Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Dünya Siyaset
Atlantik ittifakında çatlak “Böyle dostlar düşman başına” 1
Hasan Kösebalaban
IRAK Krizi konusunda Amerika’yla Fransa/Almanya cephesi arasında ortaya çıkan çekişme, aslında, Soğuk Savaş döneminin müttefikleri arasındaki çatlağın ilk habercisi. Soğuk Savaş döneminde ve sonrasında Amerika ve müttefikleri uluslararası güvenlikle ilgili hiçbir konuda Birleşmiş Milletler çatısı altında farklı bir tavır ortaya koymamış, Fransa veto hakkını sadece bir defa 1956’daki İsrail-Mısır Savaşı sonrasında Süveyş’i işgal eden Fransız, İngiliz ve İsrail askerlerinin geri çekilmesi yönündeki kararda kullanmıştı. Bunun dışında Amerika ile Fransa’nın rekabeti global planda yumuşak bir düzlemde ve NATO sınırları içerisinde tutuldu. Diğer taraftan Güvenlik Konseyi’nin daimi üyesi olmayan Almanya’nın Soğuk Savaş sonrasındaki temel dış politika stratejisi Amerika’yla birlikte hareket etmeye dayalıydı. Fransa’nın aksine Almanya, NATO’nun Avrupa’da güçlü bir şekilde kalmasından yana oldu. Bugün Atlantik ittifakı bir yanda Amerika/İngiltere/İspanya ile diğer yanda Fransa/Almanya/Belçika arasında iki kutuba doğru ayrışıyor. Irak Krizi aynı zamanda uluslararası ilişkilerin en önemli olayı olarak bilinen Avrupa entegrasyonuna da çomak sokmuş durumda. Soğuk Savaştan bu yana ilk defa Batılı müttefikler BM platformunda karşı karşıya geliyor. Ancak Irak Krizi kökenleri daha derinlerde olan bir problemin sadece küçük bir belirtisi, buzdağının görünen ucu sadece.
 
Fransız-Amerikan Çekişmesi
Fransız-Amerikan ilişkilerinde yaşanan gerginliğin kökenlerini global emperyalizmin tarihinde bulmak mümkün. Fransa ve İngiltere 18. yüzyılda başlayan, zaman zaman Asya, Afrika ve Amerika kıtalarında kanlı çatışmalara neden olan bir sömürgecilik rekabeti yaşadılar. Ancak Almanya’nın 20. yüzyılın başında yükselen bir dünya gücü olarak global emperyalizm pastasından payına düşeni talep etmesi, İngiltere ve Fransa’yı bir araya getirdi ve iki ülke Birinci Dünya Savaşı’nda Amerika’nın müdahalesiyle Almanya’yı yendi. Savaşa Almanya safında sokulan Osmanlı Devleti’nin toprakları İngiliz-Fransız işbirliği sonucunda parçalandı ve bu işbirliğinin sonucu olarak Orta Doğu’nun şimdiki siyasi haritası büyük ölçüde 1916’da iki ülke arasında imzalanan Sykes-Picot anlaşmasıyla çizildi. Anlaşma Orta Doğu’yu irili ufaklı parsellere bölüyor ve savaşın ardından Milletler Topluluğu bu parselleri Fransız ve İngiliz mandaları haline getiriyordu. 1945 yılına kadar manda yönetiminde kalan bu parçacıklar daha sonra İsrail’in de ilavesiyle devletleştiriliyordu. Bu arada İkinci Dünya Savaşı’nda güç kaybına uğrayan İngiltere ve Fransa yerine, bölgeye ABD hakim olmaya başlamış, Soğuk Savaş’la birlikte direnç gücü azalan Avrupalılar ABD’nin küresel hakimiyetine teslim olmuşlardı. Ancak İngiltere kültürel ortaklığının verdiği avantajla ABD’yi karşısına almadı, yanında yer aldı ve Amerikan şemsiyesi altında çıkarlarını devam ettirdi.
