GEÇTİĞİMİZ Temmuz ayında Washington’da yapılan bir toplantıda ABD’nin eski Türkiye büyükelçilerinden biri AKP hükümetinin önünde duran büyük sorunları değerlendirirken, en büyük meydan okumanın AB üyeliği, ekonomik başarı yahut PKK meselesi değil, Türkiye’deki kültür savaşını kazanıp kazanmayacakları olduğunu söylüyor. Büyükelçiye göre AKP’nin meşruiyet savaşı, hükümet etme performansı değil, kültür savaşında izleyeceği politikalar tarafından belirlenecek.
Büyükelçinin ifadesiyle bu “50 yıllık kültür savaşı”, AKP’nin ne kadar gündeminde bilemiyoruz. Fakat şu kadarı açık: Amerikalılar Türkiye’de yükselişe geçen Amerikan karşıtlığını büyük bir kültür savaşının parçası olarak görüyor. Endişeli görünen bu çevrelere göre Amerikan yönetiminin dış politikasına gösterilen tepkiler bu değişimin tetikleyici unsurlarından sadece biri; ana sebebi değil. Kültür savaşı, Türk-Amerikan ilişkilerini belirleyen temel etkenlerden biri olarak çıkıyor karşımıza.
Son yıllarda Amerika kökenli küresel sistem ve tarih okumalarına baktığımızda kültür savaşlarının devam ettiğini görüyoruz. Amerikan yönetimi resmî ağızlardan reddetse de, medeniyetler çatışması ve tarihin sonu tezleri, Amerikan diplomatik dilinde yeni şekillerde sürekli ifade ediliyor. 11 Eylül sonrasında gündemimize sokulan şer ekseni, önleyici saldırı, kaçınılmaz hasar, terörle mücadele, özgürlük, reform, demokratik devrim, yeni Ortadoğu kavramları, Amerika açısından tarihin sonunun geldiğini ve büyük bir final için medeniyetler (yani değerler ve kurumlar) çatışmasının siyasi bir proje haline getirildiğini gösteriyor. Bush yönetiminin Afganistan ve Irak’ın işgalini ve Lübnan’ın yerle bir edilmesini reform, demokrasi ve özgürlük projesinin farklı cepheleri olarak görmesi, kültür savaşları konusunda köklü bir inancın benimsendiğini düşündürüyor.
Atlantik’in İki Tarafı
Buna bir de Amerika ve giderek Avrupa kamuoyunda öne çıkan eğilimleri ekleyin. German Marshall Fund’ın yayımladığı “Atlantik Ötesi Eğilimler 2006” araştırmasının bulguları bu açıdan endişe verici. Türkiye dâhil 12 Avrupa ülkesi ve ABD’de yapılan araştırmaya göre, Amerikalıların %79’u, Avrupalıların %76’sı, ülkelerine gelen göçmenleri büyük bir tehdit ve sorun olarak algılıyor. Atlantik’in iki tarafında göçün bir tehdit olarak algılanması düşündürücü; çünkü bu bölgenin ekonomik başarısı, uluslararası açılımlar kadar dışarıdan aldığı kalifiye ve kalifiye olmayan göçmen iş gücüne bağlı. (Araştırma için bkz. http://www.transatlantictrends.org/)
Legal ve illegal göçmenlere yönelik bu menfi tutum, iki alanda daha ortaya çıkıyor. Avrupalı ve Amerikalıların büyük çoğunluğu “İslami köktenciliği son derece önemli bir tehdit” olarak algılarken, yarıdan fazlası İslam’ın değerlerinin demokrasiyle bağdaşmadığını düşünüyor. Burada ‘İslam’ ile kastedilenin sadece teolojik manada din olmadığını, Türkiye dâhil halkı Müslüman ülkelerin temel dinî-kültürel değerleri olduğunu görmek zor değil. Ortalama bir Avrupalı yahut Amerikalının İslam düşüncesi, felsefesi, hukuku vs. hakkında hüküm verebilecek kadar bilgili olacağını beklemek naiflik olur. Bu yaygın kanaate göre, halkı Müslüman olan ülkelerin demokratik, barışçıl ve kuşatıcı bir siyasi-sosyal yaşam biçimini desteklemesi yahut kabullenmesi mümkün değil. Dış politikadan küresel sistem kurgularına, Hollywood filmlerinden kamuoyu araştırmalarına kadar hemen her alanda karşımıza çıkan şey aynı: Kültür savaşları.
