Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Dosya
Sovyet sonrası Orta Asya’da ulusal kimlik
Sevinç Alkan Özcan
1980’Lİ yılların sonlarına doğru milliyetçi hareketler, başta Baltık ülkeleri ve Kafkasya olmak üzere Sovyetler Birliği’nin Avrupa’ya yakın topraklarında olduğu kadar Orta Asya Türk Cumhuriyetleri’nde de hız kazandı. 1986 yılının Aralık ayında Kazakistan’ın başkenti Alma Ata’da meydana gelen olaylar ve 1989 yılının Haziran ayında Fergana vadisinde Özbeklerin Ahıska Türklerine karşı, 1990 yılında ise Kırgızistan’ın Oş bölgesinde Özbeklerin ve Kırgızların birbirlerine karşı başlattığı saldırılarla yükselen etnik tansiyon, Gorbaçov’u hem Avrupa topraklarında, hem de Orta Asya’da son derece dinamik bir milliyetler sorunu ile karşı karşıya bıraktı. İktidarının ilk yıllarında enerjisinin tamamını ekonomik reformlara yoğunlaştırmış olduğu için, Sovyetler Birliği’nin en önemli yapısal sorunu olan “milliyetler sorunu”na çok az ilgi göstermiş olan Gorbaçov, tüm bu olaylardan sonra Sovyetler Birliği’nde yaşanan milliyetler sorununu Kremlin’in gündemine almak zorunda kaldı.
Perestroika’nın, diğer bir ifadeyle liberal reformların başarısızlığı neticesinde Sovyet vatandaşlarının yaşam koşullarının giderek zorlaşması merkezî hükümete olan güveni zayıflattı; bu da bu bölgelerde yaşanan problemlere yerel çözümlerin bulunmasını adeta cesaretlendirdi. Bu gelişmelere paralel olarak 1990 sonrasında özellikle Orta Asya Türk Cumhuriyetleri’nde elde edilen bağımsızlık, uğrunda mücadele verilerek kazanılmış bir durum olmaktan çok, bu cumhuriyetlerin kabullenmek zorunda kaldıkları bir olgu olarak ortaya çıktı. Zira Müslüman Orta Asya Cumhuriyetleri’ndeki siyasî elit, Baltık ülkeleri, Gürcistan ve Ermenistan’dakilerin aksine milliyetçi-ayrılıkçı hareketlere destek vermedi. Kırgızistan Devlet Başkanı Akayev dışında, diğer dört cumhuriyetin liderlerinin eski Komünist Parti’nin içinden gelmeleri bu cumhuriyetlerin Moskova’dan bağımsız hareket etmelerini zorlaştırdı. Bununla birlikte 1991 yılında Sovyetler Birliği’nin çözülmesi sonrasında, söz konusu siyasî elit tercihini bağımsızlık yönünde kullanmak ve kendi ulusal programını uygulamak zorunda kaldı. Bağımsızlığını ilk ilan eden Baltık ülkelerinden, en son ilan eden Orta Asya Cumhuriyetleri’ne kadar tüm yeni bağımsız devletler egemenlik ve liberalleşme kavramlarını son derece milliyetçi bir içerikle gündeme getirmekle kalmadılar, aynı zamanda izledikleri etnik temelli politikalarla yeni devlet içinde yaşayan farklı etnik gruplar arasındaki ilişkilerde değişime neden oldular. Örneğin Orta Asya Cumhuriyetleri’nde ulusallığın yeniden keşfedilmesi ve ulusal politikaların takip edilmeye başlanması, cumhuriyetlerde sosyo-ekonomik açıdan hâkim etnik grup olarak yaşayan Rusların pek çok yerde nüfusunun giderek azalmasının yolunu açtı. Perestroika yıllarında Müslüman Orta Asya Cumhuriyetleri’nde ve Kafkasya’da yaşayan Rusların en tipik tavrı, bulundukları ülkelerde kalma konusunda ısrar etmek yerine, bu ülkelerde özellikle de Tacikistan’da ortaya çıkan silahlı çatışmaların da etkisiyle, Rusya’ya ya da Ukrayna ve Beyaz Rusya gibi Slav Cumhuriyetleri’ne göç etmek oldu. Söz konusu silahlı çatışmalar her ne kadar direkt olarak bu cumhuriyetlerin yerli halklarıyla Ruslar arasında meydana gelmemiş olsa da, bu cumhuriyetlerde artan etnosentrizmin etkisi, azınlık olarak yaşamaları dolayısıyla Rusların gelecek endişesine kapılmalarına yol açtı. Kazakistan’da ve Kırgızistan’da büyük ölçüde işsizlik, yaşam standardının düşük olması gibi ekonomik faktörler ve gelecek endişesi nedeniyle ayrılan Rusların aksine, diğer Türk Cumhuriyetleri’nde Rusların ayrılmalarının temel nedeni bu ülkelerde yaşanan çatışmalar ve giderek kötüleşen etnik ilişkilerdi. Sovyetler Birliği döneminde Orta Asya’ya, özellikle de Kazakistan ve Kırgızistan’a yönelik olarak gerçekleşen yoğun Rus ve Slav göçü, yerli halklar arasında farklı derecelerde de olsa milliyetçiliğin yükselişinde katalizör vazifesi gördü.
