DÜNYA ekonomisinin de facto yönetişim merkezi olarak kabul edilen Amerikan Merkez Bankası (FED)’nın ‘efsanevî’ Başkanı Alan Greenspan, 1987 yılından bu yana başarıyla yürüttüğü görevini geçtiğimiz Şubat ayında Ben Bernanke’ye bırakmıştı. Küresel piyasaların bir süredir alıştığı istikrar ve ucuz finansman döneminin sonuna yaklaşılmakta olduğu bir konjonktürde ilk bakışta rutin görünen bu devir-teslim işlemi, pek çok analizci tarafından “kritik bir geçiş” olarak nitelendirildi. Gerçekten de Bernanke, görevi devralır almaz -şiddeti ve yoğunluğu şimdilik daha az olsa da- Greenspan’in 1987’de acilen yönetmek zorunda kaldığı finansal kriz benzeri bir durumla karşı karşıya kaldı. Ancak Bernanke’nin küresel kırılganlıkları yönetmek ve muhtemel istikrarsızlık kaynaklarını minimize etmek noktasında, görevinin ilk aylarında pek de parlak bir sınav verdiğini söylemek mümkün görünmüyor.
Son günlerde uluslararası piyasalarda patlak veren dalgalanmalar, bir taraftan özellikle altın ve metal fiyatlarının rekor seviyelere ulaşmasına yol açarken, diğer taraftan uluslararası borsalarda son üç yılın en hızlı düşüşlerinin yaşanmasına sebep oldu. İstikrarsızlığa giden yolda vurgulanması gereken ana dinamiklerden biri ise hiç şüphe yok ki, dünya bono piyasasındaki hızlı yükselişti. FED ve Avrupa Merkez Bankası’nın faiz oranlarını artırması ve Japonya Merkez Bankası’nın sıfır faiz politikasını sona erdireceğinin sinyallerini vermesi bono piyasasındaki hareketliliğin ana sebeplerini oluşturdu. Bu bağlamda bono getirileri ve sabit oranlı mortgage fiyatlarının artması da doğal gelişmeler olarak karşılandı.
Diğer taraftan İzlanda’da yaşanan finansal kaos da, yaklaşan dalgalanmanın mikro düzeyde bir habercisi gibiydi. Yen üzerinden ucuz krediler alan yatırımcıların ellerindeki kaynakları, faiz oranlarının ulusal ekonomideki ısınmayı önlemek için iki basamaklı rakamlara çıkarıldığı İzlanda’ya taşımak için akın etmesi, ulusal para biriminde ani ve keskin düşüşlere yol açtı. Bu gelişmelerin ikisi de, önde gelen merkez bankalarının, küresel piyasalardaki son dört yıllık genişleme sürecinde ortaya çıkan ve kendisine güvenli bir ‘ev’ ararken oradan oraya yalpalayan fazla likiditeyi piyasadan çekmeye çalıştığı bir dönemde gündeme geldi. Finans piyasalarında küresel yönetişimin görece kısıtlı olduğu gözönüne alınırsa, bir tür “vahşi kapitalizm” çağrışımı yapan ve kibarca “dönüş arayışı” olarak nitelendirilen bu hareketlenme ileride daha ciddi problemlere de sebebiyet verebilir.
Hâlihazırdaki durum şunu gösteriyor ki, Amerika’nın kuruluş dönemindeki “altına hücum” görüntülerini hatırlatan küresel kâr arayışı eğilimi en azından şu an için sona erdi. Yeni dönemi betimlemek için en iyi tabir “riskten çekilme süreci” olabilir. Dünya çapında ucuz kredi bulma imkânlarının daralması ve buna tepki olarak riskli görülen piyasa ve yatırımlardan geri adım atılması, küresel ekonomi açısından bir düzeltme hareketi olarak algılanabilir. Ancak, bu gelişmenin Türkiye gibi gelişmekte olan ülkeler üzerindeki etkilerini de hesaba katmak gerekiyor. Küresel dalgalanmanın Türkiye ekonomisi üzerinde meydana getirdiği etkileri detaylı olarak Anlayış’ın bu sayısında Melikşah Utku’nun yazısından takip edebilirsiniz. Kendi adımıza biz küresel ekonominin dinamiklerini incelemeye devam edelim.
