Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Topluyorum
Bir 24 Nisan daha böyle geçti, bedelli de çıkmadı

 

Evet arkadaşlar, yoğun bir gündemi tartışmak için yine beraberiz. Bu ay iç politikada oldukça önemli gelişmeler yaşandı. Meclis’te anayasa değişikliği görüşmeleri özellikle ayın ikinci yarısına damgasını vurdu. Oldukça gergin geçen görüşmeler sırasında Meclis fazla mesai yaptı. İç siyaseti meşgul eden bir diğer gelişme de siyasilere karşı gerçekleştirilen yumruklu saldırılardı. Pek çok arkadaşımızı yakından ilgilendiren bedelli askerlik konusu ile yine anayasa değişikliği dolayısıyla gündeme gelen “başkanlık sistemi” de bu ay tartışılan konular arasındaydı. Dış politikada ise Nisan ayının klasiği haline gelen “Ermeni soykırımı” konusunu unutmak pek mümkün değil. Washington’ı ziyaret eden Başbakan Erdoğan’ın önemli görüşme maddelerinden birisi de bu meseleydi. 24 Nisan’ın hemen öncesinde Ermenistan tarafının protokollerin onay sürecini dondurduğunu açıklamasıyla ortaya çıkan gelişmeleri de bu ayki toplantımızda ele alacağız. İran’ın nükleer programı, yine dünyada ve ülkemizde tartışılan konular arasındaydı. Dünyanın ne kadar küreselleştiğinin bir göstergesi olarak İzlanda’da patlayan yanardağ sonrasında hava ulaşımında yaşanan aksaklıklar da en fazla konuştuğumuz konulardan biriydi.
İç politika gündemi ile başlayalım. Hükümet’in hazırladığı, 1982 Anayasası’nda önemli değişiklikler öngören paket, geçtiğimiz ay en fazla konuşulan konuydu. Özellikle üst düzey yargı içerisinde ciddi değişiklikler hedefleyen bu paket, aynı zamanda memurlara toplu sözleşme görüşmesi hakkı, engellilere bazı kolaylıklar, ombudsmanlık kurumunun oluşturulması, sivillerin savaş hali dışında askerî mahkemelerde yargılanamaması, YAŞ kararlarının yargı denetimine açılması, darbe döneminde gerçekleştirilen uygulamaların yargı denetimi dışında kalmasını sağlayan maddelerin yürürlükten kaldırılması gibi konuları içeriyordu.
Bu maddeler içerisinde muhalefetin bu kadar tepkisini çeken, Deniz Baykal’ın rejimin temellerinin sarsıldığını söylemesine neden olan ne var, bizi aydınlatacak biri var mı? Veya şöyle söyleyeyim, CHP’nin tutumunun arkasında yatan nedir?
Ben açıklamaya çalışayım. Burada CHP’nin değişiklik paketine tepki göstermesine, hatta paketten üç konuyla ilgili maddelerin çıkarılarak halkoyuna sunulmasını önermesine neden olan, daha çok üst düzey yargının yapısını ilgilendiren konular. Paketle birlikte, siyasi partilerin kapatılması daha da zorlaştırılıyor. Burada Yargıtay Başsavcısı’nın bir siyasi parti hakkında dava açabilmesi için önce Meclis’te grubu bulunan partilerin temsilcilerinden oluşan bir komisyonun bu davanın açılmasına izin vermesi gerekiyor. Bu ise muhalefet tarafından yargının denetim imkanının elinden alınması olarak yorumlanıyor. Bunun yanında Anayasa Mahkemesi’nin yapısında çeşitli değişiklikler öngörülüyor. Buna göre üye sayısı artırılırken, Cumhurbaşkanı’nın üye seçimi konusundaki yetkisi genişletiliyor ve Meclis de Mahkeme’ye üye seçme imkanına kavuşuyor. Mahkeme üyeleri 12 yıllık bir süre için seçiliyor. Tüm bunlar muhalefet tarafından yargının siyasi denetim altına alınması olarak değerlendiriliyor. Yine paketin en fazla tartışılan ve muhalefet tarafından yargının siyasallaştırılması olarak değerlendirilen bir başka yönü ise Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK)’nun yapısı ve işleyişi ile ilgili değişiklik önerileri.