 
Sovyet Mirası ve Yeni Kimlik Tanımları
Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından yeniden canlanan ulusal kimlikler üzerine yapılan tartışmalarda, dış faktörlerin ya da uluslararası sistemin özelliklerinden çok Sovyet sisteminin kendi iç dinamikleri üzerinde duruldu ve bunun çözülme üzerindeki etkileri anlaşılmaya çalışıldı. Hatta yaşanan dönüşüm Osmanlı, Habsburg ve Rus İmparatorlukları’nın dağılma süreçlerine olan ilgiyi artırdı ve bu süreçlerin karşılaştırmalı bir biçimde yeniden gözden geçirilmesine neden oldu. Sovyetler Birliği’nin etnik-topraksal temele dayanan idarî yapılanması bir taraftan bağımsız devletlerin sınırlarının ve demografik yapısının birlik cumhuriyetlerinin sınırları ve demografik yapısı ile örtüşmesi sonucunu doğururken, diğer taraftan bu ülkelerin etnik-kültürel temelli politikalarına zemin hazırladı. Diğer bir ifadeyleSovyet sistemi bir bakıma bugünkü ulus-devletlerin kurulmasına zemin hazırladı ve bunların siyasi yapılanmasını kolaylaştırdı. Sovyet milliyetler politikasının en önemli ayağını oluşturan korenizatsiia (kadroların yerelleşmesi, ulusallaşması) politikası yeni bağımsız devletlerin ulusal siyasî kadrolarının çekirdeğini oluşturdu. Bupolitika aynı zamanda siyasî kadroların uygulamakta oldukları ulusallaşma programlarının önünü açarken, yerli halklara tanınan kültürel özerklik ve belli dönemlerde verilen kendi dilinde eğitim hakkı bu ülkelerde yaşayan yerli halkların ulusal bilinçlenmeleri üzerinde olumlu etkilerde bulundu.
Bununla birlikte etnik farklılıkları hem korumayı, hem de kontrol altına almayı amaçlayan Sovyet sistemindeki yapaylıklar ve bunların ortaya çıkardığı problemler yeni cumhuriyetlere de intikal etti. Sovyetler Birliği’nin çözülmesi ile birlikte merkezî Rus topraklarında ve yeni bağımsız devletlerde yaşanan siyasî, iktisadî ve kültürel dönüşüm bu bölgelerde yaşayan insanların kimlik tanımlarını daha karmaşık bir hale getirdi. Prof. Ahmet Davutoğlu’nun deyimiyle “Bu ülkelerde dinî kimlik, din temelli ulusal kimlik, sınır temelli ulus-devlet kimliği ve etnik kimlik değişik düzlemlerde etkili olabilmekte ve birçok kültürel, siyasî ve ekonomik iletişime aracılık edebilmektedir. Mesela bir Karakalpak hem Müslüman, hem Türk, hem Özbekistan vatandaşı, hem de belli bir otonomiye sahip Karakalpak topluluğundandır. Bazılarının eski sosyalist kimliği de sürdürmeye çalıştıkları düşünülürse, kültürel ve toplumsal kimlik konusunda ortaya çıkan farklılaşma ve çeşitlenme kendini açık bir şekilde göstermektedir.”
Bağımsızlık sonrasında Müslüman kimliği, Orta Asya Türk Cumhuriyetleri’nde ortaya çıkan karmaşık kimlik tanımında önemli bir bileşeni temsil etmektedir. Bununla birlikte 1985 ve 1988 yılları arasında Orta Asya Cumhuriyetleri üzerinde Moskova’nın kontrolünü artıran, bu çerçevede Ortodoks Kilisesi’ne karşı gösterdiği hoşgörüyü İslam’a karşı göstermeyen Gorbaçov, 1988 yılından itibaren İslam’ın kontrol altında tutulması görevini yerel liderlere bıraktı. Söz konusu liderler bağımsızlık sonrasında da İslam’a ve İslamî gruplara karşı aynı politikayı devam ettirdi. Fakat buna rağmen ulusal kimliğin önemli bir bileşenini temsil eden İslamî canlanma yeni bağımsız ülkelerde açık bir biçimde kendini gösterdi. 1992 yılında Özbekistan’da 3000 cami restore ya da yeniden inşa edilirken, Tacikistan’da 130, Türkmenistan’da ise nüfusun yoğun olduğu bölgelerde 500 cami yeniden işlevsel hale getirildi. Bununla birlikte, yeni bağımsız Orta Asya Cumhuriyetleri’nde İslam’ın bu şekilde canlanması, devlet kontrolünün de etkisiyle, siyasî bir nitelik arz etmekten çok, sosyal ve kültürel bir olgu olarak kalmaya devam etmektedir.

Paylaş Tavsiye Et