Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Dosya
28 Şubat yahut devlet neyin muhafızıdır?
A. Kemal Özer

TOPLUMUN tarihi ile toprağın tarihi aynı mayadandır. (İnsanoğlunun topraktan yaratılmış olmasıyla bağlantılı olabilir bu!) Yer kabuğu tektonik tabakalardan oluşur. Bu tabakalar arasında “fay hattı” dediğimiz yarıklar vardır. Tabakalar birbirini iter ve yarıklarda zaman içinde bir enerji toplanır. Bu enerjinin boşalma anlarına ‘deprem’ diyoruz. Depremleri de mahiyetlerine göre öncü veya artçı, küçük veya büyük tarzında sınıflıyoruz.
Toplumsal tarihte de tektonik tabakalar vardır ve fay hatları zaman zaman harekete geçer. Toplumsal depremlere şiddetine göre gösteri, isyan veya ihtilal (devrim) diyoruz. Bunlara karşı iktidar güçlerinin başlıca iki hareket tarzı vardır: Reform (ıslahat) veya darbe. Hükümetlere vurulan darbeler çoğu zaman halka vurulmuştur. Önce halkın meşru temsilcileri bertaraf edilmelidir ki, halkın hakkından gelinebilsin.
Türkiye Cumhuriyeti tarihi, iktidarı önce padişahın, sonra halkın elinden almanın tarihidir. İktidar Türkiye’de öylesine kıymetli bir mücevherdir ki, halka asla gösterilmek istenmez. Devlet, 1923’ten önce yer üstündeydi; ne olduğu ve kimlerden oluştuğu görülebiliyordu. 1923’ten sonra yer altına indi; derinleşti. Halk ne zaman iktidara yaklaşsa, derindeki güç harekete geçip halka haddini bildiriyor. 28 Şubat bu hareket-i devletin son tezahürü.
Devlet nedir? Türkiye’de bu soruya “ülkenin ve onun kuruluş ideolojisinin muhafızı” diye cevap verilebilir. Devlet ile ülke (=belirli sınırları olan ve bu sınırları devletlerarası sistem tarafından kabul edilen toprak parçası) özdeş sayıldıklarından, devletin kuruluş ideolojisi ülke için bir iman manzumesi haline getiriliyor. İdeolojinin tecessümü, yani belirli kişi ve ilkelerde somutlaştırılması ise her ülkede farklı biçimlerde gerçekleşiyor.
Mesela, devlet ideolojisi Mısır’da Nasırcılık, Sedatçılık, Mübarekçilik biçiminde somutlaşmakta, her bir dönemde o günkü lider kutsanmakta, öncekiler eleştirilebilmektedir. Türkiye’de ise kurucu lider kutsanmakta, iktidardakiler eleştirilebilmektedir. Bunun için çoğu kez ileri sürülen gerekçe şudur: “Mustafa Kemal’den sonra, onun kadar büyük bir devlet adamı yetişmedi.” Ben farklı düşünüyorum: Bir ‘gaza’ devleti olan Osmanlı’nın devamı niteliğindeki Türkiye Cumhuriyeti’nde, millet ancak bir ‘gazi’yi takip edebilirdi. Mustafa Kemal gazi unvanlı son liderdi. 1938-50 dönemindeki bütün çabalara rağmen İnönü benzer bir mertebeye yükseltilemedi. Meşruluğunu açık seçimle halktan alan Demokrat Parti iktidarına yapılan müdahaleden sonra, Peygamber ocağından bundan böyle gazi çıkabileceği şüpheli hale geldi. Daha doğrusu, devlet bilinçli biçimde halka bu mesajı verdi. Osmanlı Devleti 1923’te değil, 1960’ta son buldu; yerini adeta farklı bir devlete bıraktı.
Bazı siyaset bilimciler Türkiye’de devlet ideolojisinin ancak savaşla değiştirilebileceğini söylüyor. Bu kışkırtıcı ifade yanlıştır; çünkü ne devlet, ne de devlet ideolojisi İslam’a/Müslümanlara karşı bir savaş verilerek geliştirilmiştir. Tam aksine, modern Türk devletinin temelinde Çanakkale’de, Anadolu-Yunan muharebelerinde akan kan yatmaktadır. Her iki mücadele de İslam düşmanlarına karşı verilmiştir. Yeni devletin ideolojisinin İslam’ı dışlaması, tamamen devletlerarası sistemin hegemonik güçleriyle yapılan pazarlıkla alakalıdır. Türkiye, siyaset bilimin soğuk kelimeleriyle ifade edersek, “İslam kartını oynamama” şartını kabul etmiştir. Bugün Kerbela’da Müslüman olmuş Yahudi gibi ortada kalmasının, ne ABD ne de AB ile verimli ilişkiler geliştirememesinin sebebi budur. Jeokültürel imkanlarını kullanamayan bir devlet, jeopolitik/jeoekonomik avantajlarını değerlendiremez. Devletlerarası sistem içinde hiçbir ağırlığı, hiçbir pazarlık gücü olmaz.