 
De Gaulle ve Emperyal Vizyon
Savaş sonrasında Stalin, Roosevelt ve Churchill tarafından dünyanın iki kutuba ayrıldığı Yalta Konferansı’na Fransa’nın davet edilmemesi herkesten çok Fransa’nın kurtarıcısı olarak takdim edilen Charles de Gaulle’u kızdırmış ve onu, ülkesinin sadece güçlü olduğu müddetçe dikkate alınacağı yargısına vardırmış olmalı. Fransız milli kimliğinde uluslararası sistemden ve paylaşımdan dışlanmışlık duygusu büyük ölçüde Yalta’nın mirasıdır.
Fransa politikasına damgasını vurduğu elli yıla yakın süre boyunca, Fransız dış politikasına karizmatik generalin çizdiği temel çerçeve (grandes lignes) yön verdi. 1944 yılında Paris’e kurtuluş ordusunun komutanı edasıyla dönen Charles de Gaulle 1946 yılına kadar zayıf merkezi idaresi nedeniyle hiç hoşlanmadığı bir siyasi sistemde kısa süre başbakanlık yaptı. 1958 yılında Fransa Cumhurbaşkanı olduğunda güçlü cumhurbaşkanı-zayıf başbakan modelini getiren yeni bir anayasa hazırlattı ve Beşinci Fransız Cumhuriyeti’ni kurdu. De Gaulle’un dış politika çizgisinin temel amacı güçlü bir merkezi hükümetin rehberliğinde, Fransa’yı uluslararası arenada yeniden bir büyük güç haline getirmekti. De Gaulle bu amaca yönelik olarak Fransa’nın öncelikle ekonomik bir güç olması gerektiğini gördü ve ülkeyi büyük zarara sürükleyen 132 yıllık Cezayir’deki Fransız sömürge yönetimine son verdi. Ancak şurası da vurgulanmalıdır ki sömürgelerini genellikle anlaşmalar yoluyla terk eden İngiltere’nin tersine Fransa, sömürgecilikten kolay vazgeçmemiş, Fransız sömürgeleri bağımsızlıklarını çok kanlı savaşlar neticesinde elde etmiştir. Diğer taraftan bu iki ülkenin de emperyal tasarılarına son veren, sömürgecilik karşıtı harekete verdiği destekle Amerika olmuştur.
De Gaulle’un dış politikadaki temel çerçevesinin en önemli unsuru, Fransa’nın iki süper gücün askeri, siyasi, kültürel ve ekonomik hakimiyetine karşı ancak bir Avrupa gücü olarak ve diğer Avrupalılarla birlikte karşı koyabileceği düşüncesiydi. Bu amaçla Fransa’nın ezeli düşmanı Batı Almanya’yla ilişkilerin normalleştirilmesi gerekiyordu; de Gaulle, Alman Başbakanı Konrad Audenauer’le birlikte imzaladıkları Elysée Anlaşması’yla, gelecek yarım yüzyılın Avrupa politikasına damgasını vuran Fransız-Alman işbirliğinin temellerini attı. Charles de Gaulle her ne kadar iki süper güçle rekabet edebilecek bir Avrupa vizyonuna sahip olsa da onun gönlündeki Avrupa, ulus-devletlerin kendi aralarında bağımsız varlıklarını zayıflatmadan kuracakları ekonomik, siyasi ve askeri bir entegrasyondu (une Europe des États). Fransa böyle bir entegrasyona uyum sağlayamayacağını düşündüğü İngiltere’nin 1963 ve 1967’de olmak üzere Avrupa Topluluğu’na üyeliğini iki kez veto etti. Paris’i İngiltere’nin ortak Avrupa projesine sadakati