Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (March 2008) > Toplum > Ebristanbul: İstanbul suya düşünce...
Toplum
Ebristanbul: İstanbul suya düşünce...
Hilal Turan
TEVHİD ilkesinden kaynaklanan tasvir yasağının temelini oluşturduğu İslam estetiği, Müslüman sanatkârları, Batı sanatında neşvünema bulan “dış dünyanın benzerini yapma” psikolojisinin şekillendirdiği tasvirci yaklaşımdan uzak bir yerde konumlandırdı. Divan şairi Naili’nin ifadesiyle “nukuş-ı suver-i aleme” mestane nazarlarla bakıp “bir özge temaşa” ile onun ötesine geçen Müslüman sanatkârlar, görünenin ardındaki görünmeyeni stilizasyon ve soyutlamayla yansıtma yolunu seçtiler. İlahi güzelliğin arayışındaki İslam tezyinî sanatlarının en güzidelerinden biri ise kuşkusuz ebru sanatı.
Cumhuriyet devrindeki resmî ilgisizliğe rağmen, bu sanata gönül vermiş Necmeddin Okyay, Mustafa Düzgünman gibi değerli ebru sanatçılarının tümüyle kişisel çabalarıyla günümüze ulaşan ebru, son dönemde giderek cazibe merkezi haline geliyor. Bu sanatı özverili bir biçimde yüzden fazla ülkeye giderek tanıtan, “Barut Ebrusu” olarak bilinen ebruyu bularak bu sanatın gelişmesine katkıda bulunan ebru ustalarından biri de Hikmet Barutçugil. Ebru sanatında mühim yeniliklere imza atan Barutçugil ile ebruyu ve İFSAK’ta tanıttığı son projesi Ebristanbul’u konuştuk.
 
 
 
Ho­cam eb­ruy­la na­sıl ta­nış­tı­nız?
1973 yı­lın­da Dev­let Gü­zel Sa­nat­lar Aka­de­mi­si’nde teks­til eği­ti­mi­ne baş­la­dım. O yıl ta­nış­tı­ğım ya­zı ho­ca­mız Prof. Emin Ba­ran’ın teş­vik­le­riy­le ön­ce ya­zı sa­na­tı­na il­gi duy­dum. Da­ha son­ra o il­gi, ya­zı­nın ze­min­le­rin­de, per­vaz­la­rın­da kul­la­nı­lan eb­ru­ya kay­dı. O yıl­lar­da bu sa­nat­lar hiç il­gi gör­me­yen sa­nat­lar­dı. De­ne­me ya­nıl­ma yo­luy­la eb­ru ile il­gi­li araş­tır­ma­la­ra baş­la­dım. Ara­dan bun­ca se­ne geç­ti. Hâ­lâ ken­di ken­di­me öğ­re­ni­yo­rum bu sa­na­tı.
 
Ge­le­nek­sel sa­nat­lar­da ge­nel­lik­le meşk usu­lü esas­tır; si­zin, ken­di ken­di­ne öğ­re­nen bi­ri ola­rak bu alan­da bir is­tis­na ol­du­ğu­nu­zu söy­le­ye­bi­lir mi­yiz?
Gü­nü­müz­de ge­le­nek­sel sa­nat­la­rın pra­ti­ğin­de, “ge­le­ne­ği ol­du­ğu gi­bi ko­ru­mak” gi­bi as­lın­da yan­lış bir al­gı­la­ma var. Çün­kü ge­le­nek za­ten bi­za­ti­hi ken­di­si, gel­di­ği gi­bi kal­mı­yor; onu bir şe­kil­de ye­ni­le­yen, gün­cel­leş­ti­ren, gü­zel­leş­ti­ren us­ta­lar çı­kı­yor. Bu ko­nu­da be­nim eb­ru­yu ken­di ken­di­me öğ­ren­me­min bir yö­nüy­le avan­taj ol­du­ğu­nu şim­di da­ha iyi an­lı­yo­rum. Çün­kü bir­çok yer­de bu­gün bir us­ta­nın rah­le­yi ted­ri­si­ne gir­mek, tü­müy­le onun ka­lıp­la­rı­na gir­mek şek­lin­de an­la­şı­lı­yor ve bu ka­lıp­la­rın dı­şı­na çı­kıl­ma­sı­na as­la mü­saa­de edil­mi­yor. Fa­kat sa­nat, bi­lim gi­bi sü­rek­li ge­liş­mek zo­run­da; ge­liş­mez­se za­man­la terk edi­li­yor. Her sa­nat da­lın­da bel­li ekol­ler olu­şur, o ekol­ler­de bü­yük us­ta­lar ye­ti­şir. Ye­ni bir ya­nar­dağ, ye­ni zir­ve­ler olu­şur; ama bun­la­rın hep­si yer­yü­zün­de kök­ten bir­bi­ri­ne bağ­lı­dır. Ya­ni as­lın­da olu­şan şey, sa­de­ce ye­ni bir yo­rum, ye­ni bir tarz­dır.
 
