SON yıllarda ekonomik büyüme ve ihracatta önemli adımlar atıldı. Uygulanan İMF tanımlı ekonomi programının etkisi altında Türkiye’nin dünya ile entegrasyon süreci hız kazandı. Ancak rekabet üstünlüğü sağlamadan kazanımları sürdürmek artık mümkün değil. 90’lı yılları da kaybeden Türkiye’nin gelecek yılları kaybetmeye tahammülü yoktur. Çok geç kalınmış olan yapısal dönüşümün gerçekleştirilmesi, kalkınma hedeflerine ulaşmak ve refahı toplumsal tabana yayarak artırmak için elzemdir. Bu noktada öncelikli olarak yapılması gerekenlerin başında “enerji reformu” yer almaktadır. Bunun için vakit geçirilmeden Milli Enerji Şurası düzenlenerek, enerji politikamıza uzun vadeli petrol politikası eklenmeli ve alternatif enerji kaynaklarına ilişkin yönetmelikler çıkarılarak, bunlara işlerlik kazandırılmalıdır.
Zira, bir yandan büyüme verileri yavaş yavaş sürdürülebilir niteliğe doğru yol alırken, diğer yandan Türkiye’nin gittikçe daha olumsuz bir küresel konjonktüre giren enerjiye olan talebi hızlı bir şekilde artıyor. Türkiye’nin birincil enerji talebi geçtiğimiz 45 yılda 7,5 kat artarak yaklaşık 11 milyon TEP (ton petrol eşdeğeri)’ten 80 milyon TEP’e dayandı. Önümüzdeki 15 yılda ise, bunun 3 kat daha artarak 222 milyon TEP’e çıkması bekleniyor.
Türkiye ekonomisinin küresel ekonomik sisteme giderek daha fazla entegre olması, ekonominin artan oranlarda dışsal faktörlerin etkisine açık hale gelmesine yol açıyor. Kısaca, ilave her bir dışsal unsur ilave bir kırılganlık oluşturuyor. Bu dışsal kırılganlıkların en önemlilerinden biri de enerji, özellikle de petroldür. Sanayi Bakanlığı’nın verilerine göre, Türkiye’de ithalat bağımlılığı en yüksek olan sektörler içerisinde enerji sektörü %72’lik pay ile başta geliyor. Türkiye’nin doğrudan enerji faturası 2004 yılında sadece 14,4 milyar dolar iken 2005 yılında bu rakam 21 milyar dolara ulaştı.
Böyle bir konjonktürde, MÜSİAD tarafından yayımlanan “Türkiye’nin Enerji Ekonomisi ve Petrolün Geleceği” isimli rapor, küresel ekonomi gündeminin merkezinde yer alan enerji ve petrol dosyasını masaya yatırıyor. Uzmanlarca hazırlanan rapor, Türkiye ve dünyada enerji sektörünün durumu, enerji kaynakları ve özellikle petrol üzerinde çok kapsamlı analiz ve değerlendirmelere yer vererek, Türk toplumunun geleceğinin garanti altına alınması ve iş dünyasının rekabet gücünü koruması için enerji sektöründe atılması gereken adımları ortaya koyuyor. Bu yazıda, MÜSİAD raporundan hareketle, Türkiye’nin enerji kaynakları ve stratejisi ile küresel ölçekte petrol sektöründe yaşanan gelişmelerin Türkiye ekonomisine yansımaları değerlendirilecektir.
Türkiye’nin Enerji Stratejisinin Temel Parametreleri
Türkiye’nin uzun dönem enerji stratejisi Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı’nın çatısı altında Devlet Planlama Teşkilatı (DPT), Hazine Müsteşarlığı ve Enerji Piyasası Düzenleme Kurumu (EPDK)’nun katılımı ile yapılıyor. Strateji tespit edilirken, enerji güvenilirliği açısından dışa bağımlılığın kabul edilebilir düzeylerde tutulması ve bu bağımlılığın da mümkün olduğunca çeşitlendirilmiş kaynaklardan temin edilmesi temel bir unsur olarak belirginleşiyor. Geliştirilen enerji talep projeksiyonuna göre, Türkiye’nin birincil enerji talebinin 2010 yılında %29’unun, 2020 yılında ise %30’unun yerli kaynaklardan karşılanması hedefleniyor. Türkiye’nin enerji stratejisinin niteliği kısaca aşağıdaki unsurlardan oluşuyor:
• Enerji kullanımında verimliliği ve tasarrufu artırmak,
• Yeni teknolojilerle enerji üretimini çeşitlendirmek,
• İnsan ve çevre sağlığını dikkate alarak alternatif enerji kaynaklarını da artırmak suretiyle sürdürülebilir enerji arzını sağlamak,
• Avrasya diye tabir edilen ve daha çok Orta Asya-Kafkaslar ve Orta Doğu bölgesini içeren doğunun zengin enerji kaynaklarının batı piyasalarına taşınması sürecinde bir köprü konumunda olmak,
• Bunu yaparken de ülkenin ihtiyaç duyduğu enerjiyi temin etme yönünde Türkiye’yi bir “enerji koridoru” ve “enerji terminali” konumuna getirmek,
• Daha genel olarak, küresel ölçekte enerji ekseninde sürüp giden belirsizliklerin ve çatışmaların azaltılması, enerji güvenliğinin sağlanması ve küresel enerji kaynaklarının daha barışçıl bir şekilde insanlığın hizmetine sunulması yönünde katkıda bulunmak.
