Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Dünya Siyaset
Fransa yeni bir De Gaulle arıyor
M. Mücahit Küçükyılmaz
“BUGÜN Fransa’nın ekonomik ve sosyal çöküşü bir gerçekliktir; ideolojik bir kuruntu değil. Fransa’nın çöküşünün kaderle hiçbir ilgisi yoktur; bu, yönetici sınıfın kamuoyu karşısında bütünüyle üstlenmekten kaçındığı açık tercihlerinin bir sonucudur. Yeniden dirilmek kaderin değil; çöküşün eseri olacaktır ve bu, hakikat, cesaret ve iradenin anlamını kavrama işidir. Asıl kötümserlik ülkenin içinde bulunduğu nesnel zorlukları işaret etmek değil; onları yok saymaktır. Asıl ikiyüzlülük, şu tarihî ve muazzam alt-üst oluş sürecinde, halkın aldatıcı bir güven duygusuna demirlemesine neden olmak ve onların en emniyetli durumu statükoda, geleceğin anahtarını da tarihin taklidinde aramalarını salık vermektir. Bir siyasal sistemin asıl kokuşmuşluğu, iş medya tarafından hasır altı edildiği, metanetin yerini merhamet aldığı, kararların kesinliğinin derin bir beşerî duygusallık karşısında silinip gittiği zamanlarda boy gösterir. Statükonun can çekişen tiranlığına ve nihilizmden kaynaklanan sersemliğe karşı bundan böyle Fransızlar ve onların yöneticileri, Fransa’nın çöküşte olduğu gerçeğini kabul etme cesaretini göstermelidir. Onu kaçınılmaz bir kader gibi görmek için değil; ondan dersler çıkarmak için. Acıklı bir duruma saplanıp kalmak için değil; harekete geçmek için. Sorumluluğu birbirinin üzerine atmak için değil; 21’inci yüzyılın ufkunda hep birlikte Fransız gücünü yeniden yaratmak için!”
İhtilal sonrası Fransası’nın ateşli hatiplerinin nutuklarını hatırlatan bu etkileyici sözler ülkede iyi tanınan, orta kuşaktan bir entelektüel olan ve zaman zaman cumhurbaşkanlarına danışmanlık da yapan, avukat, ekonomist, tarihçi Nicolas Baverez’e ait. “Çöken Fransa” adını taşıyan son kitabıyla mevcut sisteme sert eleştiriler yönelten ve bir anda toz duman olan gündemde tartışmaların odağına yerleşen Baverez, Fransız devlet sisteminin değişime direnen yapısını, küresel kapitalizme ve jeopolitik sisteme uyum sağlayamamasını; Soğuk Savaş sonrası beliren kitlesel terör hareketlerini, küreselleşmeyi, bilgi ve iletişim teknolojilerinde yaşanan devrimi ve sosyal yapıdaki riskleri okumada yetersiz kalışını yerden yere vuruyor. “Biz şimdi 1956’dayız” diyen Baverez, ardından çözüm için, öncelikle siyasî ve sivil iflas gerçeğini açık yüreklilikle kabul ederek, 1958’dekine benzer bir şok terapisini uygulamak gerektiğini öne sürüyor. General de Gaulle’ün tekrar başa geçip 5. Cumhuriyet’i kurduğu tarih olan 1958’de Fransa, içte yükselen ama bir türlü istikrarlı bir hükümet kuramayan Komünist Parti, siyasî ve ekonomik çalkantılar, rejim tartışmalarıyla anılan; dışta ise, Postdam ve Yalta’dan dışlanarak dünya siyasetinde etkisizleşen, Çinhindi’nde Viet-Minh önderliğinde ayaklanan gerillalar karşısında yenilgi üstüne yenilgi alan ve ABD’nin müttefik olarak İngiltere’yi öne çıkarmasıyla Avrupa kıtasındaki liderlik yarışında zayıf konuma düşen bir ülkeydi. II. de Gaulle devrinde, ABD’nin 1946 Mc Mahon yasasıyla getirdiği sınırlamaları yok sayarak İngilizlerin nükleer programına destek vermesi üzerine, nükleer silahlanma yarışında kendi programını uygulamaya yönelen Fransa, milli bir ruh ve heyecanla atağa kalkmıştı.