konusunda özellikle kuşkulandıran temel neden, İngiltere’nin eski sömürgeleriyle ve daha da önemlisi Amerika’yla olan farklı ilişkileriydi. Fransızlar, Amerika’nın İngiltere’yi bir Truva Atı gibi kullanarak Avrupa entegrasyonuna çomak sokacağından kuşkuluydular. Avrupa’nın Amerikasız ortak bir güvenlik kimliğine sahip olması gerektiğini düşünen Fransa, Amerika’nın NATO yoluyla tek başına Avrupa’ya güvenlik kimliği empoze etmesinden hoşlanmıyordu. Eğer NATO var olacaksa bu ancak Avrupalıların Amerikalılarla eşit komuta gücüne sahip oldukları bir yapıda olmalıydı. Oysa De Gaulle’un 1958’de ortaya attığı NATO’nun Amerika-İngiltere-Fransa’dan oluşan bir üçlü koalisyon tarafından yönetilmesi teklifini Washington reddedince, buna tepki olarak Paris 1959’da Akdeniz donanmasını NATO komutasından geri çekti ve çok geçmeden bağımsız imkanlarıyla 1960’da Sahra çölünde ilk nükleer bomba denemesini gerçekleştirdi. Nihayet Fransa, 1966 yılında NATO’nun askeri kanadından ve Amerikan nükleer sisteminden tamamen ayrıldı. Soğuk Savaş’ın geriye kalan döneminde Fransa Batı bloğunda yer alan bir ülke olmaya devam etti ancak Vietnam Savaşı gibi önemli konularda Amerika’lılara ters düşmekten de çekinmedi.
 
Soğuk Savaş Sonrasında Fransa
De Gaulle’un temel çerçevesi iki kutuplu uluslararası sistemin gereklerine uygundu. Oysa Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle birlikte Sovyet sistemi çökmüş, Amerika karşı konulamaz bir süpergüç, ya da Fransızların deyimiyle bir hipergüç haline gelmişti. Bu yeni tek kutuplu dünyaya de Gaullecü ilkeleri uygulamak Fransız dış politika yapımcılarının karşı karşıya oldukları en büyük sorundu. Başından beri de Gaulle’un fikirlerine sıcak bakmayan Mitterrand, Soğuk Savaş’ın bitmesiyle birlikte ortaya çıkan yeni güvenlik sorunlarının Avrupa ile Amerika’nın işbirliğinin devamını gerektirdiği kabulüne dayanan bir dış politika stratejisi izledi. Körfez Savaşı’nın ardından Fransa, ortaya çıkan tek kutuplu dünyada tekrar NATO’ya yakınlaşmaya başladı ve nihayet 1993 yılında teşkilatın askeri kanadına geri döndü. Mitterrand dönemi, genel olarak Fransız-Amerikan ilişkilerinde yumuşamanın yaşandığı, Fransa’nın dış politika oryantasyonunun Atlantik ve Avrupa’ya çevrildiği bir dönem oldu. Ancak 1995’ten bu yana Fransa Mitterrand’ın yerine Cumhurbaşkanı olan sağcı Jacques Chirac tarafından yönetiliyor. Siyasette de Gaulle’un öğrencisi olan Chirac Fransa’nın dış politikasını Kuzey Afrika ve Orta Doğu’ya çevirmiş durumda. Geçen yıl yapılan cumhurbaşkanlığı seçimlerinde hezimete uğrayan sosyalistlerin hükümetten çekilmelerinden sonra kendisiyle aynı partiden bir başbakan ve kabineyle çalışmaya başlayan Chirac, Fransız dış politikasının rotasını yeniden de Gaullecu istikamete çevirmiş bulunuyor.
