Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Dosya
Avrupa meydan okuyabilir mi?
Hasan Kösebalaban
DÜNYANIN hızla “küreselleştiği” bir dönemde aynı hızla yaşanan bir başka süreç de dünyayı belirgin ekonomik ve siyasi bölgelere ayırıyor. Ekonomik, siyasi ve sosyal entegrasyon anlamında üç global merkezin oluştuğunu gözlemliyoruz: Kuzey Amerika, Batı Avrupa, ve Doğu Asya. Bu bölgeler arasında Batı Avrupa 1950’lerin başında bir demir çelik işbirliği anlaşmasıyla başlattıkları sektörel entegrasyonu giderek başka alanlara da yayarak, nihayet ortak para birimiyle sembolize olan ekonomik ve siyasi bir birliğe dönüştürdü. Avrupa entegrasyonuna tepki olarak ABD, NAFTA çatısı altında Kanada ve Meksika’yı içine alan bir serbest pazar oluşturma gayretinde. Diğer yanda Doğu Asya ise çok daha karmaşık bölgesel ilişkilerin yaşandığı, dünyanın ikinci büyük ekonomik gücü olan Japonya ile siyasi ve askeri dev Çin arasında yaşanan güç dengesizliği nedeniyle Avrupa ve Amerika’da yaşanan entegrasyona tepki veremiyor. Ancak bu bölgede de Japonya’nın ekonomik liderliğiyle Güneydoğu Asya’yı da içine alan bir bölgeselleşmenin ortaya çıkışını gözlemlemek mümkün. Kısacası bu üç bölgenin merkez ülkeleri olan Amerika, Fransa-Almanya, ve Japonya kendi etraflarında ekonomik ve siyasi bir nüfuz bölgesi oluşturmuş durumdalar.
Dünyanın bu üç bölgesi arasındaki rekabet Soğuk Savaş boyunca daha çok ticari rekabetle sınırlı kalsa da Soğuk Savaş sonrasında Atlantik’teki ve Pasifik’teki müttefiklerin birbirlerine olan ihtiyaçlarının azalmasıyla siyasi bir boyut da kazanıyor. Daha da önemlisi giderek artan enerji tüketimine karşı hızla azalan petrol kaynakları sorunu onları yeniden karşı karşıya getiriyor. Petrol kaynakları açısından tamamen dışa bağımlı durumda olan Avrupa Birliği, Çin, Japonya ve Hindistan gibi ülkeler global enerji kaynakları mücadelesinde ister istemez yerlerini almak durumundalar. Enerji stratejistlerinin yaptıkları hesaplar, Çin ve Hindistan’ın mevcut kalkınma grafiklerini devam ettirmeleri halinde milyarı geçen nüfuslarıyla önümüzdeki yirmi yıl diliminde ciddi arz sorunuyla karşılaşılacağını gösteriyor. Çin’in nüfusunun dörtte birinin dahi şayet Amerikalıların yaşadıkları hayat kalitesini tutturmaları halinde petrol talepleri ciddi olarak yükselecek ve fiyatlar artacak. 11 Eylül’ün rüzgârını arkasına alan Amerika’nın diplomatik ve askeri operasyonlarla Güneydoğu ve Orta Asya, Orta Doğu ve Afrika gibi petrol kaynaklarının üzerinde yoğunlaşması bu enerji kaynakları mücadelesini daha da kızıştıracak. Amerika sahip olduğu rakipsiz askeri gücüyle giderek uluslararası hukuku çiğneyen bir imparatorluk halini alarak dünyanın neredeyse bütün petrol bölgelerini kontrolü altına almış durumda. Henüz bu duruma küresel aktörler tepki vermediler. Bunun nedenlerinden bir tanesi hiç kuşkusuz Soğuk Savaş sonrası döneme başta Avrupa ve Japonya olmak üzere diğer küresel aktörlerin tam olarak uyum sağlayamamaları ve stratejilerini oluşturamamaları. Amerikalıların acelesinin altında da biraz bu yatıyor gibi.
