Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Türkiye Siyaset
Sağduyu oyunu kullandı: Her partiye mesaj var
Yunus Sönmez
28 MART seçimleri, siyasal tarihimize ‘sonuçları önceden belli seçim’ olarak geçti. Abartılı anketler bir tarafa bırakılacak olursa, seçimden birinci ve ikinci çıkacak partilerle, partilerin ülke genelindeki oy oranları üç aşağı-beş yukarı belliydi. AK Parti oylarını 8 puan kadar artırdı; CHP ise 1,5 puan gerilediği halde, Deniz Baykal’ın deyişiyle “20 parti arasında ikinciliği koruma başarısını(!)” gösterdi.
29 Mart’ta ortaya çıkan tablo, 16 ay önce iktidar olan AK Parti politikalarının seçmen tarafından onaylandığı şeklinde yorumlanmaya elverişli. Ancak bu değerlendirme; ‘yerel seçimler’in söz konusu olduğu bir ortamda, partilerin ön plana çıkıp yerelliğin ikinci planda kaldığı bizim gibi ülkeler için geçerli şüphesiz. Öte yandan, 2004 seçimlerini farklı kılan bir unsur da siyasal parti yönetimlerinin basına verdikleri demeçlerde gizli. Aslında tek galibin AK Parti olması gereken bu seçimde, onun dışında herkes başarısını ilan etmekte âdeta yarışıyor. Oy oranları tek basamaklı değerlere inen liderlerin açıklamaları, içinde bulundukları durumun trajik havasını dağıtıp teşkilatlarına moral vermeye yönelik bir taktik olarak değerlendirilebilirse de ana muhalefetin açıklamalarına siyasal söylemimizde nasıl bir yer bulabileceğimiz doğrusu zor bir soru. İlk şokun etkisiyle olsa gerek; CHP sözcülerinin; “basın CHP aleyhtarı bir çizgi izleyerek, iktidar partisi dini ve devlet olanaklarını istismar ederek ve seçmen de doğru tercih yapmayarak seçim sürecinde hatalı davrandı” yorumunu yapmaları bu bakımdan kayda değer. Adında “halk” kelimesi geçen bir siyasal partinin kendi politikalarını değil de halkın tercihlerini eleştirmesi Türkiye’de sol siyasetin geldiği noktayı yansıtması bakımından gerçekten ibret verici.
Seçim sonuçları halkın AK Parti’ye, Türkiye’nin sosyo-ekonomik çevresinin temsilcisi olma görevi verdiğini ortaya koyuyor. 3 Kasım seçimleriyle kıyaslandığında AK Parti’nin oy oranlarını büyük oranda yükselttiği Kayseri, Denizli, Gaziantep, Bursa gibi şehirlerin, 1980 sonrası sanayileşen ve gelişmesini hâlâ sürdüren şehirler olması dikkat çekici. Bu tablodan, sosyo-ekonomik açıdan nispeten gelişmekte olan bir grubun, yeni kurulmuş bir siyasal parti ile kendini ortak noktalarda buluşturma çabası seziliyor. Anadolu’da gelişen çevresel unsurlar, piyasalarda kendilerine daha eşit rekabet imkanı sağlayacak bir siyasal yapı özlemi taşımakta ve AK Parti de bu özlemle özdeşleştiği oranda destek bulmaktadır.
Milliyetçi hassasiyetleri yüksek iki parti MHP ve DYP’nin oylarını artırması ise Genç Parti seçmeninin bu partilere kaymasına ve dış politikada milliyetçi hassasiyetleri harekete geçirecek meselelerin gündemde olmasına bağlanabilir. Bundan sonraki dönemde AK Parti, politikalarını belirlerken bu unsurları da dikkate almak durumundadır.
 