De Gaulle’un fikirlerinin ışığında oluşan Jacques Chirac’ın dış politika doktrinine göre, Avrupa’nın Amerika’ya karşı koyması zorunludur ve Fransa Almanya’yla birlikte Avrupa gücünün merkezinde yer almalıdır. Bu doktrinin temel parametreleri, Fransa’nın bölgesel değil küresel bir güç olarak davranması, doğal nüfuz alanına sahip çıkması ve gerekirse bu anlamda yumuşak çatışmalardan kaçınmaması olarak tanımlanabilir.2 Time dergisine verdiği mülakatta kendisine Amerika’nın tek başına bir süpergüç olarak kalmasını problem olarak görüp görmediği sorulan Chirac, cevap olarak şunları söylüyordu:
“Sadece bir güce sahip herhangi bir sistem her zaman çok tehlikelidir ve tepki çeker. Bu nedenle içinde Avrupa’nın yeri olan çok kutuplu bir dünyayı tercih ediyorum. Dünya her zaman tek kutuplu kalmayacak. 50 yıl sonra Çin bir dünya gücü haline geldiğinde dünya aynı dünya olmayacak. Buna şimdiden hazırlıklı olmalıyız. Atlantik işbirliği, içinde Avrupa’nın da rol oynadığı bir dünya düzeninin temeli olmalıdır”.3
İçinde Avrupa’nın yeri olan çok kutuplu bir dünya sistemini oluşturabilmek, dünyanın tek süper gücü Amerika’ya karşı çıkabilmeyi gerektiriyor. Fransa bunu tek başına yapamayacağının farkında. Tıpkı de Gaulle’un öngördüğü gibi bu proje çok yakın bir Fransız-Alman işbirliğini gerekli kılıyor. Oysa her ne kadar Amerika’ya, Irak konusunda karşı çıkmakta birleşseler bile, bu ikili ilişkinin parametreleri, Fransızların arzu ettiklerinin hilafına, farklılaşmış durumda. De Gaulle ile Adenauer’in, ülkeleri arasında stratejik işbirliğini başlattıkları zaman, yani 1960’ların başında, Almanya, Fransa’nın her istediğini kabul eden, kendisini Avrupa’ya ve dünya sistemine süratle entegre etmesi gereken bir ülkeydi. Fransa ise Almanya’nın bu zayıf konumu nedeniyle istediklerini elde edebilecek konumdaydı. Aradan geçen yıllarda Almanya kendisini Avrupa’nın motor ekonomik gücü haline getirdi ve Fransa karşısında büyük bir ekonomik üstünlük kazandı. Fransa’nın şiddetle muhalefet ettiği iki Almanya’nın birleşmesiyle doğan Berlin Cumhuriyeti, Avrupa Birliği’nin ekonomik bakımdan daha merkezi ve güçlü ülkesi haline geldi. Ancak Almanya’nın bu ekonomik gücüne karşı Fransa’nın elinde BM Güvenlik Konseyi daimi üyeliği ve daha güçlü bir ordu bulunuyor. Dolayısıyla Almanya’nın ve Fransa’nın güçleri birbirini tamamlayıcı özelliğe sahip.
 
Orta Doğu Haritası Yeniden Çizilirken
Bugün Fransa Birinci Dünya Savaşı sonrasında elde ettiği Orta Doğu kazanımlarını tamamen kaybetmiş bulunuyor. Oysa Fransa’nın geçen yüzyılda bu bölgede rekabet ettiği İngiltere, Amerika’yla birlikte hareket ederek bölgede muazzam bir askeri yığınakla varlığını sürdürüyor. Fransa sadece Afrika’da, özellikle Kuzey Afrika’daki eski sömürgeleri üzerinde diğer dünya güçlerinin müdahale etmedikleri bir nüfuz alanına sahip. Cezayir dünyanın en zengin doğalgaz rezervlerine sahip olsa da, petrolün kalbi Kuzey Afrika’da değil, Orta Doğu’da ve Amerika’nın 11 Eylül’le birlikte hançerini sapladığı Orta Asya’da atıyor. Fransa bu nedenle Orta Doğu’ya girme konusunda her türlü fırsatı değerlendirmekte. Şu ana kadar Fransa’nın bölgeye girişine imkan veren üç önemli gelişme oldu: İran İslam Devrimi, Sudan’da askeri darbe ve Körfez Savaşı. Amerika, İran ve Irak’ı terk ederek karşısına alınca, ortaya çıkan boşluğu Fransa doldurmakta gecikmedi. Bu iki ülkenin yanı sıra Sudan’da General Ömer el-Beşir’in 1989’da gerçekleştirdiği darbe sonucunda kurulan rejim Amerika’yı Sudan’dan uzaklaştırmış, yerine Fransa’yı davet etmişti. Başta Total olmak üzere Fransız petrol şirketleri ülkenin güneyinde petrol arama ve çıkarma projelerini yürütüyor. Diğer taraftan İran, Fransa’nın Orta Doğu’daki nüfuz alanının en önemli ayağını oluşturuyor. Fransa halen İran’ın beş önemli ticaret ortağından biri ve bu ülkede özellikle petrol alanında Fransız firmalarının önemli yatırımları bulunuyor. Dünyanın dördüncü büyük petrol şirketi Total’in 1997 yılında Malezyalı ve Rus petrol şirketleri Petronas ve Gazprom’la ortaklık halinde, İran’lılarla yaptığı iki milyar dolarlık doğal gaz anlaşması uluslararası şirketlerin İran’la ticaretlerini engellemek isteyen Amerikan hükümetinin yoğun tepkisine neden olmuştu. Fransa, ABD’nin söz konusu tepkilerine bugüne kadar AB yoluyla cevap vermeyi tercih etti.