Güç dengeleri açısından Avrupa’nın ya da Asya’nın Amerika’ya karşı direnecek bir siyasi irade ve güç ortaya koyabilmeleri kısa ve orta vadede oldukça zor görünüyor. Asya’da Soğuk Savaş’ın bitmesine rağmen Kuzey Kore ve Çin’den kaynaklanan tehdit algılamaları yüzünden güvenlik ortamında iyileşme sağlanabilmiş değil. Buna Kore başta olmak üzere bütün diğer ülkelerin Japonya’ya karşı İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana besledikleri güvensizlik hisleri eklendiğinde Asyalıların aralarında bir siyasi birlik kurmaları son derece zor. Çin tek başına Amerika’yı karşısına almak istemiyor ve enerjisini tamamen ekonomik kalkınmaya sevk etmiş durumda. Kendisini daha çok Batılı bir ülke gibi gören Japonya açısındansa Amerika hem askeri hem de ekonomik işbirliği anlamında son derece önemli. Japonlar İkinci Dünya Savaşı tecrübelerinden çıkardıkları dersle Amerika’yı askeri bir mücadelede alt edemeyeceklerinin farkındalar ve bu nedenle stratejilerini kredi ve yatırımlar yoluyla Amerikan ekonomisine entegre etmek üzerine kurmuş görünüyorlar. Japonya Amerika’yla olan ilişkilerini tamamıyla ekonomik bir zeminde tutmakta kararlı. Buna rağmen global enerji krizi Japonya’yı İran’la devasa bir petrol anlaşmasına imza koymaya zorlayabiliyor.
Diğer tarafta, Avrupa-Amerika ilişkileri açısından rekabetin daha siyasi bir zemine kaydığını gözlemliyoruz. Soğuk Savaş’ın bitimiyle birlikte Avrupa’nın Amerika’ya olan güvenlik ihtiyacının ortadan kalması Atlantik Okyanusu’nun iki yakasını bir araya getirmeyen bir rekabet ortamını hazırlıyor. Her ne kadar Irak krizinde görüldüğü gibi Avrupalılar kendi aralarında Amerika’yı aşacak bir birlikteliğin çok ötesinde olsalar da, önümüzdeki elli yılın uluslararası siyasi sistemine eski ve yeni kıtalar arasındaki rekabet damgasını vuracak. Amerikalılar İngiltere ve AB’nin kapıdaki üyeleri Doğu Avrupalılar üzerinden kolunu Avrupa’nın içine kadar uzatsa da şüphesiz Avrupa’da kararlar Paris-Berlin-Brüksel üçgeninde alınıyor. Hatta daha şüpheci bir yaklaşımla euronun başkalaşım geçirmiş deutsche mark olduğu da ileri sürülebilir. Ülkeler rejim değiştirmekle politikalarını ya da grand stratejilerini değiştiremiyorlar. Tıpkı Türkiye için, ister fetih ister entegrasyon yoluyla olsun, Batı’ya yönelimli dış politika bir tarihi süreklilik arz ediyorsa, aynı şekilde Japonya’nın ve Almanya’nın dış politikalarında da İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra radikal kopuşlar yaşanmadı. Japonya’nın Güneydoğu Asya’da, Almanya’nın ise Orta ve Doğu Avrupa’da askeri işgaller yoluyla kurmaya çalıştıkları hegemonyaları bugün ekonomik pazar, dış yardımlar ve yatırımlar sayesinde ekonomik açıdan yeniden canlanmış durumda. Irak Savaşı’ndaki tutumlarıyla açığa çıktığı gibi, Orta ve Doğu Avrupa ülkelerinin Amerika’nın yanında yer alma arzularının arkasındaki nedenlerden biri de, başta Almanya olmak üzere güçlü Batı Avrupa ülkelerinin hegemonyasına karşı psikolojik teyakkuz halinde olmaları. Tarihi tecrübelerle beslenen bu psikolojik güven bunalımı ortak Avrupa dış politikasının önündeki en büyük engel.
