“Gözlerim ötelerin ışıklarını görüyor”
Şefik Can Dede’yi ziyaretimiz sırasında hazretin hoş sohbet pınarından kana kana içiyoruz. Sohbet esnasında bir ara derin bir sessizlik çöküyor, akabinde üstat gözlerini ufka dikerek şöyle diyor: “Gözlerim ötelerin ışıklarını görüyor, ama ben gitmek istemiyorum. Ötedeki dostlar meclisine olan derin hasretimi gönlümde taşıyorum, ama burada daha yapılacak çok hizmet var, onları yarım bırakıp da gitmeye gönlüm el vermiyor.”
2001 senesinin 13 Temmuz’u. Masanın etrafında sekiz kişiyiz. Çaylarımızı bitirip kalktık ve hep birlikte vapur iskelesine doğru ilerledik. Vapurumuz Bostancı’dan ayrıldı ve işte Kınalıada’ya doğru gidiyoruz. Kadir Bey, hoş bir insana benziyor; Emrah daha önce biraz bahsetmişti kendisinden. Bizim dışımızdaki bu dört kişinin sema hocasıymış. Arkadaşlar Galata Mevlevîhanesi’nden, ama aralarında er meydanına çıkan yok. Bir tek Emrah (Altuntecim) sema ediyor, diğerleri henüz yeni. Kınalıada’ya vardığımızda saat on ikiye geliyor. Hava sıcak, insanlar etrafta uyur gibi dolaşıyorlar. Cuma namazımızı adadaki küçük bir mescitte kıldıktan sonra Mesnevî şarihi Şefik Can Hoca’nın evine gidiyoruz.
Evin önüne vardığımızda nazik bir çift bizi karşılayıp, içeri buyur ediyor. Bunlar, Şefik Hoca’nın kızı ve damadı imiş. Eve girdikten sonra, Marmara’nın mavi sularının göründüğü balkona oturuyoruz ve hocayı beklemeye başlıyoruz. Namaz kılıyormuş içerideki odada, balkonun camından görünüyor, bir müddet onu seyrediyorum. Odada büyük bir Mevlâna resmi var. Hoca, namazını sağlığının yerinde olmayışı sebebiyle sandalyede oturarak kılıyor. Derken, işte balkonun girişinde göründü ve hepimiz ayağa kalkıp elini öpüyoruz. Türkiye’deki yaşayan tek Mesnevîhan olan Şefik Hoca (o zaman) doksan bir yaşında, ama oldukça dinç görünüyor. Derken herkes susuyor ve hoca, ağzından dürr ü mercan dökmeye başlıyor.
Çocukluk ve Tahsil Dönemi
Tâhirü’l-Mevlevî’nin talebesi ve klasik usule göre son icazetnameli Mesnevîhan olan Şefik Can, 1326 (1910) senesinde Erzurum’un Tebricik kasabasında doğar. İlk dinî bilgilerini, ilmî hassasiyeti ve edebiyat zevkini müftü ve Dârü’l-Muallim öğretmeni olan babasından alır. Babası ona daha ilkokula gitmeden, Farsça ve Arapça öğretir. Kendi ifadesine göre, konuşmayı Hz. Mevlâna’nın şiirlerini ezberleyerek öğrenir. Bu çocuk yaşta öğrendiği şiirler vefat ettiği güne kadar hafızasından silinmez. Şefik Can’ın Mevlâna sevgisi de, babasının Mevlâna’ya olan aşkıyla başlar. Birinci Dünya Savaşı yıllarında Sivas ve Yozgat’ta bir müddet yaşadıktan sonra Yıldızeli’ne yerleşirler ve kendisi ilkokulu burada bitirir. İlkokula devam ederken, babası ona Hâfız’dan, Sâdi’den, Mevlâna’dan beyitler ezberletir, Sâdi’nin Gülistan’ını okutur. Hayatının o günlerini şöyle anlatıyor: “Efendim, bendeniz bir kasaba müftüsünün oğluyum. Kitapları ve büyük mutasavvıfları çok seviyordum. Bir oda dolusu kitabımız vardı. Ruslar geldiği zaman her şeyi bırakıp kaçtık. Babam, heybesine biraz kitap koydu. Bunların arasında Sâdi’nin külliyatıyla Mesnevî de vardı. Babam Mevlâna’yı çok severdi. Babam, aynı zamanda ilk hocamdı. Ben daha ilkokula giderken Sâdi’den, Mevlâna’dan, Hâfız’dan beyitler ezberletirdi.”
Şefik Can daha sonra Tokat’ta askerî ortaokula başlar. Ardından da Kuleli Askerî Lisesi’ne yazılır. 1929’da Kuleli Askerî Lisesi’ni, 1931 senesinde de Harp Okulu’nu bitirerek subay olur. Ancak ilk rehberi ve mürşidi olan babasındaki kitap, ilim, öğrenme ve öğretme aşkı onun ta içine işlediği için o, öğretmenlik yapmak ister. Hatta muvazzaf subay olduğu halde bu yüzden gizlice İstanbul Üniversitesi Edebiyat Bölümü’ne devam eder. Durum anlaşılınca, Trakya’da Vize’ye tayin edilir. Vize’de görevliyken tümen komutanına bir mektup yazarak Edebiyat Fakültesi’ni bitirmek için izin vermesini talep eder. Böylece Millî Savunma Bakanlığı’nın müsaadesi ile, İstanbul Üniversitesi’nde imtihan vererek öğretmenlik ehliyeti alır ve iki yıllık stajını 1935 senesinde Kuleli Askerî Lisesi’ne tayin edilerek Tâhirü’l-Mevlevî (Tâhir Olgun) merhumun gözetiminde tamamlar; akabinde öğretmenliğe başlar. 1965 yılında emekli oluncaya kadar çeşitli askerî okullarda, sivil kolej ve liselerde Türkçe ve edebiyat öğretmenliği yapar. Stajı sayesinde babasından sonra hayatına istikamet verecek ikinci insanla yan yana gelmiş olur. On altı sene boyunca ona hizmette bulunur. Şefik Can bunu, “Hakk’ın takdirine bakın ki, maddî ve manevî öğretmenlik belgemi Tâhirü’l-Mevlevî hazretlerinin elinden aldım” sözleriyle anlatıyordu.