Körfez Savaşı’ndan sonra Irak’ın ABD tarafından tecrit edilmesi Fransızlara bu ülkeye de girme konusunda eşi bulunmaz bir fırsat sağlamıştı. Saddam’la ilişkileri başbakanlık dönemine kadar uzanan Chirac’ın Irak’a uygulanan ekonomik ambargonun kaldırılması için sarf ettiği çabalar dikkat çekti. Total, Irak rejimiyle önemli petrol projeleri konusunda prensipte anlaşmış durumda. Irak’a uygulanan ambargonun kaldırılması halinde, tahminen otuz milyar varillik rezerve sahip iki petrol yatağını bu şirket işletecek. Gerçi şirket yetkilileri Irak’ta meydana gelecek rejim değişikliklerinin kendi projelerini etkilemeyeceğini, zira 1927’den bu yana Irak petrolleriyle ilgilenen şirketin tecrübelerinin yeni yönetimi kendileriyle çalışmaya ikna edeceğini söyleseler de, kurulacak yeni Irak hükümetinin Amerikan ve İngiliz şirketleri dururken Fransızları davet etmesinin mantıklı bir gerekçesi bulunmuyor. Zaten şimdiden savaş sonrasında bütün ihalelerin Amerikan firmalarına bırakılacağı kararlaştırılmış durumda.
Tabii Fransa’nın, Amerika’ya Irak Krizi’yle ilgili muhalefetinin tek nedeni Irak’la Fransa arasındaki sınırlı maddi ilişkiler değil. Amerika’nın İngiltere’yle birlikte Irak’tan sonra başka ülkeleri de kapsayacak bir operasyonla Orta Doğu’ya tamamen hakim olması sadece Fransızları değil, aynı zamanda diğer bölgesel ve küresel güçleri de rahatsız ediyor. Irak’la başlayan rejim değişikliği operasyonlarının bir sonraki aşamasının ne olacağı ve nerede biteceği sorularının belirsizliğini koruması bu ülkeler açısından Amerika’ya karşı muhalefeti gerekli kılıyor. Açıkçası Fransızlar Orta Doğu haritasının yeniden çizildiği bir aşamada Yalta’da olduğu gibi oyun dışı kalmak istemiyorlar, ancak planlama sürecine davet de edilmedikleri için sahip oldukları tek seçenek muhalif olmak.
