AB’NİN sosyo-ekonomik entegrasyon sürecini takip eden gözlemcileri ve Birliğin karar alıcılarını son dönemlerde en çok endişelendiren konuların başında, Fransa, İspanya, Benelüks (Belçika, Hollanda, Lüksemburg) ülkeleri ve İtalya başta olmak üzere tüm Avrupa’ya yayılmaya başlayan yeni-korumacılık dalgasının potansiyel yıkıcı etkileri geliyor. Bu bağlamda Fransız lider Jacques Chirac’ın, Mart ayı sonunda Brüksel’de yapılan AB Ekonomik Konseyi toplantısını, Avrupa İşverenler Federasyonu Birliği’nin Fransız başkanının AB siyasî liderlerine “uluslararası iş lisanı” olan İngilizce ile hitap etmesini gerekçe göstererek terk etmesi oldukça manidardı. Bu hareket, Fransızların her zaman gururla dile getirdikleri “dil milliyetçiliği”nin yanında, kökü daha derinlere uzanan ve esas itibarıyla merkezî Avrupa’nın yapısal, sosyal ve ekonomik sorunlarının doğurduğu kriz dinamiklerinden beslenen ekonomik milliyetçilik ve yeni-korumacılık dalgasının da izlerini taşıyan sembolik bir tepki olarak algılandı.
AB içi ekonomik entegrasyon sürecinin derinleştirilip yeni coğrafî alanları kapsayacak şekilde yaygınlaştırılarak, ekonomik küreselleşme sürecinde Avrupa’nın başat bir aktör olarak rekabet gücünü arttırıcı biçimde kurgulanması, 1990’ların ortalarından bu yana sürekli dile getirilen ana stratejik hedeflerden biri. Ancak yakın dönemde Fransa gibi bazı kilit ülkelerin, başta işgücü piyasası olmak üzere ekonomik hayatın pek çok alanında küresel piyasa disiplinini yansıtan yasal-kurumsal yapılara doğru reform yapma noktasında yaşadıkları sıkıntılarla birlikte, sosyo-politik direncin kemikleşmesinin siyasî liderleri yeni-korumacı bir platforma doğru sürüklediği de bir gerçek. Bu anlamda, Avrupa tarihinin pek çok döneminde olduğu gibi, varlığını ABD ve Japonya başta olmak üzere küresel ekonominin baskın güçleri ile uluslararası platformda daha etkin rekabet etmek gibi proaktif bir projeye borçlu olan ortak pazar, siyasî meşruiyetlerini tehdit altında hisseden yönetimlerin elinde Fortress Europe (Avrupa Kalesi) algılamasını güçlendiren defansif bir araca dönüşebiliyor. Öyle ki, entegre bir bölgesel piyasa oluşturduktan sonra siyasî birliğe doğru yürümeyi hedefleyen Büyük Avrupa Projesi, anayasa referandumlarının Fransa ve Hollanda’daki hezimetiyle siyasî anlamda sekteye uğradıktan sonra, sosyal ve ekonomik anlamda da ciddi bir sorgulama döneminden geçmekte.
Gerek AB Komisyonu, gerek serbest piyasa vurgusunun arttırıldığı liberal bir bölgesel model için bastıran siyasî liderler, gerekse Avrupalı iş camiası tarafından son zamanlarda sürekli tekrarlanan mesaj; doğrudan yabancı sermaye yatırımlarına karşı belli hükümetler tarafından tavır alınmasının ekonomik entegrasyonu baltaladığı yönünde. Avrupa içi büyük çaplı şirket evlilikleri ve satın almaların netameli bir geçmişi olduğu biliniyor. Örneğin Alman iletişim devi Mannesmann’ın İngiliz Vodafone tarafından satın alınmasını ulusal stratejik çıkar endişeleriyle önlemeye zorlanan Schröder hükümetinin tavrı ya da dev süt ürünleri üreticileri Parmalat ve Danone’yi iflastan kurtarmak için İtalyan ve Fransız hükümetlerinin nasıl seferber oldukları hâlâ hafızalarda. Ancak Avrupa’da sosyal devlet modelinin geçerliliğini bir ölçüde koruduğu ve sosyo-ekonomik kaygılarla “ulusal şampiyonlar”ı koruma güdülerinin tolere edildiği 1990’lı yıllar ile sosyal demokrat hareketlerin dahi küreselleşme bağlamında piyasa parametrelerini kabullendikleri 2000’li yılların uluslararası konjonktürü arasında derin farklılıklar bulunuyor. Örneğin, geçtiğimiz günlerde Fransız hükümetinin, İtalyanların ulusal enerji piyasasına girişini bloke etmek için Gaz de France ve Suez adlı enerji şirketlerini birleşmeye zorlaması ya da Lüksemburg hükümetinin ünlü çelik üreticisi Arcelor’un Hint sermayeli Mittal tarafından satın alınmasına engel olmak için devreye girmesi gibi girişimler, AB rekabet yasalarının yeni-korumacılık güdüleriyle zorlanması sebebi ile çok daha yoğun tepkiler uyandırıyor.