Yalnızlaşan devlet, hırçınlaşır. Kurucu ideolojiyi gözden geçirip, mevcut zaaflarını giderici bir kalıba dökmeye çalışacağına, onu en kaba bir söylemle yeniden kutsallaştırmaya yönelir. Bunda en büyük âmil, hiç şüphesiz mevcut politik-ekonomik düzenin işleyişinden büyük (ve haksız) çıkar sağlayan örgütlü çevrelerin baskısıdır. Günlük hayatlarında devletten her an şikayetçi olan, liberalliği ve demokratlığı göklere çıkaran bu insanların, böyle dönemlerde akıl almaz derecede devletçi kesildiklerini görürsünüz. Devlet, palyatif tedbirlerle kurucu ideolojiyi pekiştirmeye çalışırken, aslında bu dar çevrelerin çıkarlarını muhafaza etmektedir.
28 Şubat, başta “yüksek faiz lobisi” olmak üzere, dinamizmini yitirmiş ekonomik ve siyasî/bürokratik çevrelerin, dinamik halk kesimlerini iktidardan uzaklaştırma girişimidir. 28 Şubat’ın bu çevreler için geçici bir rahatlık sağladığına şüphe yoktur. Fakat ülkeyi ekonomik anlamda son 100 yılın (savaş dönemleri dahil!) en derin krizine sürükleyen 28 Şubat iktidarları, beş yıl sonra ülkeyi gene halkın temsilcilerine teslim etmek zorunda kaldılar. Ne yazık ki, yol açtıkları tahribat akıl almaz boyuttaydı: Sadece iç borçların 5 yılda 20 milyar dolardan 120 milyar dolara çıkmış olduğunu belirtmek, 28 Şubat’ın kimlere hizmet için tezgahlandığını kanıtlamaya yeterlidir.
Mustafa Özel, 28 Şubat’ın 1. yıldönümünde Yeni Şafak gazetesinde bir manifesto yazmıştı. Bu beyannamenin bazı noktalarını burada anmayı gerekli görüyorum. Yazara göre, “28 Şubat müdahalesi birçok kesimin ipliğini pazara çıkardı. Liberallerin militarist, demokratların oligarşi yanlısı, büyük sermayenin avantacı, aydınların kalpazan oldukları bir kez daha anlaşıldı.” Manifestonun bazı maddeleri şunlardı:
*Devlet, milletin muhafızı değil, temsilcisidir. Temsil, muhafazayı içerir, fakat ondan ibaret değildir. Ordular, muhafaza ile görevlidirler; bunun ötesinde bir rol üstlenmeye kalktıklarında, devlet temsil fonksiyonunu yerine getiremez. Temsil, siyasetle mümkündür.
*Siyasi temsil iki yönlüdür: Dahilî temsil, devletin ‘sivil’ toplumun ayrı parçalarının birbirlerine düşmesini önleyici tavrıyla gerçekleşir. Haricî temsil ise, devletin bütün toplumu tarih içinde geliştirme, diğer toplumlara nispetle daha etkili kılma yönünde atacağı adımlarla gerçekleşir. Haricî temsilin etkili olabilmesi için, dahilî temsilde pürüzler olmaması, bilhassa meşruiyet probleminin yaşanmaması gerekir.
*Türk demokrasisinin 52 yıllık serüveni bir yıldır dördüncü bir kesintiyle yüz yüze bulunuyor. Temsil ve muhafaza fonksiyonlarını birbirine karıştıran yönetici elit, dahilî temsilin biçim ve muhtevasını ciddiye almamakta, haricî temsili ise büyük devletlerin dümen suyuna gitmekle bir tutmaktadır. Böylece son Türk devleti, uluslararası sistem içinde, milletinin güç ve potansiyeliyle asla uyumlu olmayan pasif bir noktada bulunmaktadır.
*Bir siyasî sistemin ‘ileriliği’ ve ‘çağdaşlığı’, zarfının üzerinde demokrasi yazılmasıyla değil, temel insan haklarının yasal güvence altına alınmasıyla ilintilidir. İrtica, laiklik-karşıtlığı gibi yuvarlak ve mesnetsiz suçlamalarla temel insan haklarının askıya alındığı, böylece ekonomik sistemin yanı sıra, siyasi sistemin de tekelcilere teslim edildiği bir ülkede verimli bir ekonomik ve sosyal hayat sürdürülemez.
28 Şubat, siyasî, bürokratik ve ekonomik tekelcilerin sadece halk aleyhine değil, sonuçları itibariyle “devlet aleyhine” giriştikleri verimsiz bir darbeydi. Tekelci konumunu yitirenlerin 28 Şubatı yeniden hortlatma girişimleri ise sonuçsuz kalacaktır.


Paylaş Tavsiye Et