Siyasetin Çevrimleri
Bu seçim sonuçları, demokrasi tarihimize, Türkiye’de bir partinin kazandığı en parlak zafer olarak geçmeyecek şüphesiz. Bununla birlikte Türk siyasi hayatının çevrimsel dönemlerinde yeni bir başlangıca işaret ettiği de aşikâr. Türkiye’de merkez-çevre ilişkileri bakımından siyaset alanında 1950’den bu yana açığa çıkan bir çevrimler dizisinden bahsetmek mümkün. Her bir çevrim, sayısal üstünlüğe sahip ve demografik bakımdan dinamik olan çevrenin, siyasî açıdan nüfuzlu ve sahip olduğu sermaye açısından güçlü olan merkezle yüzleşme girişimine karşılık geliyor. Ancak geçmişteki her çevrim, kendine mahsus sebeplerle bu yüzleşmeyi belirli bir aşamaya kadar gerçekleştirebildi ve bir noktadan sonra yüzleşme süreci merkezin dengeyi kendi lehine bozmasıyla sona erdi.
1950’de Demokrat Parti ile başlayan çevrimde gözlenen; çevreyi temsil eden siyasetin sindirilmesiydi. Bu durum, çevrenin ani ve büyük bir etki ile siyaset sahnesine çıkması, buna mukabil merkez aktörlerin paniğe kapılarak büyük bir tepki göstermeleriyle yakından alakalıydı. Bu dönemde yaşanan sarsıntının etkisiyle çevre, siyasal açıdan net bir şekilde milliyetçi, muhafazakâr, gibi alt gruplara ayrıldı. Bir savunma psikolojisi veya refleksi olarak da tanımlanabilecek bu parçalanma, ortalama her on senede bir, farklı siyasal hareketlerce bir araya getirilerek yeni bir çevre-merkez yüzleşmesi gerçekleştirildi.
Sonraki iki çevrimi, yani Adalet Partisi ve Anavatan Partisi dönemlerini bitiren ise, çevreden gelen siyasî liderlerin bir aşamadan sonra liderliğini yaptıkları toplum kesimini temsil etme kabiliyetlerini kaybetmesiydi. Her iki örnekte de parti yöneticileri çevreden aldıkları desteğin koşulsuz olarak kendileri ile beraber olduğu yanılgısına düştüler. Siyasal miyopluk, parti yöneticilerini, merkezin desteğini ve tensibini almak adına çevreye yabancılaşma ve onun oylarını kaybetme sonucuna götürdü.
Bu noktada AK Parti’ye ideoloji olarak muhafazakârlığın önerilmesinin tesadüfî olmadığı açıktır. Zira muhafazakârlık, merkez ile çevre arasındaki yüzleşmeyi uzlaştırma çabası olarak ortaya çıktı. Aslında böyle bir uzlaşma, sistemlerin, dolayısıyla ülkelerin sağlığı için son derece elzemdir. Fakat merkezdeki ekonomik güç, çevredeki demografik dinamizm ile; keza merkezdeki siyasal nüfuz, çevredeki sayısal güç ile adil bir biçimde dengelenmedikçe gerçek bir uzlaşmadan bahsedilemez. Taraflardan biri diğerini teslim almaya kalkarsa, çatışma kaçınılmaz olur. Çünkü muhafazakârlık, merkez güçlerinin çevreyi âdeta esir alması ve ancak iki ayağını basabileceği dar bir alanda çevreyi uzlaşmaya razı etmesi anlamına gelmemektedir. Çevre ile hâlâ sağlam bir ortak paydaya sahip, onun kültürel değerlerini samimiyetle içinde taşıyan AK Parti’nin böyle bir yanılgının parçası olması halinde, bu durum sadece kendisi için değil, Türkiye için de büyük bir kayıp olacaktır.
 
Kendine Dönmek, Kendini Bilmek
Her ne kadar yaşanılan yerel bir seçim olsa da, Türkiye’nin temayülleri, partilerin izlediği politikaların her zaman sandığa yansıdığını göstermektedir. Bu açıdan, 2002 Kasımından 2004 Martına kadar geçen sürede AK Parti’nin izlediği politikaların aldığı oylara etkisini gözden geçirmek basiretli bir davranış olacaktır. İktidarın genel seçimlerden bu yana oylarını 8 puan artırmış olması; sadece ekonomi politikalarına toplumun gösterdiği teveccühle izah edilemez. Belirlenen adaylardan, partinin sergilediği tavra kadar durumun birçok değişkeni vardır ve AK Parti’yle birlikte tüm partilerin yapması gereken bu değişkenleri iyi analiz etmesidir.
Çevre sabırlıdır, ani tepkiler vermez. Türkiye’nin 1998’den beri maruz kaldığı sancılı ortamdan çıktığına dair işaretler, dayanma sınırının son noktasında olsa bile fedakârlığa devam etmesini sağlayabilir. AK Parti yerel seçimlerde (1970’lerin yoğun politizasyon ortamında ‘renksiz’ kitleleri nitelemek için kullanılan tabirle) “Ekmek Partisi” olarak tanımlanan kesimin oylarını da potasına dahil etmiştir. Bu grup, baskın bir siyasal görüşe sahip olmamakla beraber genelde ülkenin ve özelde bunun yansıması olarak kendi çıkarlarının korunacağı düşüncesi ile bir partiye oy kullanan seçmenlerdir. Ama bu “Ekmek Partisi”nin bir kötü huyu da siyasal tercihlerinin çok oynak olmasıdır. AK Parti merkezle çevre arasında, merkez lehine bozulmuş dengeyi, liderinin ifadesiyle “bir tüccar mantığı ile” (!) ve karşılıklı rıza/ikna yöntemiyle yeniden kurabilirse Türkiye’ye en büyük hizmeti yapmış olur.

Paylaş Tavsiye Et
Türkiye Siyaset
DİĞER YAZILAR