Küresel yönetişim (global governance) tartışmalarının ayyuka çıktığı bir dönemde önemle vurgulamak gerekiyor ki, küresel ekonominin üretim ve ticaret ile birlikte üçüncü sacayağını oluşturan finans alanı, Dünya Ticaret Örgütü benzeri küresel ölçekli denetleyici bir kurumdan yoksun. İngiliz Maliye Bakanı Gordon Brown’ın her fırsatta gündeme getirdiği gibi, küresel sermaye hareketlerinin bilgi teknolojisindeki ilerlemeye paralel olarak hızlanıp derinleştiği günümüzde, muhtemel finansal krizleri önceden tahmin edip acil önlemler alacak entegre küresel bir yapıya ihtiyaç var. Amerikan yönetimi doğal olarak Federal Reserve’ün İMF ile birlikte, çok parçalı bir yapı arzeden küresel finansal yönetişim mimarisini yönlendirmesinden ve Asya krizi gibi küresel yansımaları olabilecek krizleri yönetmek için proaktif bir biçimde devreye girmesinden memnun.
Hem dünya ekonomisindeki eğilimleri ve yatırımcı tercihlerini etkileyen Amerikan ekonomisinin baskın niteliği, hem de küresel finansal yönetişimdeki Amerikan liderliği, FED Başkanı’nı ve politika tercihlerini olağanüstü önemli hale getiriyor. Bu bağlamda tekrar Bernanke’ye dönecek olursak, halen devam eden piyasa dalgalanması FED’in faiz oranlarını önce %5 seviyesine çıkaracağını açıklamasından ve faizlerin daha ne kadar yükseleceği konusunda renk vermemesinden sonra sonra patlak vermişti. Bernanke liderliğindeki FED, hâlihazırda öncelikli sorunun akaryakıt ve metal fiyatlarından başlayarak başkaldıran enflasyonun dizginlenmesi mi, yoksa ekonomideki yavaşlama belirtilerine karşı tedbir alınması mı olduğu noktasında bir türlü nihai karar veremiyor. Dolayısıyla FED’in ABD ekonomisinin gelişme yönüyle ilgili oluşturduğu belirsizlik, küresel piyasalardaki çalkantıları artırıyor.
Ancak konunun derinliğine inildiğinde, küresel bazda dönem dönem yaşanan dalgalanmaların temelinde dünya ekonomisindeki muazzam dengesizliklerin ve uzun dönemde sürdürülebilmesi zor çarpıklıkların olduğu görülüyor. ABD’nin devasa cari açığı karşısında Çin’in gittikçe büyüyen ticaret fazlası ve Amerikan kaynaklı tahvil-bono stoğu üzerine bina edilen danışıklı ilişkiden tutun da, dünyadaki likidite bolluğu sonucu özellikle Türkiye gibi yükselen pazar ekonomilerine agresif sermaye girişlerine; gelişmiş ülkelerdeki konut piyasası balonundan, petrol ve diğer hammaddelerdeki fiyat patlamasına kadar küresel ekonominin mevcut yapısının çok hassas ve kırılgan dengeler üzerine oturduğu ortada. 1970’lerin başında dolara endeksli sabit kur rejiminden dalgalı kurlara geçilmesi, kalkınma ve istikrar eksenli “Bretton Woods-1” sisteminden rekabet ve sermaye yayılımı eksenli “Bretton Woods-2” sistemine geçişi tetiklemişti. Benzer bir şekilde bir tür “Bretton Woods-3” sistemine geçiş küresel sistemin hegemonlarınca er geç gerçekleştirilmek zorunda kalacak. Ancak yeni sistemin, küresel dengesizlikleri ortadan kaldıran ve rekabet-büyüme ile istikrarı bir arada barındırabilecek bir küresel yönetişim sistemi ile donatılması, uzun dönemde sürdürülebilirliği açısından elzem olacaktır.
Paylaş
Tavsiye Et