Konuşan: Fahrettin ALTUN
Bu ay SöyleşiYORUM konuğumuz, genel yayın yönetmenimiz Mustafa Özel. Kendisi ile 22 Temmuz seçimlerinin anlamı üzerine derinlikli bir sohbet gerçekleştirdik. Herhalde bu seçimlerin başta gelen özelliklerinden bir tanesi, kalem erbapları ve entelektüeller nezdinde yarattığı hayret olsa gerek. Belki de bu nedenle, yapılan seçim değerlendirmeleri, çoğunlukla sosyolojik bir sosa bulandırılarak sunulan istatistikî çıkarımlarla sınırlı bir görünüm arz ediyor. Toplumumuzun tarihsel kimliği, bugünümüzü belirlemeye devam ediyor. Tarih içerisinde oluşan hususiyetlerimiz, karşı karşıya kaldığımız çelişkiler ve dahi iki yüz yıldır kabule şayan gördüğümüz politik tercihler, günümüz siyasi süreçlerini şekillendirmekte hâlâ ısrarlı. Tam da bu nedenle, tüm bu süreç, çelişki ve tercihleri yapısal ve tarihsel yönleri ile konuşabileceğimiz bir isimle, 22 Temmuz seçimlerini ve sonrasını değerlendirmeye karar verdik.
Buyurunuz…
Sizinle seçim sürecini değerlendirelim istiyoruz. Önce AKP’nin niye bu kadar çok oy aldığından başlayabiliriz. AKP’ye gösterilen bu teveccühün altında yatan sebepler nelerdir? Bu başarı AKP’nin bu zamana kadar ortaya koyduğu performanstan mı kaynaklanıyor yoksa başka etmenler mi var?
AKP’nin yönetim başarısından kaynaklanan birtakım sebepler var elbette. En organize parti görünümünü veren, hemen hemen bütün şehirlerde seçime hazırlanan tek siyasi parti AKP oldu. Tayyip Erdoğan 60’a yakın şehirde konuşma yapan, halkla yüz yüze gelen tek liderdi. MHP ve CHP Anadolu’nun neredeyse yarısında propaganda bile yapamadı. Bütün bunları ve Erdoğan’ın bir lider olarak diğerlerinden daha karizmatik, etkileyici ve rahat anlaşılır konumunu hesaba kattığımızda AKP’nin diğerlerine bir ölçüde fark atacağı belliydi. Bu ayırıcı nitelikler AKP’ye %34’lük eski oy oranını muhafaza gücü verdi. Aldıkları ilave %13’ün AKP’yle doğrudan ilişkili olduğunu sanmıyorum. Hatta normal şartlarda bu söylediğim faktörler diğer partilerin hazırlık ve yetenekleriyle dengelenmiş olsaydı, AKP’nin %34’lük oyunun 5-10 puan aşağı inmesi beklenebilirdi. Son beş yıllık ekonomik performans, özellikle de dış politika performansı başarılı oldu. Fakat ekonomik performansıyla yol açtığı gelişmeler AKP’ye oy vermiş insanlara çok az, hatta yerine göre negatif şekilde yansıdığı halde; AKP’ye oy vermemiş, bu sefer de oy vermeyen ve gelecekte de verme ihtimali olmayan kişi veya zümrelere yaradı. Yani küçük sermayeden, KOBİ’lerden ziyade, büyük sermayeye yaradı.
CHP’ye oy veren ama AKP’yi iktidarda görmek isteyen!
Evet. Dolayısıyla ekonomik ve diğer sosyal verilerden hareketle AKP’nin oylarının %13 artı %7 yani yaklaşık %20’lik bir kısmını, AKP’nin performansıyla irtibatlı görmüyorum. Mesela AKP’ye oy verenler en azından başörtü meselesinde bir ilerleme bekliyorlardı; ama olmadı. Katsayı rezaleti sürüp gitti. İmam Hatipliler de, Meslek liseliler de çok katı bir cenderenin içinde tutulmaya devam ettiler. Dolayısıyla AKP’ye bu kesimlerin yeniden oy vermesi için fazla bir sebep yoktu. O zaman başka bir şeye bakmak lazım.
Türkiye’de önce çekingen bir askerî müdahale ya da muhtıra söz konusu oldu. Arkasından çok sayıda insan büyük şehirlerde mitingler yapmaya başladı. Bu mitinglerin özü şuydu: Hukuku askıya alalım. Türkiye bir hukuk devleti olmasın. Şu ya da bu ideolojik tanımlamalar çerçevesinde, insanlar hak etikleri noktalara gelmesinler. Yani bir insan milletvekili olabilir, bakan olabilir, dışişleri bakanı olabilir mesela; ama aynı insan cumhurbaşkanı olmasın. İşte bir kere bu hukuksuzluğa karşı halk büyük bir direnç gösterdi oylarıyla. İkincisi İç Anadolu ve Doğu Anadolu’da AKP’ye olağanüstü bir teveccüh söz konusu oldu. Kimi yerde %70’lerin üzerine çıkan bir oranla insanlar AKP’yi diğerlerinden çok çok ayırdıklarını gösterdiler. Öyle gelişigüzel bir ayırma değil, adeta diğer partilerin ve sözde bağımsızların üzerine sifon çektiler.
