Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Gündem
Irak'ta çözüm mümkün mü?
Hasan Kösebalaban

TAMAMEN yapmacık gerekçelere dayalı Irak Savaşı’nın dört yıllık seyrinin sonundaki manzara korkunç boyutlara ulaştı. Savaş geride asgari 600 bin sivil kayıp bıraktı; 2 milyondan fazla Iraklı ise evlerini terkederek, ülke içinde ve dışında göçe zorlandı. Baasçıları ayıklama operasyonu sayesinde tamamen çökertilen devletin başında atanmış bir hükümet var. Ortadoğu’nun en güçlü ordularından biri tamamen tasfiye edilmiş durumda; işgal güçleri ve onların komutasındaki yerel acemiler dışında, mezhebî ve etnik milisler ülkeyi kontrol ediyor. Irak’ta bir ülkenin yok ediliş süreci yaşanıyor.
Aslında Irak hiçbir zaman bir ülke olmadı; zira tıpkı bölgedeki diğer post-kolonyal ülkeler gibi temelleri olmayan bir yapıydı. Bir devletin temelini oluşturan asıl unsur, ortak bir tarihsel hafızaya sahip olan millettir. Osmanlı’nın ardından etnik sorunlar ortaya çıkarmayı hedefleyen bir Ortadoğu haritası çizerek mevcut çatışma ortamının temellerini atan, Batı sömürgeciliği olmuştur. Birinci Dünya Savaşı sonrasında Arabistan’da oyuna getirilen fierif Hüseyin’in oğullarına takdim edilen Ürdün, Suriye ve Irak eğer tek bir ülke halinde kurulmuş olsaydı Sünni Araplar bugün çoğunlukta olacaklardı. fiii Arap çoğunlukluIrak, Sünni Arap siyasi hakimiyetinde bir ülke olarak tasarlanırken; Suriye’de bu durumun tam tersi bir tablo ortaya çıktı. Batı ve bölgedeki Arap ülkeleri, Sünni Arap iradenin fiii Arapları özellikle Saddam Hüseyin dönemi boyunca tahakküm altına almasına İran’la mücadele adı altında ses çıkarmadılar. Böylece bugün su yüzüne çıkan mezhebî ve etnik nefret ile çatışma tohumları atılmış oldu.
ABD’nin Irak’a savaş ilan ederken iki temel gerekçesi vardı: Saddam Hüseyin rejiminin sahip olduğu kitle imha silahları ve terörizme karşı savaş. Bunlardan ilkine dair bugüne kadar herhangi bir emare ortaya çıkarılabilmiş değil. Zaten Irak’ın elinde bu tür silahlar bulunmuş ya da bu konuda en küçük bir ihtimal dahi mevcut olsaydı, Amerikan saldırısı mümkün olamazdı. Zira nükleer silah kapasitesi, konvansiyonel askerî gücü anlamsız hale getiren büyük bir eşitleyicidir. ABD Irak’a elinde nükleer silahları olduğu için değil, olmadığı için saldırabildi. Bu da savaşın hedef tahtasına konulan diğer ülkelere ellerini çabuk tutmaları mesajını verdi. Eğer ABD’nin nükleer silahlanmanın önlenmesi konusunda bir niyeti vardıysa, bu savaş tam aksine Kuzey Kore ve İran’ı nükleer silahlar konusunda kışkırttı.
Terör korkutmacası, Amerikan halkı üzerinde 11 Eylül’ün getirdiği güvensizlik histerisi ortamında oldukça ikna edici bir kitle yanıltma silahıydı. Amerikan halkı üzerindeki terör korkutmacasının etkisiyle büyük bir halk desteğini arkasına alarak 2003 yılının Mart ayında, Başkan Bush’un televizyon ekranlarından ekâbir bir edayla ilan ettiği savaş, Bağdat’ın tarumarıyla başladı. İslam tarihsel hatırasında bir medeniyet başkenti olan Bağdat’a düşen megaton bombalar, çok geçmeden yine emperyalizmin bir tesisatı olan Saddam rejiminin sonunu getirdi. Savaş için BM Güvenlik Konseyi’nden onay çıkmamıştı, çıkması da mümkün değildi. Çünkü ne eldeki veriler Saddam rejiminin kitle imha silahlarının varlığını ispatlıyor, ne de BM Sözleşmesi kendisi başka bir ülkeye saldırmamış bir ülkeye saldırmaya izin veriyordu. Bu anlamda asıl saldırıya uğrayan, illegal bir saldırıyı durdurma gücünün olmadığı ispat edilmek suretiyle BM olmuştu. Oysa BM’nin üzerine inşa edildiği kolektif savunma ilkesi, diğer üye ülkelerin, saldırıya uğrayan ülkenin yardımına koşmasını şart koşuyordu. Başkan Bush, Mayıs ayında asıl muharebenin bittiğini muzaffer bir komutan havasında televizyon ekranlarından ilan etti. ABD ve koalisyon kuvvetleri bu aşamaya kadar sadece 173 kayıp vermişlerdi.