Kültür savaşları yaşadığımız bu hummalı süreci izah etmek için yararlı bir tahlil aracı mıdır? Kültür savaşları karşılaştığımız temel sorunların cinsiyet, sınıf yahut etnisite değil, değer merkezli kabuller üzerinden yapıldığı fikrine dayanıyor. ‘Hegemonya’ kavramını kültür alanına uyarlayan Gramsci, kültürel hegemonyanın diğer sosyal güçlerden daha etkili olduğunu söyler ve böylece Marksist sınıf kavramının burada işlevsiz hale geldiğini itiraf eder. Popüler kültürü ve medyayı tahakküm altına alan burjuva sınıfı, diğer sınıfların (yani işçi sınıfının) özgürleşmesini imkânsız hale getirir. Gramsci için kültür savaşları, kapitalizmin bu nüfuz politikasına karşı verilen bir savaştır.
Sopa ve Havuç
Gramsci’nin sınıf çatışmasına dayalı Marksist analiz çerçevesini aşma çabası, 11 Eylül sonrasında tebellür eden siyasi ve ideolojik konumları anlamak açısından önemli. Amerikalıların Filistin sorununu çözmek için daha fazla yatırım ve demokratikleşme önermesi, benzer bir kabulden hareket ediyor: İnsanların temel maddi ve siyasi ihtiyaçlarını karşılarsanız, değer-temelli taleplerini kontrol altına alabilirsiniz. Siyasi ve ekonomik avantajlar, kültür ve kimlik değerlerini nötralize eden unsurlar olarak tanımlandığı için bu, aslında kültür savaşlarının da bittiğini ilan etmek anlamına geliyor. Fakat Bush’tan Papa’ya bu savaşın bitmediği, giderek kızıştığı ortada.
Bu durum Amerika için de çok farklı değil. Amerika’yı ortasından derinlemesine bölen kürtaj, sivil hak ve özgürlükler, eşcinsellik ve devlet-kilise ayrımı konuları, Amerikalıların kültür savaşının ana cepheleridir. James D. Hunter’ın Culture Wars: The Struggle to Define America kitabı Amerikan toplumundaki bu büyük bölünmeyi ele alır. Gramsci gibi Hunter’a göre de Amerika’yı derinlemesine bölen bu konuların temelinde yatan sınıf, cinsiyet yahut etnisite değil, ideolojik ve kültürel kimlik tanımlarıdır. İnsanların neye inandığı ve nasıl düşündüğü, bulundukları sosyal sınıf basamağından daha baskın ve belirleyicidir.
Amerikalıların Müslüman dünyanın verdiği tepkiler karşısında yaşadığı zihin bulanıklığı ve körlük, kültür savaşlarının sadece kendi ülkelerinde yaşandığını düşünmek gibi bir yanılsamadan kaynaklanıyor. Afganistan ve Irak’ın işgaline, Danimarka karikatür krizine, Lübnan’ın yıkımına ve son olarak Papa’nın sözlerine verilen tepkiler, toplumun bütün kesimlerini hem yatay hem de dikey olarak kesiyor. Yaşı, cinsiyeti, tabiiyeti, etnik kökeni, eğitim seviyesi ve ekonomik durumu birbirinden tamamen farklı gruplar, ortak kimlik ve değer tanımları etrafında birleşiyor ve yanlış gördükleri uygulamalara tepki veriyorlar. Kültür savaşının temelini oluşturan temel kabuller, kitlelerin muhayyilesini ve siyasi konumlarını belirlemeye devam ediyor.
Papa Ne Dedi?