Muhalefetin, özellikle de CHP’nin eleştirilerinin bu noktalar üzerinde toplandığı doğru. Anayasa değişiklik teklifini getiren Hükümet’in iddiası ise bu önerilerin Avrupa ülkelerindeki uygulamalar ile benzerlik gösterdiği, oradaki örneklerin dışında olmadığı yönünde. Hatta bu noktada Hükümet’in önerisinin demokratik bakımdan eksiklikler taşıdığı, pek çok demokratik ülkede anayasa mahkemelerine meclislerin daha fazla sayıda üye seçtiği yönünde eleştiriler de söz konusu. Ben son birkaç yıldır yaşadığımız hukuki gelişmeleri göz önüne alarak bu tekliflerin gecikmiş ve yeterince cesaretli olmadığını düşünenlere de hak vermiyor değilim. Gerek Ergenekon gerekse Balyoz soruşturmaları sırasında yaşananlar gösterdi ki, birileri mevcut düzenlemelerin ardına saklanarak her türlü hukuk dışı eylemi kılıfına uyduruyor. Ayrıca Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç da, Mahkeme’nin kuruluş yıldönümü dolayısıyla yaptığı konuşmada hukukun işleyişindeki yavaşlığın ve insanların hüküm giymeden uzun süre tutuklu olarak kalmasının sakıncalarının ancak eski rütbeli kişilerin böylesi bir durumla karşı karşıya kaldıkları zaman anlaşıldığını dile getirdi. Bu noktada verdiği bir rakam ilgimi çekti. Buna göre Türkiye’de şu anda ceza ve tutukevlerinde bulunan kişilerin %52’si tutuklu, %48’i hükümlü imiş. Bu ise yargı süreçlerinin ne kadar uzun sürdüğünün ve aynı zamanda pek çok kişinin davası devam ederken tutuklu olarak yargılandığının bir göstergesi.
Tamam CHP’yi anladık, ama MHP ve BDP niye anayasa değişiklik teklifine destek vermiyor?
MHP daha çok “aceleye getiriliyor” iddiasını benimsiyor ve bu değişikliklerin seçim sonrasına bırakılmasını istiyor. Ayrıca yapılması planlanan değişiklikler ile iktidardaki AK Parti’nin devletin her kesimini kontrol altına almaya çalıştığını, seçim sonrasında Hükümet’ten uzaklaşması durumunda, yargıya hesap verme ihtimalini garantiye almayı hedeflediğini iddia ediyor. BDP’nin muhalefeti ise kendisinin teklif ettiği bazı konuların değişiklik kapsamına alınmamasından kaynaklanıyor. Özellikle seçim barajının düşürülmesi konusunda ısrarlı olduklarını hatırlamak gerekir. Benzer şekilde BDP de Hükümet’in yargı üzerinde etkili olarak kendi geleceğini garanti altına almaya çalıştığını iddia ediyor. Ama örneğin parti kapatılmasını zorlaştıran maddenin kabulü gibi bazı noktalarda anayasa değişiklik teklifini destekler şekilde oy kullandıklarını da unutmamak lazım.
Bu ay en fazla konuşulan konulardan birisi de siyasetçilere yapılan yumruklu saldırılar oldu. Önce kapatılan DTP’nin eski başkanı Ahmet Türk saldırıya uğradı. Ardından da Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Taner Yıldız.
Geçtiğimiz yılsonunda DTP’nin kapatılmasını protesto gösterileri sırasında Muş’un Bulanık ilçesinde meydana gelen olayların sorumlularının yargılandığı dava, güvenlik gerekçesi ile Samsun’a alınmıştı hatırlarsanız. Bu davayı izlemek için Samsun’a gelen Ahmet Türk’e Adliye çıkışında saldıran kişi attığı yumrukla Türk’ün burnunun kırılmasına neden oldu. Toplumun hemen her kesiminin kınadığı bu eylem çeşitli gerginliklere neden oldu. Güneydoğu’da bazı gösteriler gerçekleşti. Ama bunlardan daha acısı, Samsun’da polis aracına ateş açılması sonucunda polis memurlarının şehit olmasıydı.