Bir ta­raf­ta ye­ni­lik­le­re açık bir ke­sim, di­ğer ta­raf­ta da ge­le­nek­sel sa­nat­la­rın de­for­me ol­ma teh­li­ke­si ko­nu­sun­da has­sa­si­yet gös­te­ren­ler var. Ye­ni­lik nok­ta­sın­da ne tür kri­ter­ler ol­ma­lı ki, ge­le­nek­sel sa­nat­la­rın ken­di do­ku­su ze­de­len­me­sin?
Sa­na­tın ken­di do­ku­su as­la ze­de­len­mi­yor. Bi­zim eği­tim­le­ri­mi­zin de te­me­lin­de “ge­le­nek” var. Bu, işin al­fa­be­si za­ten. O al­fa­be­yi öğ­re­nen bi­ri­ne il­la­ki sen al­fa­be oku­ma­ya de­vam ede­cek­sin de­nir mi? Biz bu­na kar­şı­yız iş­te. Sa­nat, sa­nat­çı­nın iç dün­ya­sın­da­ki mü­cev­he­rin açı­ğa çık­ma­sıy­la te­ka­mül eder. Sa­nat te­ka­mül et­mez­se me­de­ni­yet­ler oluş­maz. Ge­le­nek­sel sa­nat­la­rı­mı­zın te­me­lin­de ila­hi gü­zel­lik ara­yı­şı var. Do­la­yı­sıy­la bu ara­yı­şın önü­ne geç­mek, onu sı­nır­la­mak; ila­hi gü­zel­li­ğe nok­ta koy­mak olur. Al­lah’ın gü­zel­lik­le­ri her an ay­rı ya­zı­lış­ta de­ğil mi? Onun için o il­ha­mı ka­pat­ma­mak la­zım.
 
Eb­ris­tan­bul fik­ri ilk na­sıl oluş­tu? Da­ha ön­ce ay­nı tek­nik­le ya­pıl­mış baş­ka ça­lış­ma­lar var mıy­dı?
Ha­yır, ilk kez bu pro­jey­le çık­tı. Biz bu­lun­du­ğu­muz me­ka­nı bir eb­ru evi ola­rak plan­la­dık. Bu­ra­sı bi­zim hem evi­miz hem de ga­le­ri­miz. Bu evin bir şans­lı ta­ra­fı da var ki, dün­ya­nın en gü­zel man­za­ra­sı­nı gö­rü­yor. Özel­lik­le gün­ba­tı­mın­da bu­lut­la­rın oluş­tur­du­ğu de­sen­ler in­sa­nı bü­yü­lü­yor. Eb­ru­nun ke­li­me kö­ke­ni Fars­ça “eb­rî”den ge­li­yor. “Eb­rî” ise bu­lu­tum­su, bu­lut gi­bi de­mek. Bu man­za­ra­da da bu­lut­la­rın oluş­tur­du­ğu eb­ru de­sen­le­ri ve onun al­tın­da­ki İs­tan­bul si­lue­ti be­ni çok he­ye­can­lan­dır­dı ve Eb­ris­tan­bul fik­ri­ni oluş­tur­du. Ön­ce res­sam ar­ka­daş­lar­la gö­rüş­tük, son­ra eb­ru­lar se­çil­di. Man­za­ra­ya gö­re eb­ru yap­mak müm­kün de­ğil, o yüz­den eb­ru­ya gö­re man­za­ra re­sim­le­ri çi­zil­di. Fo­to Eb­ris­tan­bul’da ise eli­miz­de­ki İs­tan­bul fo­toğ­raf­la­rı­na gö­re eb­ru­lar dü­şün­dük. Bu fo­toğ­raf­lar­la eb­ru­la­rı, di­ji­tal or­tam­da bir­bir­le­ri­ne kay­naş­tır­dık.
Bi­zim sa­nat­tan an­la­dı­ğı­mız, sa­de­ce Ce­na­bı Hakk’ın yap­tık­la­rı­nı tak­lit ede­rek ona yak­laş­mak­tır. Çün­kü her şey su­dan ya­ra­tıl­dı, ya­ni ya­ra­dı­lış­ta bir vah­det var. Su­da olu­şan de­sen­ler­de, ta­bi­at­ta bir ta­şın ke­si­tin­de, bir top­rak kat­ma­nın­da ya­hut bir mik­ros­ko­bik gö­rün­tü­de bu­nu gö­re­bi­lir­si­niz. Ba­rut eb­ru­su ör­ne­ğin bu esa­sa da­ya­nı­yor.
 