Tâhirü’l-Mevlevî ile Tanışma
Hocasıyla olan tanışması da hayli ilginçtir. Şefik Can, 1928’de Kuleli Askerî Lisesi’nin kütüphanesinden aldığı Süleyman Nazif’e ait Batarya ile Ateş isimli eseri okurken, kitabın Şeyh Şamil’den bahseden kısmından çok etkilenir ve Ruslara tek başına kan kusturan bu kahraman hakkında başka kitaplar aramaya başlar. O günlerde Beyazıt Sahaflar’da Hulûsi Bey’in dükkanına uğrar ve kitap sorar. O da, Tâhirü’l-Mevlevî’nin yakın zamanlarda Şeyh Şamil’le alakalı bir kitap yazdığını, ancak Enver Paşa’nın kitapları toplatıp Kafkasya’ya göndermesi sebebiyle piyasada bulamayacağını söyler. Ardından da kitabı Tâhirü’l-Mevlevî’den isteyebileceğini belirtir. Şefik Can “Efendim, ben Tâhirü’l-Mevlevî’yi hiç tanımıyorum ki, nasıl gideyim?” diye tereddüt edince, Hulûsi Bey “Canım ne var bunda?” diyerek hazretin evini tarif edip gönderir. Şefik Bey utana sıkıla tarif edilen eve gider ve durumunu arz eder. Tâhirü’l-Mevlevî ise ona, kitabı evinin kütüphanesine çıkıp okuyabileceğini söyler. Şefik Bey “Efendim, ben ta Kuleli’den geliyorum, burada okumama imkan yok. Bu kitabı bana bir haftalığına emanet edin lütfen” deyince, hazret cevaben “Evlâdım, kusura bakma, ben kimseye kitap veremem” der. Bu karşılık üzerine Şefik Bey mahzun bir edayla teşekkür ederek oradan ayrılır.
Derken birkaç zaman sonra Kuleli Askerî Lisesi’nde bu zatın gözetiminde staj yapacağını öğrenince, “Bana kitabını bir haftalığına bile vermeyen bir zatın yanında nasıl staj yapacağım?” diye bir hayli canı sıkılır. Bu staj durumu hocaya bildirilince o da rahatsız olur ve “Keşke bu yeni stajyeri başka hocaların yanına verselerdi. Kimbilir ne aksi bir teğmendir. Ben bununla nasıl yapacağım?” diyerek hayıflanır. Yani ilk başta ikisi de birbirini istemez. Ancak zamanla birbirlerine ısınırlar ve Tâhirü’l-Mevlevî, Şefik Bey’i bir kardeşi, bir evladı gibi bağrına basarak: “Benim eve gel de seninle meşgul olayım.” der. Böylece Şefik Bey, uzun yıllar bu kıymetli insandan istifade eder. Derken yıllar sonra bir gün Şefik Bey, Tâhirü’l-Mevlevî’nin evini bir ziyaret sırasında ilk karşılaşmalarını hocasına hatırlatarak: “Hocam, yıllar önce sizden bir kitap istemiştim, siz de vermemiştiniz” deyince, Tâhirü’l-Mevlevî gülerek ona kitapların üstünde asılı duran Arapça yazılı bir levhayı gösterir: “Benim dünyada sevgilim kitaptır. İnsan sevgilisini geçici bir süreliğine başkasına verir mi hiç?”
Şefik Bey, Tâhirü’l-Mevlevî’yi babası kadar sever ve ikinci mürşidi beller. Hz. Mevlâna yolunda rehberi o olur. Tâhirü’l-Mevlevî’nin Mevlâna’ya olan aşkı, Şefik Can’da çok büyük bir iz bırakır. Şefik Bey’in anlattıklarına göre, hazret çok da nüktedan bir kişiliğe sahiptir: “Tâhirü’l-Mevlevî’nin yanında staj yaptığım sıralarda okulun önündeki çınar ağacının altında öğle vakitleri oturur, yemekten sonra kahve içerdik. Bir gün, okulun Sadık adındaki doktoru yanımıza geldi. Nef’î’nin ünlü hicvini okudu. Tabii ki bu sırada okulun hocalarının birçoğu da orada bulunuyordu:
Tâhir Efendi bana kelb demiş
İltifâtı bu sözde zâhirdir
Mâlikî mezhebim benim zîrâ
İtikâdımca kelb Tâhir’dir
“Tabii ki merhum Tâhirü’l-Mevlevî durumu hemen anladı ve dedi ki: ‘Vallahi Sadık Bey, köpeğin ‘tahir’ [temiz] olup olmadığı konusunda ihtilaf vardır, ama ‘sadık’ olduğunda kimsenin şüphesi yoktur.’”
Paylaş
Tavsiye Et