Enerji Sektöründe AB’ye Uyum Süreci
Açıktır ki, Türkiye’nin enerji stratejisi bundan böyle bir de AB normlarını ve vizyonunu yansıtmak durumundadır. Türkiye, AB müzakere sürecinde enerji sektörüyle ilgili olarak verimlilik, çevre standartları, serbestleşmenin tamamlanması, tam rekabet şartlarının sağlanması ve toplumsal önceliklerin muhafazası konularında bir hayli önemli ve ağır bir mevzuatla karşı karşıya bulunuyor. Bunun sadece mali kısmı bile son derece ağırdır. Enerji sektöründe AB standartlarının eksiksiz olarak yakalanması için 28 milyar avroluk bir kaynak yaratılması gerekiyor. AB’deki enerji iç pazarına uyum sağlanması için enerji sektörünün yeniden yapılanmasında önceliğin, serbestleşme ve yabancı yatırımlara verileceği anlaşılmaktadır. Esasen bu durum ilerleme raporunda Türkiye’ye verilen bir vizyon ve ödev olarak öne çıkıyor.
Özelleştirme Süreci
Bu süreçte ihmal edilmemesi gereken en önemli hususlardan biri de toplumsal alana yöneliktir. Enerji sektöründe AB’ye uyum sürecinde rekabetçi enerji piyasalarının ikamesi ve enerji arz güvenliğinin temini son derece gerekli iki konudur. Ancak, bunların yanı sıra, özelleştirmede sağlam bir ulusal vizyonun kurulmuş olması, yerli firmaların ve milli katkıların güçlendirilmesi, şeffaflıktan vazgeçilmemesi, liberalleşme sürecinde tüketici haklarının korunması ve serbestîye giden yoldaki uygulamaların sosyal ve ekonomik alandaki olumsuz etkilerinin asgarî düzeyde tutulabilmesi de gerekiyor. Bu tespit bizi, enerji stratejimizin zorunlu olarak sağlam bir toplumsal boyutunun olması gereğine götürüyor.
Yukarıda tartışılan uyum sürecinde zorlukların üstesinden gelmek için, Türkiye’nin AB’ye karşı stratejik olarak elini güçlendirmesi gerekiyor. Uyum sağlanması gereken “ağır mevzuat”a karşın, Türkiye’nin coğrafî olarak ham petrol ve doğal gaz kaynaklarına yakınlığı görüşmeler sürecinde önemli bir avantaj teşkil edebilir. Avrupa’nın enerji köprüsü Türkiye, önümüzdeki 10 yıllık süre içerisinde tamamlanması planlanan boru hatları devreye girdiğinde özellikle doğal gaz için terminal konumuna gelebilecektir. Gerçekten de Türkiye, petrol ve doğal gaz için transit ülke konumunu güçlendirmeyi planlıyor. Yapılan projeksiyonlara göre, 2010 yılında dünyada piyasalara sürülecek petrolün %7’si, yani her 18 varil petrolden 1 varili Türkiye’den geçecektir.
Maliyetler konusuna gelince, Türkiye’de 1 kilovat-saatlik enerjinin maliyeti, kömürde 3,43, doğal gazda 4,33 ve fuel oilde 4,22 sent gibi yüksek düzeylerde seyrediyor. Bu maliyet rakamları AB ülkelerindekinin yaklaşık olarak 5-6 katına tekabül ediyor. Bu konuda yapılması gereken, elektrik üretiminde kaynakların çoğaltılması ve verimliliğin artırılması suretiyle üretim maliyetlerinin düşürülmesidir. Bunun en temel yöntemlerinden birisi, toplumsal bir uzlaşma ile nükleer enerji konusundaki çalışmalardan müşahhas neticelerin alınmasıdır.
Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı’na göre, Türkiye’de ilki 2012 yılında işletmeye açılmak üzere her biri 1500 megavat kurulum gücüne sahip 3 nükleer santralin yapılması planlanıyor. Türkiye’de kişi başına 2 bin 122 kilovat/saat düzeyindeki enerji tüketiminin, 2020 yılına kadar AB’deki 6 bin 345 kilovat/saat düzeyine çıkması için her yıl 4,5 milyar dolarlık enerji yatırımının yapılması gerekiyor. Bütün tartışmalı boyutlarını da gözden kaçırmadan ifade etmek gerekirse, son tahlilde Türkiye’nin diğer bütün kalkınmış ülkelerde olduğu gibi nükleer enerjiyi kullanması gereği vardır. Çünkü yapılan tahminlere göre, ülkenin bilinen bütün hidrolik ve termik kaynakları kullanılır hale gelse bile mevcut kalkınma hızı ile 2010 yılından itibaren enerjide dışa bağımlılık yüksek boyutlara ulaşacaktır. Tüm yerli üretim kaynakları 2020’den itibaren enerji tüketimine yetmeyecektir.