Son dö­nem­de ge­le­nek­sel sa­nat­la­ra çok yo­ğun bir il­gi var. An­cak bir yan­dan eh­li­yet­siz ki­şi­le­rin bu du­rum­dan ya­rar­la­na­bil­di­ği bir kar­ma­şa or­ta­mı da mev­cut.
Bu ben­ce ge­le­nek­sel sa­nat­la­rın yay­gın­lık ka­zan­ma­sı açı­sın­dan önem­li bir ge­liş­me. Eh­li­yet me­se­le­si­ne ge­lin­ce, bu sa­nat­lar yay­gın­laş­tık­ça iyi­yi kö­tü­yü her­kes ayırt ede­bi­le­cek­tir za­ten. Ben­ce gi­de­rek da­ha faz­la bi­çim­de ta­ba­na ya­yıl­ma­sı ge­re­ki­yor ge­le­nek­sel sa­nat­la­rı­mı­zın. An­cak bu du­ru­mun oluş­tu­ra­ca­ğı tat­lı re­ka­bet or­ta­mıy­la bir­lik­te te­ka­mül ede­cek­ler çün­kü.
 
Pe­ki İs­tan­bul ye­ni­den mer­kez mi olu­yor ge­le­nek­sel sa­nat­lar­da?
Evet, İs­tan­bul ye­ni­den kül­tür baş­ken­ti olu­yor. Ba­zı şe­hir­ler, bel­li sa­nat­lar­la anı­lır­lar. Me­se­la res­min baş­ken­ti Pa­ris, hey­ke­lin baş­ken­ti Ro­ma, mü­zi­ğin baş­ken­ti Vi­ya­na’dır. İs­tan­bul da hat ve eb­ru sa­nat­la­rı­nın baş­ken­ti­dir. Öy­le ki “Kur’ân-ı Ke­rim Mek­ke ve Me­di­ne’de na­zil ol­du, Ka­hi­re’de okun­du, İs­tan­bul’da ya­zıl­dı” de­nir. Epey­ce bir za­man­dır Arap al­fa­be­si­ni kul­lan­ma­ma­mı­za rağ­men bu­gün Arap ül­ke­le­rin­den ka­tı­lım­cı­lar­la ya­rış­tı­ğı­mız çe­şit­li fes­ti­val­ler­de en iyi hat­tat­la­rın İs­tan­bul’dan çık­tı­ğı­nı gö­rü­yo­ruz. Eb­ru da İs­tan­bul’da neş­vü­ne­ma bul­du. “Türk Ka­ğı­dı” adıy­la Ba­tı’ya git­ti. Ge­ne en es­ki ör­nek­le­ri biz­de Top­ka­pı Sa­ra­yı’nda bu­lu­nu­yor. Ya­ni bu sa­nat­lar ade­ta bi­zim ge­ne­ti­ği­miz­de var.
Bi­zim en te­mel so­ru­nu­muz, bi­ze ait ol­ma­yan şey­le­ri bi­zim­miş gi­bi Ba­tı’ya gö­tür­me­miz. Kül­tür Ba­kan­lı­ğı ara­cı­lı­ğıy­la Tür­ki­ye’yi tem­si­len yurt­dı­şın­da bir­çok sa­nat fes­ti­val­le­ri­ne ka­tıl­dım. Bir de­fa­sın­da Türk Fes­ti­va­li için 135 ki­şi­lik bir ekip­le Ho­us­ton’a git­tik. Bir eb­ru ya­pan ben­de­niz, bir ta­ne ipek ha­lı do­ku­yan bir ba­yan, bir de dö­ner­ci var­dı “bi­ze ait bir şey­le ora­la­ra ge­len”. Onun dı­şın­da üç ta­ne caz or­kes­tra­sı, iki ta­ne mo­dern ba­le vs. var­dı. İna­nın alay et­ti­ler, gül­dü­ler ha­li­mi­ze.
 
Son ola­rak çok ge­niş bir fel­se­fî ze­mi­ni var eb­ru­nun kuş­ku­suz. Ama si­zi en çok çe­ken özel­li­ği ne­dir?
Eb­ru­nun te­ra­pik bir özel­li­ği var; ef­sun­lu, bü­yü­le­yi­ci bir şey. Eb­ru­yu ni­yet ede­rek, plan­la­ya­rak, gö­rün­tü­yü ha­yal ede­rek as­la ya­pa­mı­yor­su­nuz. O her an ken­di olu­şu­mu için­de, her an ay­rı bir şe’nde. Onun için es­ki us­ta­lar bu sa­na­ta “zu­hu­rat sa­na­tı” de­miş­ler. Ken­di ken­di­ne zu­hur edi­yor. İlk anı, ya­ni su­ya bo­ya­yı at­tı­ğın­da ne çı­ka­ca­ğı­nı in­san kes­ti­re­mi­yor. Bu he­ye­can za­ten in­sa­nı alıp gö­tü­rü­yor. Bir de eb­ru­nun in­san­lar üze­rin­de çok olum­lu et­ki­le­ri, te­da­vi edi­ci özel­lik­le­ri var. Şe­hir ya­şa­mı ve şart­la­rı ma­ale­sef bi­zim den­ge­mi­zi bo­zu­yor. Fi­zik­sel sağ­lı­ğı­mız ka­dar ruh­sal sağ­lı­ğı­mı­zın da ko­ru­yu­cu he­kim­li­ğe ih­ti­ya­cı var. Onun­da tek ça­re­si bir sa­nat­la uğ­raş­mak.

Paylaş Tavsiye Et