Bu arada Fransa, Almanya’dan farklı olarak Avrupa dışında eski sömürgecilik ilişkileri sayesinde, bundan da daha önemlisi BM Güvenlik Konseyi’ndeki daimi üyeliği ile uluslararası sistemde ağırlığını sürdürme gayretinde. Avrupa’nın Amerika’yla yeni dönemde kızışacak rekabetinin daha çok bu ülke üzerinden yürütüleceği Irak Savaşı’ndaki tutumla da ortaya çıktı. Diğer bir bakış açısıyla Almanya’nın Amerika’ya doğrudan bir karşı çıkış için henüz İkinci Dünya Savaşı’nın getirdiği çekingenliği yeterince üzerinden atamaması nedeniyle Fransa’yla işbirliği yaparak, Brüksel patentiyle Amerika’ya kafa tuttuğu da ileri sürülebilir. Bu bağlamda Almanya/Fransa-Amerika rekabetinin, İngiltere’nin Avrupa içindeki muğlak konumunu netleştirmeye zorlaması da kaçınılmaz olacak. İngiliz askeri kaynaklarının “bütün savaşlara Amerika’yla birlikte gireceksek ordumuzu buna göre yeniden yapılandırmalıyız” şeklindeki ilginç açıklamasının gösterdiği gibi, İngiltere Avrupa’dan daha çok Amerika’yla bütünleşmiş durumda. Kraliçe’nin resminden vazgeçemedikleri için euroya geçemeyen ancak Amerikan ordusunun yedek subaylığına soyunmakta da bir beis görmeyen İngiltere’nin hem ekonomik hem de siyasi uyumsuzluğu kıta Avrupası’nı derin derin düşündürüyor olmalı.
Benzer bir uyumsuzluğu çok daha fazlasıyla yaşamamak için Avrupalılar Türkiye’nin üyeliğine de çok sıcak bakmıyorlar. Ancak Atlantik rekabetinin en yoğun haliyle yaşanacağı Orta Doğu ve daha sonraki aşamalarda Orta Asya açısından Türkiye kolay vazgeçilebilecek bir ülke de değil. Kısacası Avrupalılar Türk lokmasını ağızlarına attılar, ne yutabiliyorlar ne çıkarabiliyorlar. Avrupalılar bu lokmayı yutmaları halinde ağır bir sindirim problemi yaşayacaklarının farkındalar. Nüfusu kısa süre sonra Almanya’yı geçecek, halen başta Almanya olmak üzere Avrupa’daki Türk nüfusuyla birlikte düşünüldüğünde Avrupa’nın en kalabalık etnik-kültürel-dinsel topluluğu olacak bir ülkeyi aralarına almak kolay bir şey değil. Ancak Türkiye’ye net bir hayır cevabı vermenin de tehlikeli yansımaları olacağını ve bu şekilde Türk probleminin ortadan kalkmayacağını biliyorlar. Türkiye’nin Avrupa’dan aradığını bulamaması ve Amerika’yla baş gösteren sorunlar Türkiye’yi farklı arayışlara kaydırabilir. Diğer taraftan Türkiye’yi bünyelerine dahil etmeleri ve doku uyuşmazlığı sorununu da halletmeleri halinde Avrupa gerçek anlamıyla bir dünya gücü olacağının farkında. Zira böyle bir gelişme Avrupa’yı bir Avrasya ve Orta Doğu gücü haline getirecek; böylece Amerika’yla sıkı rekabet halinde oldukları enerji kaynaklarına yakınlaştıracaktır. Avrupa bunu ancak tek kültürlü bir yapıdan, farklı kültürlerin eşit bir şekilde kabul gördükleri bir anlayışa geçerek başarabilir.