Benzer bir yumruk saldırısı da şehit cenazesine katılan Enerji Bakanı’na karşı gerçekleştirildi. Baharın gelmesi ile birlikte PKK’nın saldırılarında da bir artış görüldü. Bu saldırılar sonrasında şehit olanların cenaze törenlerinde yeniden çeşitli eylemler gerçekleştirilmeye başlandı. Aynen Ahmet Türk’e karşı gerçekleştirilen saldırı sonrasında olduğu gibi, Enerji Bakanı Yıldız’a yönelik saldırı da kamuoyunda şiddetle eleştirildi. Bakan Yıldız anayasa değişikliği çalışmalarına sağlık şartlarına aldırış etmeden katılırken, kendisini ziyaret eden Başbakan Erdoğan’ın basına yansıyan fotoğrafı ise “başkanlık sistemi” tartışmalarını alevlendirdi.
Aynı zamanda Başbakan’ın ofisinde çalışırken çekilmiş fotoğrafını da unutmayalım!
Haklısın. Anayasa değişikliği teklifi ortaya çıkınca en fazla vurgulanan noktalardan birisi olan, cumhurbaşkanına üst düzey yargı mensuplarını atama noktasında verilmesi planlanan geniş yetkiler, pek çok kişinin aklına yeniden “başkanlık” tartışmalarını getirdi. Başbakan da yaptığı açıklamalarda bu seçeneğin Türkiye için tartışılması gereken bir alternatif olduğunu dile getirdi.
Zaten biliyorsunuz 2007’deki referandumla artık cumhurbaşkanı halk tarafından beş yıl için seçilebilecek ve bir kişi bu makama iki defa aday olabilecek. Bu gelişme, halen parlamenter demokrasi sınırları içerisinde değerlendirilse de, bir bakıma başkanlık sistemine geçiş için aşama özelliği de taşıyor. Unutmamak gerekir ki, şu anda üzerinde çeşitli tadilat çalışmaları yapılan 1982 Anayasası da cumhurbaşkanına oldukça fazla yetki ve çok az sorumluluk veren bir yapı olarak dizayn edilmiştir. 2007’deki cumhurbaşkanlığı seçiminde yaşanan gerginliğin temelinde de, daha önceden hep asker kökenli yahut sistem tarafından kabul edilebilir insanların oturduğu bu koltuğa bu sefer başka birisinin oturma ve bu yetkileri kullanma ihtimali vardı ve bu uğurda meşhur 376 ucubesi ileri sürüldü.
Bu fikri ileri süren vatandaşlar şu anda dizlerini dövüyorlardır herhalde?
Yine ilginç hukuki mütalaalarda bulunmaya devam ediyorlar ama ortaya çıkan sonuçlar çok fazla işlerine yaramıyor. Geçtiğimiz ay bu kişilerin ne kadar temelsiz konuştuklarını, hukuku nasıl kendi çıkarlarına göre yorumladıklarını çeşitli örnekler üzerinden dile getirmişti arkadaşlarımız. Zaten bu anayasa değişikliği teklifi de hukukun bu türden zorlamalarla birilerinin oyuncağı haline getirilmesinin bir sonucu olarak ortaya çıktı. Özellikle Ergenekon soruşturmasını gerçekleştiren savcılara karşı yürütülen idari eylemler, HSYK’nın ne türden bir fonksiyon icra etmek üzere dizayn edildiğini en açık şekilde gözler önüne serdi.