 
Değişen Uluslararası Sistemde Fransa’nın Yeri
Fransa’nın içinde önemli bir güç olarak yer aldığı İkinci Dünya Savaşı sonrasında ortaya çıkan dünya düzeni o dönemin güç dengelerini yansıtıyordu. Savaşın galibi olarak görülen beş ülkeye BM Güvenlik Konseyi’nde daimi üyelik ve veto hakkı verildi. Ancak Fransa sisteme şekil verenler tarafından o kadar da muzaffer bir ülke gibi görülmüyordu. Amerikalıların halen Fransızlara hatırlattıkları gibi Fransa Alman işgalinden Amerika tarafından kurtarılmış, gücüne paralel olmayan bir şekilde BM’de Amerika’yla eş güce sahip olmuştu. Savaşın bitiminden bu yana yaşanan süreç içinde Fransa ve İngiltere ile diğer küresel güçler arasındaki fark giderek açıldı. Japonya ve Almanya’nın dev ekonomiler olarak ortaya çıkmaları, Çin ve Hindistan’ın küresel kapitalist sisteme entegre olarak güçlenmeleri Fransa’yı, sahip çıktığı emperyal vizyona oranla güçsüz hale getirdi. Açıkçası Fransa’nın, de Gaulle’un vizyonuna uygun bir şekilde, küresel bir emperyal güç olarak hareket etme şansı giderek azalıyor. Bu durumda Fransa’nın Güvenlik Konseyi’nde sahip olduğu veto hakkına iyice sarılması gerekiyor. Zira Fransa’yı dünyanın ilk beş gücü arasına sokan, Fransa’nın gerçek askeri ve ekonomik gücü değil, İkinci Dünya Savaşı’ndan kalma eskimeye yüz tutmuş bir sistemden miras kalan bu veto hakkı. BM’nin kredi kaybetmesi, Amerika’nın Güvenlik Konseyi’nin onayı olmadan Irak’a saldırarak, BM sisteminin işlevsizliğinin tescil ve ispat edilmesi, sonuçta dünyanın “yeni dünya düzensizliği”ne sürüklenmesi, en fazla Fransızları rahatsız ediyor olmalı. Thomas Friedman gibi Amerikalıların “Güvenlik Konseyi’ne Fransa’nın yerine Hindistan’ı alalım” demeye başlamaları aslında Paris’e verilen gözdağından başka bir şey değil. Ancak BM kredi kaybetmesin diye Fransa’nın veto hakkından vazgeçmesi de neticede veto kurumunu imaj olarak işe yaramayan bir hale sokabilir. Bu nedenle Fransa’nın veto hakkını kullanarak, Amerika’yı uluslararası kurumları dinlemeyen ve kural tanımayan kontrolsüz bir çıplak güç olarak göstermeyi tercih etmesi daha muhtemel.
Bu durumda Paris’in Avrupa Birliği yoluyla politika belirlemesi gerekiyor. Ancak Avrupa’da da Fransa için işler iyiye gitmiyor; şimdiye kadar Avrupa entegrasyonunu devletlerarası bir anlaşma olarak algılayan, devletler üstü müesseselerin güçlenmesini engelleyen Fransa için AB yeterince güçlü bir yapı değil. Üstelik ABD Irak Krizi verileriyle, İspanya’yı ve birçok eski Doğu bloğu ülkesini yanına alarak, BM dışında asıl darbeyi Avrupa’nın siyasi entegrasyonuna indirdi. Artık Fransa’nın emperyal vizyonu şöyle dursun, bölgesel gücü de tehdit altında. Bu durumda Parislilerin Berlin’den başka gidecekleri kapıları kalmadı. Ancak Almanya’yla Fransa’nın Irak Krizi’nde yakınlaşmak zorunda kalmış olmaları, iki ülke arasındaki temel stratejik farklılıkları ortadan kaldırmaya yetecek görünmüyor.
 
1 Fox Tv’den bir spikerin Fransa ve Almanya hakkındaki sözleri.
2 Fransa’nın kendisini global bir güç olarak konumlandırma stratejisiyle Çin’in kendisini ısrarla global değil bölgesel bir güç olarak takdim etme stratejisi karşılaştırılabilir. Çin izlediği temel strateji gereği, BM Güvenlik Konseyi’ndeki veto hakkını şimdiye kadar hiç bir zaman kendisini doğrudan ilgilendirmeyen konularda kullanmadı.
3 “France is not a Pacifist Country,” Time, 24 Şubat 2003, s.32-34.

Paylaş Tavsiye Et