Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Dünya Ekonomi
Güç mücadelesinin gölgesinde küresel ısınma
Meryem Torun
2009’un son günlerinde dünya gündeminde önemli bir yer tutan olaylardan birisi de 7-18 Aralık’ta Danimarka’nın başkenti Kopenhag’da düzenlenen Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Konferansı oldu. İklim değişikliğine neden olan küresel ısınmayı önlemek için 2012’ye kadar alınması gereken tedbirleri belirleyen Kyoto Protokolü’nün yeniden müzakere edilmesi için düzenlenen Kopenhag Zirvesi’nde, uluslararası bir uzlaşmanın sağlanacağı umut ediliyordu. Dünyayı yaşanır bir gezegen olmaktan çıkaran küresel ısınmanın başlıca faillerinden olan ABD’nin başkanlık koltuğunda, selefi George W. Bush’un aksine, çevre sorunlarına hassasiyet gösteren Barack Obama’nın oturması, bu beklentileri güçlendiriyordu. Fakat belki de ironik bir şekilde BM’nin birçok aktivitesine damgasını vuran “Batı ve diğerleri” ayrışması, 1997’de Japonya’da düzenlenen ve Kyoto Protokolü’nü ortaya çıkaran Kyoto Zirvesi’nde olduğu gibi, Kopenhag’da da önemli bir ilerleme kaydedilememesine yol açtı.
Dünya ülkelerinin küresel ısınma konusunda kendi menfaatleri doğrultusunda iki karşıt gruba ayrılması, olayı bir nevi bürokratik savaş boyutuna taşıyor. Söz konusu anlaşmazlık, gelişmiş ülkeler ile gelişmekte olan ülkeler arasında yaşanması nedeniyle politik ve ekonomik bir boyut taşıyor. Tartışmaların temelinde de iklim değişikliğinin faturasını kimin ödeyeceği yatıyor. Zira küresel ısınmayı önlemek, kısa vadede yenilenebilir enerjiye pahalı yatırımlar yapılmasını gerektiriyor. Aslında gelişmekte olan ülkeler bu noktada bir anlamda avantajlılar. Çünkü teknolojik yatırımlarını büyük ölçüde yeni yaptıkları için, geçmişte kurulmuş fosil yakıta dayanan altyapıyı yenileme mecburiyetinde değiller. Bu bağlamda gelişmekte olan ülkelerin karbon düzeylerini düşürmelerinin çok daha kolay olması beklenebilir. Ancak bu, verimli bir strateji olmakla birlikte gelişmekte olan ülkeler tarafından bir haksızlık olarak görülüyor. Zira çevreye verilen zararın çoğundan gelişmiş ülkeler sorumlu olduğu halde, hesabın herkese birden kesilmesi gelişmekte olan ülkeleri isyan ettiriyor.
İklim değişikliğinden yakın gelecekte en çok etkilenecek ülkelerin, bu değişikliğe en az katkıda bulunmuş ve maddi güçleri de zayıf ülkeler olması, hem etik bir ikilem yaratıyor hem de sorunun çözümünü zorlaştırıyor. Bu durumda gelişmekte olan ülkeler, yenilenebilir kaynaklara yatırım yapmak karşılığında gelişmiş ülkelerden maddi destek bekliyorlar. Kopenhag’da şu an itibarıyla varılan anlaşma, gelişmekte olan ülkelere 2020’den itibaren senede 100 milyar dolar vaat ediyor. Hiçbir ülke, özellikle de küresel ekonomik krizin ardından, devlet bütçesinden bu kadar kaynak ayırma konusunda söz vermek istemediği için paranın nereden geleceği pek belli değil. Üstelik bu 100 milyar dolarlık meblağ, gelişmekte olan ülkelerin çevreyi korumak için ihtiyaç duyduğu 400 milyar doların da çok altında.
ABD yardım etmekteki isteksizliğini, gelişmekte olan ülkelere ve özellikle de Çin’e karşı olan güvensizliğine dayandırıyor. ABD bu aşamada, Çin’in dünyanın en büyük kirleticisi olarak büyük sorumluluk taşıdığı üzerinde duruyor. Çin, sadece son yıllarda yaptığı sanayileşme atağı nedeniyle değil, aynı zamanda dünyanın en büyük nüfusuna da sahip olduğu için, toplam karbon emisyonu, Batılı ülkelerden çok daha yüksek. Kaldı ki Çin ve Hindistan gibi ülkelerde milli gelir çok düşük olmasa da, fakir nüfusun oranı hâlâ çok yüksek olduğundan, Batı’nın gelişme düzeyine ulaşabilmeleri için daha yüksek emisyona sebep olmaları gerekiyor.