Bu başkanlık meselesi ile ilgili olarak ben de birkaç söz söylemek istiyorum. Bu konunun tartışılmasında yarar görsem de, böylesi bir sistem değişikliğine gitme konusunda aceleci olunmaması gerektiğini düşünüyorum. Dünyada başkanlık sisteminin uygulandığı farklı modeller olmakla beraber en fazla bilineni ABD’deki model. Orada ise başkan seçilme süreci oldukça uzun bir zaman alıyor ve eyaletlerde gerçekleştirilen seçimler sırasında alt düzeylerden başlayarak ciddi bir demokratik katılım sağlanıyor. Türkiye’de henüz parlamenter sistemi tam anlamıyla oturtabildiğimiz söylenemez. Burada tabii ki siyasete dışarıdan sık sık yapılan müdahalelerin etkisini inkar etmiyorum. Ama şunu da unutmamak lazım ki, bizde hâlâ lider çok önemli ve partilerin çoğunda tam anlamıyla bir iç demokratik işleyiş olduğunu söylememiz mümkün değil. Tüm bunları göz önüne alırsak, başkanlık sistemi gibi uygulamaların tek adam yönetimlerine dönüşmesini engelleyecek ciddi düzenlemelerin de muhakkak tartışılması gerektiğini düşünüyorum. Türkiye’nin demokratik tecrübesi dolayısıyla, 1990’dan sonra demokrasiye geçen pek çok ülkeden daha gelişmiş olduğu ve o ülkelerde ortaya çıkan diktatörce yönetimleri yaşamayacağımız açık, ama demokratik geleneğin tam anlamıyla yerleştiğini de düşünmüyorum. Dolayısıyla başkanlık sistemi tartışmalarında ülkemizin bu özelliklerinin dikkate alınması gerekiyor.
Şu bedelli meselesini ihmal etmeyelim. Aramızda bedellinin çıkmasını dört gözle bekleyen arkadaşlarımız var. Onların umutlarını yeşerten bazı ifadeleri oldu Başbakan Erdoğan’ın; ama Taraf gazetesinin manşetinden ödünç alırsak “Başbuğ onlara hiç acımadı”. Bu konu ile ilgili neler söylemek istersiniz?
Ben Başbakan’ın tutumunun yanlış olduğunu düşünüyorum. Pek çok kişi onun bu açıklamasından, önceden gerçekleştirilen temaslar sonrasında bazı ilerlemeler kaydedildiği ve bunun sonucunda kendisinin böyle bir açıklama yaptığını çıkardı. Ama Genelkurmay Başkanı’nın bu konudaki yaklaşımı az çok belli iken “görüşeceğiz” deyip de sonrasında bir şey elde edememiş olmak, hem onun siyasetine zarar verdi hem de insanların umutlarını söndürdü. Aynı şekilde askerler de Hükümet’in böylesi bir adım atarak bir taşla kuş katliamı yapmasına izin vermedi.
Nasıl bir katliam ki bu?
Şöyle açıklayayım. Eğer Hükümet bedelli askerlik kararını alabilirse, ciddi miktarda gelir kaynağı elde edecekti. Bunun miktarını 250 milyon dolar olarak değerlendirenler var. Maliye açısından oldukça önemli bir girdi sağlanmış olacaktı. Bunun yanında, uzun zamandır böylesi bir kararı bekleyen pek çok kişi, Hükümet’e bu kararı dolayısıyla seçimlerde siyaseten destek olacaktı. Ayrıca muktedir olmak bakımından da önemli bir mesaj verilmiş olacak, sorumlu siyasilerin son sözü söyledikleri gerçek bir demokrasi yolunda bir adım daha atılmış olacaktı.
Ama daha görüşme öncesinde Genelkurmay’dan yapılan açıklamada, mevcut asker sayısının yetersiz olup ihtiyacın ancak %60’ının karşılandığı ve önümüzdeki üç sene içerisinde bu miktarda ciddi bir değişiklik beklenmediği belirtilerek malum ilan edilmiş oldu. Bu açıklama ile ayrıca kısa vadede benzer taleplerin önüne geçilmek istendi. Bu açıklamada dikkat çeken diğer bir vurgu da terörle mücadelenin zaafa uğratılması konusunda yapılan değerlendirmeler idi.
Ben bu ihtiyacın nasıl hesaplandığını pek anlamıyorum. Herhalde orduevlerinde garson olarak çalışan asker sayısı hâlâ yeterli değil?