Bugünlerde benzer bir çöküşün yaşandığını savunmak; fakat bu felaket edebiyatından milliyetçi söylemler eşliğinde bir diriliş kehanetinde bulunmak moda oldu. Her ne kadar Nouvel Observateur’den François Bazin, Baverez için; “Şom ağızlı Nicolas tırmalıyor, kızıştırıyor, ürkütüyor” dese de, konuk yazar olduğu Le Monde’da, “Çöküşü gör ve çeneni kapa!” başlığıyla cevap veren Baverez, Fransız kamuoyunda istediği etkiyi uyandırmış görünüyor. Öyle ki, merkez solda yer alan Libération, komünist L’Humanité ve liberal-sosyal-demokrat çizgideki Nouvel Observateur’den üç ayrı yazar, Baverez’in kötümser öngörüsünü genişleterek, aynı yargıyla yazıya başlıyordu: “Avrupa kötüye gidiyor!” Bunlardan Jacques Julliard, “Çanak yalayıcıların Avrupası” başlıklı yazıda, “Avrupa kötüye gidiyor, çok kötüye; yöneticilerin itiraf ettiği ve itiraf etmeye cesaret edebildiğinden daha da kötüye” dedikten sonra sorumluları sayıyordu: “ABD, Fransa ve yeni katılan Doğu Avrupa ülkeleri...” Katolik Kilisesi’nin yayın organı La Croix gazetesinden Alain Hertoghe ise, ABD’nin küresel yayılma politikası karşısında edilgen kalınmasını eleştirdiği makalesine “Harekete geçmek ve balkonda oturmak” başlığını atarak, “Fransa ve AB harekete geçmek için neyi bekliyor?” diye soruyor ve ekliyordu: “Sam Amca’nın iyi niyetini test etme imkanına sahip olan AB ve Fransa, balkonun konforundan feragat etmek zorundadır.”
Bununla sınırlı kalmayan tartışmalara “Légion d’honneur” nişanı sahibi, bol ödüllü edebiyatçı ve akademisyen Jean-Marie Rouart, “Elveda, başını alıp giden Fransa” adlı kitabı ile katıldı. Fransız Akademisi üyesi ve sağ görüşlü Le Figaro gazetesinin 18 yıl edebiyat yönetmenliğini yapmış olan Rouart, Jeanne d’Arc, Romain Gary, Chateaubriand, Napoléon, Stendhal, Vichy ve Valmy, Drieu la Rochelle, de Gaulle, Dreyfus gibi ünlü tarihî simalar etrafında bir tür Fransız mitolojisi ördüğü kitapta kalem ve kılıcın birlikteliğini hayal ediyor. Merkez sağda yer alan haftalık L’Express dergisinin yazarı François Busnel’in “Ağla, ey sevgili ülkem” başlığıyla değerlendirdiği kitap, bir yandan, “Fransa nedir?” ya da “Fransa hangisidir?”; diğer yandan, “Fransa’yı kendisinden nasıl kurtarmalı?” sorularına cevap arıyor. “Fransa’nın çöküşü” başlıklı polemik sayfaları oluşturan ve forumlar düzenleyen gazetelerden biri olan L’Humanité’den Marc Lambron, “Fransa nedir?” sorusunu sorduktan sonra devam ediyordu: “Bir tarih mi? Bir lisan mı? Bir mizaç mı? Bir hayalet mi? Montaigne’den Renan’a, Commynes’den Braudel’e Avrupa’nın bu sınırlı toprağı, kelimelerin aynasında kendi aksini arama çabasından hiç vazgeçmedi.”
Gerçekten basınıyla, siyasetçisiyle, sanatçısıyla, küreselleşmeye direnen Don Kişotvâri çiftçileri ve halkıyla nev-i şahsına münhasır bir toplum olan Fransızlar, tartışmayı çok seviyor. Bunu yaparken de keskin bir muhalif söylem, dolambaçlı söz oyunları, biraz da yapmacıklı bir üslûp, kılı kırk yaran analitik bir bakış açısı ve bıktırıcı bir kartezyen mantıkla Kıta Avrupası’nın felsefî-entelektüel nabzını tutma imtiyazıyla mağrur olduklarını hissettiriyorlar. İki yeni kitapla milli çöküş edebiyatı yapmaya başlayan müdahaleci ve kılıç dilli Fransızlar, Chateaubriand’ı haklı çıkarmak istercesine, kendi aralarında bile oldukça saldırgan polemiklere giriyorlar. Ne demişti İhtilal Fransası’nda giyotinden sırasıyla Amerika, Londra ve Brüksel’e köşe bucak kaçan, ardından Bonapartçı olup ülkeye dönen ve son olarak monarşinin etkili adamı haline gelen romantik edebiyatçı: “Savunmada kalmak Fransız karakterine aykırıdır!”

Paylaş Tavsiye Et