Ve işte mesele de tam bu noktada düğümleniyor. İklim değişikliği şu aşamada, ulus-devletlerin ekonomik güç savaşının sürdürüldüğü bir alan ve Kopenhag da bu amaçla seçilmiş en son meydan olarak tebarüz ediyor. Hiçbir ülke kendi ekonomik gelişimini iklim uğruna feda ederek başkalarının öne geçmesine izin vermek istemiyor. Olay bir çeşit prisoners’ dilemma (mahkum ikilemi) oluşturuyor. Yani, ülkeler işbirliği yapsalar sonuç herkesin yararına olacak; herkes maddi anlamda bir bedel ödeyecekse de ileride bunun karşılığı alınacak. Ama her ülke için en avantajlı durum, başkaları karbon emisyonlarını azaltırken, kendisinin bir yolunu bulup bu konuda fazla para harcamaması ve bütün bedeli başkalarına ödetmesi olacaktır. Dolayısıyla ülkelerin büyük çoğunluğu çıkarcı bir yaklaşımı benimsiyor ve sonuçta dünya yani herkes kaybediyor.
Ama tabii ki bu durumda prisoners’ dilemma’dan farklı olarak zanlılardan sadece bazıları suçlu ve işin kötüsü masumlar daha ağır bir cezaya mahkum ediliyor. Kopenhag’da, liderlerin katıldıkları son gün toplantılarının sonunda, Afrika ülkelerinin iklim değişikliği konusundaki görüşleri göz ardı edilerek, onlar dâhil edilmeden sadece ABD, Çin ve diğer önde gelen ülkeler tarafından bir anlaşma imzalanması oldukça dikkat çekici. Bu durum, ellerinde politik veya ekonomik anlamda koz bulunmayan Afrika ülkelerinin, Kopenhag’a sadece müzakereyi seyredecek misafirler olarak davet edildiklerini gösteriyor. Ve anlaşmanın, iklim değişikliğinin önüne geçmekten ziyade, iklim değişikliği diye bir sorunun var olduğunu ve acilen çözümlenmesi gerektiğini kabul eden bir belge olmasına sebebiyet veriyor. Fakat bu anlaşma, her ülkenin atması gereken somut adımlar ve üstüne düşeni yapmadığı takdirde karşılaşacağı yaptırımlar belirlenmediği için şu aşamada pek bir anlam taşımıyor.
Peki, bu erteleme oyunu dünyaya nasıl bir bedel ödetecek? Zengin ülkeler yüzyılın sonuna kadar yeryüzü gezegeninin ısısının 2 santigrat dereceden fazla artmasını engellemekten söz etseler bile, anlamlı bir anlaşma olmadığı sürece ısı artışının 3 santigrat dereceyi bulma riskiyle karşı karşıyayız. Yeryüzündeki bu ısı artışı kuraklığı arttıracak, artan kuraklık da gıda üretiminin azalması ve deniz seviyesin yükselmesine beraberinde getirecektir. Bu da dünya üzerindeki yaşanılabilir alanların azalmasına yol açacağı için insan nüfusu ciddi anlamda bir tehditle karşı karşıya kalacaktır. İklim değişikliğinden daha çok zarar görecek olan 102 gelişmemiş ülke, hedefin 1,5 santigrat derece olması gerektiğini dile getirseler de mevcut ekonomik gelişmeyi gelecek nesiller için tehlikeye atmak istemeyen ekonomik güçler böyle zorlayıcı hedefler koymaktan kaçınıyor.
Sonuçta her şey Kopenhag’ın devamının nasıl geleceğine bağlı. Dünya liderlerinin “ilk adım” olarak tarif ettikleri bu anlaşmayı ülkelerin ciddi vaatlerde bulunacakları başka anlaşmalar veya ek maddelerin takip etmesi gerekiyor. Tabii ki Kopenhag’da bütün dünya tarafından ilgi ve beklentilerle izlenirken bile anlamlı bir anlaşmaya ulaşamamış olan bu ülkelerin, 2010’un sonunda Meksika’da düzenlenecek bir sonraki iklim değişikliği konferansında, üzerlerinde daha güçlü bir baskı hissetmeden bir uzlaşmaya varmalarını ümit etmek zor görünüyor.

Paylaş Tavsiye Et
Dünya Ekonomi
DİĞER YAZILAR