Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Dosya
Türk’ün AB’yle imtihanı
Adem Yılmaz
MERKEZÎ devlette süreklilik ve “asker millet, asker devlet” anlayışı Cumhuriyet dönemi kurucu aydınının Osmanlı devletinden tevarüs ettiği iki temel felsefedir. Sınırlarının üç kıtaya uzandığı beş asırlık hükümranlık döneminin “Devlet-i ebed müddet”i, Devlet-i Âli Osman’ı, Avrupa güçleri karşısında toprak kaybettikçe ve hazine gelirleri azaldıkça dağılma döneminde merkezîyetçi yapıyı kuvvetlendirme ihtiyacı hissetti. Bu çerçevede Osmanlı Sultanı II. Mahmud’un âyanlarla yaptığı Sened-i İttifak anlaşması, bazı yetkilerin devredilmesi söz konusu olsa da, âyanların merkeze bağlanması suretiyle merkezî devlet yapısını kuvvetlendirerek devleti hayatta tutma formülüydü. İşte Osmanlı bakiyesi üzerine bina edilen yeni devletin kurucu seçkinleri tam da bu merkezî devlet mirasını ve devletin bekasında askerî vesayet sistemini bütün yönleriyle kurulmakta olan Cumhuriyet’e aktardı. Öte yandan, başta Avrupa devletleri olmak üzere dış dinamiklerin etkisiyle yeni Cumhuriyet, bu mirasa paralel olarak, Westfalya sistemi ile doğan, Fransız İhtilali ile olgunlaşan ve imparatorlukları parçalayan modern ulus-devletin üniter yapısını kendi nevi şahsına münhasır yapısında meczetti. Yeni dönemin kurucu seçkinleri içeride Osmanlı kimliğini ve mirasını reddeden ve Osmanlı’nın bünyesindeki bütün etnik unsurları verili Türk kimliği ile tanımlayan bir uygulama ile karşımıza çıkarken, dışarıda muasır medeniyetler seviyesine yükselebilmek için yüzünü bütünüyle Avrupa’ya döndü.
Çok partili siyasal yaşama geçilmekle beraber uzun süredir bürokratik mekanizmalara hakim olan sağ ve sol ulusalcı güç odakları devletin iç ve dış politikalarının şekillenmesinde çoğu zaman iktidarlardan daha belirleyici oldular. Muasır medeniyetin, ilerlemenin, refahın ve hatta güvenliğin temel adresi olarak görülen Avrupa ile bütünleşme hülyası aslında bu ulusalcı cemaatlerin yönlendirmesiyle başladı. Ülke içinde farklı etnik unsurlara ve dinî gruplara karşı izlenen siyaset zaman zaman Avrupalılar tarafından temel eleştiri konusu yapıldıysa da, bu kesimlerin Avrupa hülyası hiç rota değiştirmeden yakın zamana kadar süregeldi. Ancak paradoksal olarak, Avrupa’nın tasvip etmemesine rağmen, güvenlik sendromundan kaynaklanan askerî vesayet sistemi hiçbir zaman rejimin üzerinden gölgesini kaldırmadı. Devletin bekası ve sürekliliği adına bu bağlamda her on yılın sonunda bir askerî darbe yaşandı. İçeride kitle iletişim araçlarını çok iyi kullanan ve temelde onları yönlendiren bu cemaatler, çoğu zaman bu araçlar yoluyla sistemin bütün ünitelerinin zihin kodlarına hükmetmeye başladı. Halk, özellikle medya aracılığıyla, gayet başarılı bir biçimde yönlendirildi. Fakat 28 Şubat süreci, tek tek bireyleri olduğu kadar, cemaatleri de Avrupa’ya bakışlarını yeniden gözden geçirmeye yöneltti. Mustafa Özel’in dediği gibi, bu zamana kadar devlet halktan kaçmak için AB’ye sığınıyordu; bu tarihten itibaren halk devletten kaçmak için AB’ye sığınmaya başladı. Halkın büyük kesimi tarafından desteklenen hükümet en hızlı AB taraftarı olup da iş ciddiye binince, kimliklerini modern Batıcılık ve Avrupacılık söylemi üzerine kurmuş olan ulusalcı cemaatlerin samimiyeti sorgulanır hale geldi. Seksen yıldır ellerinde bulunan bürokratik gücü kaybedeceklerini gören bazı ulusalcı cemaatler birden AB karşıtı oluverdi. Türk siyasal yaşamında resmin aniden ters yüz olması Türk’ün Avrupa ile imtihanında bütün aktörlerin durdukları yerlerin yeniden tanımlanmasını zorunlu kıldı.