Bu bağlamda, Blair’in başını çektiği ve Merkel yönetimindeki Almanya’nın da desteklediği “Lizbon Ajandası”nın, AB içi korumacı tedbirler ve ekonomik potansiyeli kısıtlayan müdahalelerin asgariye indirgenmesi ile bütçe açıkları, yüksek işsizlik, ekonomik durağanlık ve artan sosyal güvenlik açıkları gibi sorunların 2010 yılına kadar çözülmesini öngören vizyonunun da gittikçe gerçekleştirilmesi güç bir hal aldığı görülüyor. Yeni ekonominin bu bağlamda üretkenlik, yenilikçilik, girişimcilik ve araştırma-geliştirme yoğunluğu gibi kritik alanlarında atılım sıkıntısı yaşayan Avrupa’nın, gerek ABD’ye, gerekse hızla yükselen Çin ve Hindistan’a karşı uzun dönemde varlığını sürdürebilmesi, pek çok uzmana göre ciddi yapısal reformların gerçekleştirilmesine bağlı. İşte İngiltere Maliye Bakanı Gordon Brown’ın AB maliye bakanlarına sunduğu rapor da, W tam bu noktalara vurgu yaparak, AB piyasalarının tam rekabete açılmasının 25 üyeli birliğin geleceği için hayatî önem taşıdığını ortaya koymaktaydı. Kendini yenilemiş “liberal bir sosyal demokrat” olarak Brown’ın gündeme getirdiği öneriler, Avrupa ortak pazarının stratejik kaygılarla dışarıda bırakılan enerji ve iletişim gibi sektörleri de içine alacak şekilde tamamlanması, rekabet koşullarının iyileştirilip piyasaların liberalleştirilmesi ve dış dünya ile ekonomik ilişkilerin daha açık bir platforma taşınması yönünde oldu.
Genel anlamda bakıldığında, 1980’lerden günümüze uzanan, Avrupa’nın ekonomik ve siyasî anlamda bir bölgesel model olması noktasındaki tartışmaların halen durulmadığı söylenebilir. Yirmi yıl kadar önce serbest piyasa eksenli neo-liberal model, stratejik sektörlerin korunmasına dayalı neo-merkantilist model ve sosyo-ekonomik dengelerin korunmasını baz alan neo-korporatist model arasında başlayan çekişme, konjonktürel gelişmelerin de etkisiyle halen devam ediyor. Bu bağlamda“Lizbon Ajandası” simgeli neo-liberal Avrupa vizyonu, sanayi lobilerinin başını çektiği neo-merkantilist vizyon ve sendikalar ile piyasa reformunu göze alamayan siyasîlerin desteklediği neo-korporatist vizyon sürekli bir çatışma halinde. AB’nin şu an içinden geçmekte olduğu çalkantılı dönem, esas itibarı ile Birliğin küresel bir aktör olma yolunda kendisini bu modellerin hangisi çerçevesinde tanımlayacağına dair stratejik sıkıntıları bünyesinde barındırıyor. Birliğin 2000 yılında Lizbon’da kabul edilen; işgücü, ürün ve sermaye piyasalarının köklü biçimde reforme edilerek küreselleşme tarafından sunulan fırsatların değerlendirilmesini öngören ajandayı uygulamaya geçirmedeki başarısızlığı da, ‘Avrupalı’ kimliğinin sorgulandığı bir dönemde yapılacak köklü sosyo-ekonomik reformların siyasî istikrar ve toplumsal barışı tehdit edebileceği endişesine odaklanıyor. Sonuç olarak, ABD’deki Cumhuriyetçi yönetimin korumacı çıkışları ile de beslenen yeni-korumacılık dalgasının Avrupa’da en azından kısa vadede devam etmesi kesin gibi görünüyor. Blair-Brown ikilisinin başını çektiği liberalleşme lobisi, ancak Alman Şansölyesi Merkel’in tam desteğini garantilediği ve Mayıs 2007’deki Fransız cumhurbaşkanlığı seçimlerinden kendi vizyonlarını destekleyecek bir sonuç ortaya çıktığı takdirde AB’nin çekim merkezini bir ölçüde kontrol altına alabilir. Avrupa’nın ince ve netameli siyasî dinamikleri, AB ekonomisinin stratejik rotasını ve küresel konumunu son kertede belirleyecek gibi görünüyor.
Paylaş
Tavsiye Et