Bu tavır ırkçılığa, kavmiyetçiliğe karşı derin bir bilincin eseriydi. CHP de MHP de iki önemli muhalefet odağı olarak şehit cenazelerini, dolayısıyla Kuzey Irak’a saldırıyı gündeme getirerek, Kürt sorunu diye ortaya çıkarılan meselede kavmiyetçi, ırkçı çözümlerin savunucusu olduklarını gösterdiler ve bu bağlamda da AKP’yi bölücülükle suçladılar. Benim doğrusu korku demesem bile endişem şuydu: İç Anadolu’da (CHP’ye beklemiyordum ama) MHP’ye hiç değilse AKP’ye yakın bir oy oranı; Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da da DTP kökenli bağımsız milletvekillerine yüksek bir teveccüh bekliyordum. Bunun tam tersi gerçekleşti. Doğu Anadolu insanı “Ben önce Müslüman’ım; sonra Türküm, Kürdüm, işçiyim, köylüyüm” dedi. “Müslümanlığım bütün bunların üstünde; üstünde bile değil, ötesinde; başka bir şey. Bu diğer kavramlar beni tanımlayamaz.” dedi.
Bundan daha önemlisi İç Anadolu insanı da, “Evet tabii hepimiz Türk’üz, ama benim Müslümanlığım, Türklüğümün de çok ötesindedir” dedi. Bu faktörün, bu ilave %20 oranındaki artışı açıkladığını düşünüyorum. İnsanlarımızın Müslüman kimliklerini belirginleştirdiklerini, tarihin bu döneminde bu kimlikle bilinmek istediklerini, o yöndeki kararlılıklarını ortaya koyduklarını söyleyebiliriz. Şöyle bağlayalım. AKP’nin %47 dolayında oy alması, Türkiye’deki iki seçmenden birinin oyunu almış olması; %50 kendi marifetinin, ama %50 de insanlarımızın İslami kimliklerini dile getirmelerinin eseridir.
Peki, bu noktada MHP’nin yükselişi nerede duruyor? Bu oy oranını bekliyor muydunuz? Bu yükselişi nasıl açıklamak gerekir?
Ben MHP’nin %8-12 arasında herhangi bir oy oranını alabileceğini düşünüyordum. Bir kere %10’un altındaki oranlar MHP’nin aslında doğal yeri değildi. MHP kendi hataları yüzünden oy oranı düşmüş bir partiydi. 1999’da %18 oranında oy almışlardı. Herhalde gerçek oy potansiyelleri %15 civarındaydı. Dolayısıyla şu anda aldıkları oy bir patlama değil; doğal oy oranlarına kavuşmalarıdır. Eğer milliyetçiliklerini ırkçı, kavmiyetçi bir çerçevede tanımlamış olmasalardı, rahatlıkla CHP ile yerleri değişirdi, yani belki %20-25 oranında oy alırlardı. Çünkü CHP’nin artık Türkiye’de temsil edebileceği hiçbir şey kalmamıştır. İçeriksizleşmiş, içi boş bir solculuk; yeri geldiğinde aman vermez bir militarizm; 1930’larda takılı kalmış bir sözde devrimcilik… Bunlar CHP’yi yarınlara taşıyamaz. Atatürk’ün İş Bankası üzerinden CHP’ye bıraktığı paraları kesin, yönetim bir gün ayakta duramaz. Zamkları paradır!
Koltuk var bir de!
Yok maalesef. Çünkü boyuna yeniliyorlar. Bu, Baykal’ın lider olarak 4. seçim yenilgisi. CHP tıpkı SP gibi bir düşkünler evine, bir darülacezeye dönüşmüş bulunuyor. Bu darülacezeyi ayakta tutan tek şey çıkardır ve bu siyasi çıkar da değildir, doğrudan maddi çıkardır. Atatürk’ün mirasıyla ilgilidir. Dolayısıyla ciddi bir yasal düzenlemeyle (12 Eylül’de yapıldı bu, sonra geri adım atıldı) CHP’nin bu istismar konusu olan imtiyazına son verilmelidir. O zaman belki CHP’de gerçek anlamda sosyal demokrat, toplumcu, halkçı ya da laik siyaset yapan kadrolar gündeme gelebilir. O emanet paralar orada durduğu müddetçe o kurt darülaceze müdavimleri genç sosyal demokratlara fırsat vermezler.
Başlarken dediniz ki CHP ve MHP Türkiye’nin yarısından çoğuna gitmeye bile cesaret edemedi. Türkiye’nin ya da ulusal bir alanın partisi olmaya çalışan herhangi bir parti için bu durum ne kadar anlaşılabilir bir şeydir?