“Muzaffer Komutan”dan
“Yalnız Kovboy”a
Irak’ta çiçeklerle karşılanmayı bekleyen ABD ve müttefiklerinin, bir bataklığa saplandıklarının farkına varmaları için çok beklemeleri gerekmedi. Irak Savaşı, süreç içinde farklı kilometre taşları bağlamında değerlendirilebilir: (a) 2 Mayıs 2003’te asıl muharebenin bitişi, (b) 28 Haziran 2004’te kağıt üzerinde hakimiyetin Irak hükümetine bırakılması, (c) 30 Ocak 2005’te geçici meclisi oluşturmak için yapılan seçimler, (d) 14 Aralık 2005’te yapılan genel seçimler ve 30 Aralık 2006’da Saddam Hüseyin’in idam edilmesi. Bir başka deyişle her yıl düzenli olarak bir “kilometre taşı” aşıldı. Bu önemli tarihler arasındaki dönemlerde ise Amerikan kayıpları istikrarlı bir şekilde arttı. Bu yazının kaleme alındığı sırada toplam Amerikan askeri kaybı 3.500 sınırına yaklaşmış durumdaydı. Sayının psikolojik açıdan kritik olan 3.000 sınırını aşması, Bush yönetiminin terörle mücadele bahanesinin inandırıcılığını sarstı. Zira dört yılın sonunda gelinen bu noktada askerî kayıplar, Irak Savaşı’nın halk nezdinde meşru olarak addedilmesini sağlayan zihnî ortamın hazırlayıcısı 11 Eylül olaylarındaki ölü sayısını (2.973) geçmiş durumda. Kamuoyundaki bu destek kırılmasının kuşkusuz en dramatik göstergesi, 7 Kasım’da yapılan seçimlerde hem Temsilciler Meclisi hem de Senato’nun Demokratların kontrolüne geçmesiydi. 1994’ten bu yana ilk defa Cumhuriyetçiler, Kongre’de azınlık durumuna düştü. Her ne kadar Demokratlar Irak Savaşı’na büyük oranda destek vermiş olsalar da savaş karşıtı kampanya ile bu sonucu elde ettiler. Nitekim savaşla ve savaşın yürütülüş tarzıyla özdeşleşen Rumsfeld’in istifası, Bush tarafından kurtların önüne atılmış bir yem gibiydi. Rumsfeld’in yerine ise Baba Bush kadrosundan bir reelpolitikçi getirilince ipler Oğul Bush ve yeni-muhafazakârların elinden kaçmış gibi göründü. Bu sırada Kongre’nin her iki partiden katılımcılarla oluşturduğu Baker-Hamilton Raporu, Irak’taki fiyaskonun gerçekçi bir tablosunu ortaya koyuyor ve ABD’ye acilen geri çekilmesini tavsiye ediyordu. Oysa ABD Başkanı bir “topal ördek” olarak değil, “yalnız kovboy” olarak anılmak istiyor; ne kadar yalnız ve itibarını kaybetmiş olursa olsun, bildiğini okumakta kararlı gözüküyordu. Nitekim Bush, raporda önerilen geri çekilme yerine, ABD’nin Irak’taki mevcut askerî kapasitesini 22.000 askerle takviye etme kararı aldı.
Yeni-muhafazakâr çevreler ve Bush İran’la sürtüşmeyi kafaya koymuşken, Baker-Hamilton Raporu’nun en fazla dikkat çeken tarafı Suriye ve İran’la diyalog halinde meseleye çözüm bulunmasını tavsiye etmesiydi. Diğer bir tavsiye ise Ortadoğu’daki bütün sorunların kaynağı olarak gösterilen İsrail-Filistin sorununun çözüme bağlanmasıydı. Raporun bu kısmı, ABD’nin önde gelen realistlerinden S. Walt ve J. Mearsheimer’in İsrail Lobisi başlıklı ortak makaleleri ve en son eski Başkan Jimmy Carter’ın Filistin: Irkçılık Değil Barış adlı kitabı çerçevesinde ortaya çıkan eleştirel ortama katkıda bulunuyordu. Ancak Bush ne İran’la diyaloğa, ne de Filistin sorununu çözmek konusunda harekete geçmeye hazır.

