluslararası ekonomi-politik sistemin yönetim organlarının metotları ve temel öncelikleri konusunda yaygın bir toplumsal memnuniyetsizliği seslendirdiği bir gerçek. Örneğin No Logo adlı kitabın yazarı Naomi Klein bu noktayı şöyle vurguluyor: “Bu hareket, insanlığın tarihi gelişimini tek yönlü bir tekel altına almaya çalışan ve bir ‘piyasa fundamentalizmi’ hatta ‘piyasa Stalinizmi’ olarak tanımlanabilecek neoliberalizme karşı başlatılmış küresel bir sivil toplum hareketidir”.
Konunun bu yönünü kavrayan İMF ve Dünya Bankası’nın son yıllarda sivil toplum örgütleri ile sistematik ilişkiler kurup özellikle gelişmekte olan ülkelerde uyguladıkları programların insanî katkıları ve meşruiyet temellerini vurgulamak için yoğun bir çaba içinde oldukları gözlerden kaçmıyor. Şimdiye dek uluslararası kurumlar üzerinde göreceli olarak etkili olabilen sivil toplum örgütleri, merkezî yapıları güçlü, siyasi bağlantıları kuvvetli sınırlı sayıda kuruluşu kapsamış olsa da, uluslararası sistemin yönetim merkezlerinde hegemonik kaygıların yanı sıra insanî önceliklerin de gündemde yer işgal etmeye başlaması nispi bir ilerleme sayılabilir. Ancak piyasa kapitalizminin sistemik genişleme eğilimleri ve bunu destekleyen güçlü devlet politikaları göz önüne alındığında özellikle gelişmekte olan ülke toplumlarını küreselleşmenin dalga dalga yayılan olumsuz etkilerinden korumak için devlet-toplum yakınlaşmasına dayalı uzun dönemli stratejiler geliştirilmesi gerektiği şüphe götürmez bir gerçektir.

Paylaş Tavsiye Et
Dünya Ekonomi
DİĞER YAZILAR