Serbest piyasa ekonomisini ve liberal kapitalizmi tarihin sonu olarak görenler kültür savaşlarının bittiğini, çünkü felsefe, metafizik, siyaset gibi büyük ‘anlatılar’ın sona erdiğini kulağımıza fısıldamaya devam ediyor. Fakat yaşadığımız gerçeklik bu kurguyu doğrulamıyor. Son olarak Papa 16. Benedikt’in Regensburg Üniversitesi’nde yaptığı konuşma, kültür savaşlarının daha yeni başladığının habercisi. Papa’ya göre “Avrupa coğrafya değil, ortak bir inanç üzerine kuruludur.” Avrupa’yı Avrupa yapan bilimsel araştırma ruhunun doğudan değil Yunan’dan geldiğini söyleyen Papa, Yunan rasyonalitesiyle Hıristiyan inancının tarihî buluşmasını, Batı medeniyetini ortaya çıkartan asıl mucize olarak görüyor. Papa’ya göre Hıristiyanlık Yunan’ın değil de doğunun felsefi etkisi altında kalsaydı, Avrupa medeniyetinin temellerinden biri eksik kalırdı.
Bu sentezi Batı medeniyet tarihinin dönüm noktalarından biri olarak gören Papa, “saf bir Hıristiyanlık” üretmek adına Yunan düşüncesine ve dinî metafiziğe yapılan saldırıları, Avrupa medeniyetinin temellerini hedef alan bir girişim olarak görüyor. “Hıristiyan selefiliği” bu tavrıyla ne akla hizmet etmektedir, ne de dine. Akıl-inanç konusunda iyi bir Tomist olduğu anlaşılan Papa, Yunanların geliştirdiği rasyonalite kavramının Hıristiyan inancının aklî temelini güçlendirdiğine inanıyor. Bu yüzden akla göre hareket etmek, Tanrının iradesine göre hareket etmektir. Bunun tersi de doğrudur: Tanrısal eylem, rasyonel eylemdir. İslam şiddet yoluyla yayılmayı tercih ettiği ve şiddet irrasyonel bir şey olduğu için, İslam’da akıl ile inanç arasındaki kritik ilişki ortadan kaldırılmış, radikal bir fideizm benimsenmiştir. Bunu desteklemek için Papa konuşmasında İbn Hazm’ı da ismen zikreder. İslam’da Tanrı’nın aşkınlığı (tenzih) o kadar vurgulanmıştır ki, O’nun herhangi bir akıl, mantık yahut kendi tabiatı gibi bir kayıtla mukayyet olduğunu söylemek bile O’nun aşkınlığına gölge düşürmek olur.
Papa’ya göre modern akıl kavramının, Helenistik Hıristiyan düşüncesinin yarattığı senteze yeniden ihtiyacı var. Bu, günümüzde sıkça tartışılan çoğulculuk kavramı için de hayatidir; çünkü “ilahî olana kulağını tıkamış ve dini alt-kültür mesabesine indirgemiş bir akıl, kültürlerarası bir diyaloğa giremez.” Papa’nın bu haklı tespitini temellendirmek için konuşmasında İslam’ı şiddet yanlısı ve irrasyonel bir öteki olarak zikretmesi talihsiz bir durum. Fakat bu aynı zamanda Katolik dünyasının ruhani liderinin sulandırılmış bir çoğulculuk, bir arada yaşama vs. söylemine prim vermeyeceğini gösteriyor. Çoğulculuğun bir ilkeye dayanması gerektiğini düşünen bizler için bu gocunulacak bir şey değil. Keşke daha fazla Doğulu ve Batılı lider, neyin savaşını verdiğimiz konusunda bu kadar açık ve dürüst olsa!
Yaşadığımız kültür savaşından kimin galip çıkacağı, bu işi kimin ciddiye alacağına bağlı. Sorun, kültürün yokluğundan değil, anarşinin çokluğundan kaynaklanıyor. Bu kültür anarşisinde miyar, ölçü diyebileceğimiz sınırlar giderek belirsizleşiyor. Neyin sanat, kültür, düşünce, siyaset, eğitim yahut mimari olarak kabul edilip edilmeyeceği konusunda kaotik bir çoğulculuğa sürükleniyoruz. Kültürel eleştiri kavramının tam da bu noktada devreye girmesi gerekiyor; dogmatik bir engizisyon kurulu olarak değil, neyin ölçü alınacağını belirleyen sistematik ve ciddi bir fikir programı olarak. Elimizdeki cetvelin boyu ve düzgünlüğü sürekli değişirken doğru ölçüm yapabilir miyiz?
Paylaş
Tavsiye Et