İran’a Müdahale
Ortadoğu’yu ‘Irak’laştırır
ABD’nin İran’la diyalog yerine çatışmayı tercih ettiğini gösteren ibarelerden biri de, Irak’ta bulunan İran’ın diplomatik temsilcilerine karşı yaptığı saldırılardı. Asker takviyesi kararının alındığı hafta Bush Irak’taki askerî komutayı da değiştirdi. Irak Savaşı’nı artık William J. Falon komuta edecek. Falon yerine geçtiği General Abizaid’in aksine bir amiral, uzmanlık alanı ise uzun menzilli füzeler. Irak’ta bir deniz ya da hava savaşı olmadığına göre, Amiral Falon’un Irak’ta ne yapacağını kimse bilmiyor.
ABD bir yandan İran’ı hedef alıyor, diğer yandan İran’ın müttefikleriyle ittifak halindeki Sünnileri dışlamaya çalışıyor. ABD’nin mevcut stratejisi mezhebî barışı temin etmeye yönelik değil, aksine bir mezhebin yanında yer alarak diğerini ezmeye yönelik. Ancak bu, asıl düşman olarak gördüğü İran’ın jeokültürel nüfuzunu genişletiyor. İran, Irak’taki fiii iktidarla birlikte Suriye’ye, Lübnan’a ve oradan da Akdeniz’e ulaşmış olacak. Kısacası Irak Savaşı’nın en önemli sonucu, İran’ı bir Akdeniz gücü haline getirmiş olmasıdır. ABD’nın İran’a karşı düzenleyeceği bir hava saldırısı bile bu sonucu değiştirmeyecektir. Zira devlet tecrübesi birkaç yüzyıl ötesine gitmeyen ABD’nin, askerî açıdan süpergüç olsa dahi, siyaset tecrübesi ve dolayısıyla sorunları binlerce yıllık tarihe dayanan bir coğrafyada bocalaması ve büyük hatalar yapması kaçınılmazdır. Hele de bu devletin başında güncel siyasi olayları, İncil’in literalist yorumu ışığında algılayan biri bulununca. Görevinin son bir buçuk yılında Bush, halüsinasyonlarına devam eder ve Tanrı’yla tekrar görüşerek İran’a da demokrasi götürme vizesi alırsa işimiz zor. Böyle bir delilik, bütün Ortadoğu’yu Irak’ın şu andaki durumuna çevirecek; sadece Türkiye’yi değil, Çin ve Rusya gibi diğer küresel güçleri de içine sürükleyecek bir krizin kapısını aralayacaktır.
Irak’a gelince, ne Amerika ne de Irak’taki yerel unsurlar açısından askerî bir çözüm yolu bulunmuyor. Etnik ve mezhebî savaşın tarafları birbirlerine silah zoruyla üstünlük kuracak durumda değiller. Irak’taki çatışmanın kurumsal bir çözüm yolu da bulunmuyor; zira ortada bir millet ve hatta devlet olmadan kurulan uyduruk bir meclis ile hükümet var ve bunlar sadece etnik çatışma ateşine barut taşıyor. Gerçek şu ki Irak’taki çatışmanın yegane çözümü, bütün unsurları kapsayacak ve endişelerini karşılayacak bir sosyal sözleşmenin tesis edilmesidir. Irak’taki en önemli sorun, ortak bir ‘öteki’ algılamasına dayalı bir milli şuur ve kimliğin olmayışı. Mezhebî ve etnik gruplar ortak bir tehdit algılamasına sahip değiller; birbirleriyle uyumsuz üç bulmaca parçası gibiler. Sosyal sözleşmenin yeniden tesisinin önündeki en önemli engel ise hiç şüphesiz ülkenin yabancı güçler tarafından işgalinin sürmesi. Irak’taki sorunun çözümü yine Iraklılar tarafından bulunabilir; bu ise öncelikle işgalin ortadan kalkması durumunda gerçekleşebilir.


Paylaş Tavsiye Et