Her yüzyılın stratejik bir endüstrisi var ve onu kontrol edenler dünyayı da kontrol ediyor. 19’uncu yüzyılın stratejik endüstrisi tekstil, 20’nci yüzyılınkiyse içinse otomotiv ve ağır sanayi oldu. 19’uncu yüzyıl boyunca İngiltere deniz taşımacılığındaki üstünlüğü ve sömürgecilik yoluyla dünya tekstilini kontrol ediyordu. Daha sonra Amerika’nın ağır sanayideki üstünlüğü onu hakim duruma geçirdi. Almanya ve Japonya Amerika’ya bu alanda kafa tuttular ve bu rekabet bir dünya savaşını getirdi. Bugün Amerikalılar geçen yüzyılın stratejik endüstrisi olan otomotiv alanındaki üstünlüklerini başkalarına kaptırsalar da yeni yüzyılın stratejik ürünü bilgisayar ve elle tutulamayan programlarında hakim durumdalar.
Şüphesiz Amerika’nın bu alandaki avantajı, Avrupa ya da Japonya ile kıyaslanamayacak derecede, dünyanın her tarafından kaliteli insan gücünü kendisine çekebilmesinde yatıyor. Almanya bu durumun farkına vararak, bir iki yıldır yürürlükte bulunan yeşil kart sistemi ile, Hindistan ve Endonezya gibi ülkelerden enformasyon teknolojisi uzmanlarını davet etmesine rağmen, dil ve entegrasyon kolaylığı gibi faktörler Amerika’nın cazibesini devam ettiriyor. Göçmen bilim adamlarının katkılarıyla sivil elektronik ve bilgisayar alanında tesis edilen Amerikan üstünlüğü paralel bir şekilde askeri teknolojiye de yansıyor ve Amerikan ile rakipleri arasındaki askeri-teknolojik uçurum kapanmak yerine giderek büyüyor.
Avrupa’nın bir bütün halinde Amerika’ya karşı siyasi rekabete girişmesi ve bu rekabette başarılı olabilmesi, ancak Avrupa Birliği’ne siyasi bir kimlik kazandırılmasıyla mümkün olabilir. Ekonomik entegrasyondan siyasi ve askeri entegrasyona geçişin Irak Savaşı’nda da görüldüğü gibi son derece sorunlu olması, böyle bir kimliğin henüz oluşturulamamasında yatıyor. Avrupa’nın Amerika’ya karşı rekabeti Fransa ve Almanya gibi ulus-devletlerin kendi politikaları olmaktan kurtulamıyor, Avrupa ortak politikası halini alamıyor ve bu nedenle son derece cılız ve etkisiz kalıyor. Diğer taraftan, Amerika’nın aksine Avrupa’nın göçmen kitle açısından entegrasyona açık bir coğrafya olamaması, global beyin göçünün kanalize edilmesini ve değerlendirilmesini önlüyor. Irk ve din gibi farklılıklara değil, coğrafyaya endeksli kuşatıcı ve çok kültürlü bir Avrupa vatandaşlığı kavramının ortaya çıkarılması Avrupa’nın bir dünya gücü olmasının ön şartıdır. Bütün bunların yanı sıra Avrupa’nın dünyaya Amerika’dan farklı olarak aktarabileceği bir doktrini, bir dünya vizyonu olup olmadığı şüpheli. Kısacası Avrupa dünyaya Amerikan hakimiyetinden farklı olarak ne vaat ediyor, belli değil. Tarihte Avrupa sömürgeciliğini türlü şekillerde yaşayan Asyalılar, Afrikalılar ve Latin Amerikalılar bu soruların da cevabını bilmek istiyor. Oysa Avrupalı seçkinlerin söz konusu problemlerin çözümü bir tarafa, tespitlerini dahi tam olarak yapabildiklerini iddia etmek zor. Avrupa eski tas eski hamam olarak kalmaya devam ettikçe Avrupalılar için Amerika’yla rekabet romantik bir Fransız nostaljisi olmaktan ileri gidemeyecek.

Paylaş Tavsiye Et