Petrol Faturası Kabarıyor
Türkiye’nin genel olarak enerji güvenliğinin sağlanması ve söz konusu açığının istikrarlı kaynaklardan temin edilmesinin gerekliliği açık olsa da, mevcut aşamada enerji sektörüne yönelik olarak yaşanmakta olan en büyük kırılganlık petrolden kaynaklanıyor. Petrol %38’lik payla toplam birincil enerji tüketimimizin en büyük kısmını oluşturuyor. Türkiye, ihtiyacı olan petrol ve petrol ürünlerini de %90 oranında ithalatla karşılıyor. Bu ithalat için ödenen döviz, uluslararası petrol piyasalarındaki fiyat hareketlerine göre önemli rakamlara ulaşabiliyor (2005 yılında 8,6 milyar dolar). Türkiye gibi petrol ihtiyacının önemli bir kısmını ithalatla karşılamak zorunda olan ülkelerin bu fiyat artışlarından olumsuz etkilenmesi kaçınılmazdır. Hesaplara göre, Brent ham petrolünde meydana gelen 1 dolarlık artışın ithalat faturamıza getirdiği ek yük yıllık 175 milyon dolar civarındadır. Ham petrol fiyatlarının petrol ürünlerine yansıması da dikkate alındığında, petrol faturamıza eklenecek yük toplamda 200 milyon dolar civarında olacaktır.
Devlet İstatistik Enstitüsü (DİE) verilerine göre, Türkiye’nin 1996 yılında 3,4 milyar dolar olan petrol faturası, 2005 yılı sonunda 8,6 milyar dolara sıçradı. Faturadaki bu artış hem artan petrol talebinden, hem de fiyatlardaki yükselişten kaynaklanıyor. 2002-2004 dönemindeki 3 yılda ise, Türkiye’nin petrol ithalatının maliyeti toplamda yaklaşık 23,6 milyar dolar olarak gerçekleşti. 1999’da 10 dolar ve 2000-2001 yıllarında 20 dolar civarında seyreden varil başına ham petrol fiyatları, 2005 yılında artış eğilimini sürdürdüğünden, bu dönemde ithal edilen petrolün ortalama fiyatı Türkiye için 32 dolara çıktı. (Sadece 2005’te bir varil petrolün ortalama fiyatı 54,5 dolardır).
Petrol fiyatlarında yaşanan artış sonucunda petrol ithalatçısı olan Türkiye’de ödemeler dengesi kötüleşiyor. Nitekim, Türkiye’nin 2005 yılında 23 milyar dolara ulaşan rekor düzeydeki cari açığının 6-7 milyar dolarlık kısmı sadece bu etki nedeniyle ortaya çıktı. Esnek döviz kuru rejiminin uygulandığı bir ortamda, kitabî olarak bakıldığında bu kadar yüksek bir cari açığın oluşması durumunda, döviz kurlarının yukarı doğru bir sıçrama yapması ve açığı düzeltici etkide bulunması beklenir. Ancak kurda meydana gelecek böyle bir artışın, ithal edilen petrol faturasının büyüklüğü de dikkate alındığında, ekonomide bir “ters arz şoku”na, yani bir maliyet enflasyonunun ortaya çıkmasına neden olacağı biliniyor.
Dolayısıyla, Türkiye gibi petrol bağımlılığı yüksek ülkelerde hükümetlerin, uygulamaya koyduğu birtakım politikalarla yukarıda sözü edilen olumsuz etkileri tümüyle ortadan kaldırması beklenemez. Bu genel kabule rağmen, 2004-2005 yılları boyunca uygulanan disiplinli, kararlı ve genel olarak birbiriyle uyumlu para ve maliye politikaları sayesinde bu enflasyonist tehlikenin ortaya çıkmadığı görüldü.
Bu şartlar altında, Türkiye’nin enerji politikalarının gözden geçirildiği ve yeni stratejilerin geliştirildiği görülüyor. Bu bağlamda, ileride petrol güvenliği konusundaki çalışmalar devam ettirilmelidir. Türkiye’nin uygulayacağı stratejinin üç ayağı olmalıdır: Bir yandan yerli üretim ve arzı artırıcı çalışmalara devam etmeli, öte yandan petrole olan bağımlılığın azaltılması yönünde alternatifleri artırıcı kaynaklara ve yenilenebilir enerji kaynaklarına yönelmelidir. Son olarak da, enerji kullanımında tasarruf ve verimlilik çalışmaları hızlandırılmalıdır.
Paylaş
Tavsiye Et