Valla senin bu sözlerin de terörle mücadeleyi zaafa uğratma iddiaları arasında değerlendirilebilir ve başına iş açabilir. Henüz sivillerin askerî mahkemelerde yargılanamayacakları hükmünü içeren anayasa değişiklikleri kabul edilmemişken, benim sözü senden almam en iyisi. Müsaadenizle konuyu artık biraz da dış politikaya getirmek istiyorum. Biliyorsunuz, ekonomide Mart ayının vergi ayı olması gibi, Türk dış politikasında da Nisan ayı “Ermeni soykırımı” tasarısı ayıdır. Bu yıl geçtiğimiz senelerden farklı olarak konuyu biraz daha erken tartışmaya başladık; çünkü Ermenistan ile yakınlaşma amacıyla imzalanan protokollerin geleceği epey tartışıldı ve son olarak 24 Nisan’dan iki gün önce Ermenistan Cumhurbaşkanı Serj Sarkisyan protokollerin onay sürecinin dondurulduğunu açıkladı. Ayrıca Obama da “soykırım” demedi ama “büyük felaket” ifadesini yeniden kullandı.
Bu az çok tahmin ediliyordu. Hatta Başbakan Erdoğan’ın Nükleer Güvenlik Zirvesi için Washington’a gitmesi öncesinde ve sonrasında bu seneki açıklamada da “soykırım” ifadesinin yer almayacağı kesinleşmiş gibiydi. Washington’daki zirve sırasında bir araya gelen iki liderin gündeminde İran konusundan ziyade Türkiye ile Ermenistan arasındaki yakınlaşma süreci ağırlıklı yer buldu. İsviçre’de atılan imzalar sonrasında zora giren sürecin devam ettirilebilmesi için ABD’nin desteğinin önemli olduğu aşikâr. Gerçekleştirilen bu görüşme ile Türk tarafı, Washington’ın takınacağı tavır ve yapacağı açıklamalarla süreci zorlaştırmaktan kaçınarak devam ettirilmesi için katkıda bulunmasını sağlamış oldu. Şurası da bir gerçek ki, tarafların şu ana kadar izledikleri politikalardan ciddi derecede farklılaşan yeni bir gelişme gözükmüyor. Bu noktada Türkiye’nin Washington’daki zirvede Başbakan tarafından temsil edilmesi ABD açısından İran’a yönelik tutumunda en baştan gedik açılmasını önlemek bakımından önemli gözükürken, Türkiye açısından da Ermenistan ile yaşanan sorunun ABD’nin alabileceği tavır nedeniyle daha da derinleşmesi engellenmiş gibi gözüküyor.
Türkiye’nin zirvede hangi düzeyde temsil edileceği toplantı öncesinde uzun süre tartışma konusu olmuştu. Başbakan Erdoğan’ın katılıp katılmayacağı konusunda yaşanan belirsizlik toplantıdan kısa bir zaman öncesine kadar devam ederken, Türkiye’nin katılımı nükleer teknoloji ve İran’ın nükleer programı yanında, Ermeni sorunu dolayısıyla Türkiye ile ABD arasında son dönemde yaşanan sorunlar bağlamında önem taşıyordu. Obama’nın Ermenistan’ın protokollerin onay sürecini dondurduğunu açıklamasına rağmen, Ermenileri memnun edecek ifadeyi kullanmaması bu ziyaretin az çok amacına ulaştığını gösteriyor.
Nükleer zirve dolayısıyla Washington’da bulunan Ermenistan Cumhurbaşkanı ile de görüşen Erdoğan’ın, bu görüşmesinin gergin geçtiği biliniyor. Taraflar her ne kadar hâlâ birbirleri ile görüşse de, sorunun çözümü noktasında pek ilerleme sağlanamadığı ortada. Ama en azından süreç şu an için tamamen durmuş değil.
Washington ziyareti sırasında Başbakan Erdoğan’ın belki de en önemli teması, ABD Başkanı Obama ile görüşmesiydi.