 
17 Aralık’tan Sonra Devletin Hamisi Kim Olacak?
Her şeyden önce Avrupa Birliği bağımsız devletlerin üyeliği ile yatay entegrasyonunu büyük ölçüde tamamladıktan sonra, ortak parası, ortak merkez bankası ve ortak anayasası ile (henüz yürürlüğe girmiş olmasa da) dikey olarak örgütlendi. Avrupa şartlarına uygun olarak Türk hukuk sisteminin ve anayasasının yeniden dizaynı teknik olarak devletin birçok yetkisini bir üst otorite ile paylaşması anlamına gelmekte. Ayrıca milli siyaset belgesi de bütünüyle revize edilmek zorunda. Bu kurala tâbi olacak yeni sistemde ulusalcı cemaatlerin stratejilerini yeniden gözden geçirmeleri kaçınılmaz oldu.
Her ne kadar üye devletler Birlik içinde kendi çıkarları peşinde koşmakta ve AB’nin karar mercilerinde etkin olmak için yarışmakta ise de, pek çok anayasal yetki ulus-devletlerden alınarak ulus-üstü kurumlara teslim edilmektedir. Fakat milli hassasiyetler ve milli çıkarlar Birlik içinde yok olmamakta, erimemektedir. Her bir ulus kendi hassasiyetini ve milli çıkarını Birlik içerisinde sürdürmektedir. Bununla beraber, Kopenhag Kriterleri’nin gereksinimleri ulusal demokratik süreç düzenlemelerini zorunlu kılmakta, bu durum bazı ulus-devletlerin önceki esnek ve keyfî tutumlarını alt üst etmekte ve böylece ulusalcı cemaatlerin milli hassasiyetleri galeyana gelmektedir. Türkiye özelinde, güvenlik sendromundan kaynaklanan on yılda bir demokrasinin askıya alınması geleneği, insan hak ve özgürlüklerinin kısıtlanması yönünde alınan kararlar ve hukukun keyfîleştirilmesi gibi çok sayıda anti-demokratik uygulamanın arkasında bulunan ulusalcı zevat bu bağlamda 17 Aralık’la birlikte ayrıcalıklı konumunu yitirdi. Zira Avrupa Birliği, Osmanlı’dan tevarüs edilen devlette süreklilik ilkesini ve merkezî devlet yapısını sorgulanır kıldı. Türkiye’de bürokratik mekanizmaların hamîlik vasfı devam ediyor olsa da, AB kurumlarının gözetimi ve denetimi ulus-devlet formunu aşındırmak suretiyle eski dönemin keyfîliklerinin uygulama alanını daraltacaktır.
Kısacası, Türkiye 17 Aralık ile birlikte ulusalcı cemaatlerin güvenlik bunalımından kaynaklanan iç tehdit tanımını tamamen değiştirmiş oldu. Kuşkusuz Türkiye’nin Avrupa ile olan bu imtihanı eskisinden daha az çetin olmayacaktır. Zira 17 Aralık’ta imzalanan metin hukukî açıdan oldukça çetrefilli ve sorunlu maddeleri içermektedir. Fakat ulusalcı cemaatler bu bağlamda büyük oranda edilgenleştirilmekte ve onların yerini siyaset sınıfı ve ulus-üstü otoriteler almaktadır.

Paylaş Tavsiye Et