Bu görüşmenin önemi, ABD öncülüğündeki Batılı ülkelerin İran’a daha ileri düzeyde yaptırım uygulanması gerektiği noktasındaki ısrarlı tutumları ve bu bağlamda BM Güvenlik Konseyi’nden yeni bazı kararlar alınması için girişimde bulunmalarından hemen öncesine denk gelmesi dolayısıyla daha da arttı. BM Güvenlik Konseyi geçici üyesi olan ve bölgesinde yükselen bir profil çizen Türkiye’nin komşusu İran’a yönelik bazı yeni müeyyideler noktasındaki tutumu, hem uluslararası toplumun bu konudaki genel tutumunun şekillenmesi hem de bu muhtemel müeyyidelerin başarısı bakımından önem taşıyor. Türkiye’nin İran’ın nükleer politikası konusundaki genel yaklaşımı, izolasyon ve müeyyidelerin istenen sonucu vermediği, bunun yerine karşılıklı temasın arttırılması yoluyla soruna barışçıl bir çözüm bulunması şeklinde. ABD’nin öncülüğünde Batılı ülkeler ise bu şekilde bir tutum izlenmesinin İran’ı cesaretlendirdiğini, sürekli olarak zaman kaybedilmesine neden olduğunu ve böylesi bir tutumun artık daha fazla devam ettirilemeyeceğini öne sürüyorlar.
Türkiye niçin diğer ülkelerden farklılaşan bir tutum izliyor?
Türkiye, İran ile arasında son dönemde artan ticari ilişkilerin zarar görmemesi ve aynı zamanda İran’ın PKK ile mücadele noktasında Türkiye’ye verdiği desteğin sürmesi için yeni müeyyidelere karşı çıkıyor. Bu türden pragmatik tercihlerin yanında, Türkiye’nin tutumunun dayandığı başka meşru prensipler de söz konusu. Ankara, Ortadoğu’nun gerçekten nükleer silahlardan arındırılmış bir bölge olması isteniyorsa bu noktada çifte standartlardan uzak durulması gerektiğini dile getirerek İsrail’in nükleer programına dikkat çekiyor. NPT’yi imzalamayan İsrail’in yaklaşık 200 nükleer başlık sahibi olduğu genel kabul gören bir konu olarak ortada duruyorken, sürekli İran’ın nükleer programının barışçıl amaçlara mı hizmet ettiği yoksa silah üretmeye mi yönelik olduğunun tartışılması zihinlerde soru işaretlerine yol açıyor. Bu bağlamda pek çok ülkenin dile getirmediği gerçeklikleri ortaya koymaktan çekinmeyen bir tutum izleyen Türkiye’nin Washington Zirvesi’ne katılımı bence önemliydi.
Şu yanardağ patlamasını konuşmadan bitirmeyelim toplantıyı. İzlanda’daki yanardağ patlayınca tüm Avrupa’nın hava ulaşımı etkilendi. Türkiye uzak olması dolayısıyla daha az etkilendi ama kuzey ülkeleri ciddi zarar gördü. Küreselleşme çağında ulaşımın ne kadar önemli olduğunu ve ulaşımda yaşanan küçük bir aksamanın ne kadar büyük sonuçları olabileceğini bir kez daha gördük. Yanardağ patlaması sonucu oluşan kül bulutunun neden olduğu uçuş iptali vakaları neyse ki bir hafta içinde bitti. Yoksa bazı arkadaşlarımız bu ayki toplantımıza katılamayacaklardı.
Evet arkadaşlar. Sizlerin bu kıymetli yorumları ile bu ayki toplantımızı da gerçekleştirmiş olduk. İç ve dış siyasetteki bu yoğun gündemi daha uzun zaman tartışabiliriz, ama zamanımız sınırlı. Dış politikada Ermeni meselesinde Türkiye’nin istediği şu an için gerçekleşti, bakalım uzun vadede neler yaşanacak. İçeride ise anayasa değişiklik paketi önümüzdeki aylarda tartışılmaya devam edecek gibi gözüküyor. Ülke içi gündemde bedelli askerlik kararının çıkmaması pek çok arkadaşımızı üzdü. Başbakan’a teklifimiz şu: Madem mevcut asker sayısı ordunun ihtiyacını karşılayamıyor ve bedelli çıkmıyor, o zaman bu ihtiyacı karşılamak için kızları da askere alın!

Paylaş Tavsiye Et