Bunu anlamakta ben de hakikaten zorluk çekiyorum. Bir siyasi partisiniz, üstelik başkalarını bölücülükle suçluyorsunuz; ama kendiniz birçok şehirde örgütlenemiyorsunuz, propaganda yapamıyorsunuz. Yasak olduğu için ya da sizi orada engelledikleri için değil. Bunu yararsız, hatta imkansız görüyorsunuz. Dönüp kendinizde bir kusur aramanız gerekmiyor mu? MHP’nin söylemi şu: “Güneydoğu’da, Doğu’da problem var.” Hayır, Doğu’da veya Güneydoğu’da problem yok. Problem Ankara’da. Orada bir takım insanların zihinlerinde problem var. Yanlış bir takım tanımlamalar, yanlış bir takım ideolojik saplantılarla önce bölücülük yapılıyor; sonra buna direnmeye bölücülük adı veriliyor. O zaman işin içinden çıkamazsınız. Halbuki MHP dar bir kavmiyetçi ulusçuluk değil de gerçek manada bir milliyetçilik yapsaydı, şunu görürdü: Her ülkenin milliyetçiliği temel bir unsura dayanmak zorundadır. Mesela Alman milliyetçiliği, Alman ırkı diyebileceğimiz bir unsura dayanmak zorundadır. Ama bunun Fransa’da birebir karşılığı yoktur. Fransa’da kültürel bir milliyetçilik yapmak zorundasınız.
Ya da Arilik ikisi için de farklı bir tanımlama içeriyor.
Evet. İsviçre’de vatan kavramı öne çıkarılmak zorundadır. Mesela kavmiyet kavramı öne çıktığı zaman bir İsviçre ulusu tanımlayamazsınız; orada Fransızca konuşan, Almanca konuşan çok farklı unsurlar var. Orada vatanlığı, yani tarih içinde oluşmuş bir coğrafi bütünlüğü öne çıkarmak zorundasınız. Anadolu’da eğer milliyetçilik yapacaksanız tek öne çıkarılacak unsur vardır; o da dindir. Tabii dini bir siyaset malzemesi olarak kullanmıyor değiller. Fakat sahih dini öne çıkarma cesareti ya göstermiyorlar veya buna niyetleri yok. Olmadığı zaman da Anadolu’nun bütününe yayılma imkanları yok. AKP neden her tarafa yayıldı? Bu tür kompleksleri olmadığı için. Bu ülkenin bütün insanlarıyla aynı dilden konuşma yeteneğine sahip olduğu ve bu bağlamda devletin ya da devlet ideolojisinin dayattığı bir takım sınırlamaları, elimizi kolumuzu bağlayan kısıtlamaları tanımadığı için AKP her tarafta rahat konuşabildi. Gazeteciler anlatıyor; AKP İzmir’de miting yaptığı zaman büyük bir kalabalık toplanıyor, ama İzmirli onlar. İstanbul’da yaptığı zaman İstanbullu. Fakat MHP ya da diğer partiler miting yaptığı zaman başka şehirlerden en az 100 otobüs kaldırılıyor. MHP Yozgat’ta, Nevşehir’de, Niğde’de, Kayseri’de, birçok Orta Anadolu şehrinde muazzam oy patlaması bekliyordu. Mitingleri de o havayı veriyordu. Ama bakıyoruz ki orada AKP %70 oy alırken, MHP ancak %10-15 arası oy almış. Nereye gitti bu insanlar? O şehrin yerlileri değildi ki! Taşıma suyla değirmen dönmez. Böyle manipülasyonlarla sonuç almak mümkün değil.
Peki, buradan cumhurbaşkanlığı meselesine gelelim. Bundan sonrası için AKP’nin önünde iki seçenek var: Ya Abdullah Gül tercihinde ısrar edecek ya da ‘uzlaşmacı’ bir politika izleyerek bu çerçevede mutabık olunabilecek yeni bir aday belirleyecek. Bir siyasi strateji önerisi olarak AKP’nin ne yapması gerekir ya da ne yapabilir bu süreçte?
AKP Abdullah Gül’ü dışarıda bırakan bir uzlaşma adayını seçimden önce deneyebilirdi. Kısmen belki denedi, ama olmadı. CHP veya ANAP biraz uzlaşmacı olsalardı Gül veya başka bir AKP adayı cumhurbaşkanı olurdu. Yani seçimden önce Gül’den başka biri üzerinde uzlaşma olabilirdi; millet de bunu anlayışla karşılardı. Ama şimdi iki kişiden birisi AKP’ye oy vererek, demin konuştuğumuz çerçevede “Biz öncelikle Müslüman’ız sonra başka şeyiz” mesajını verdiyse, bir insana eşi başörtülü diye devletin en yüksek makamını layık görmemek saçmalık olur. Dolayısıyla AKP burada Abdullah Gül’ü dışarıda bırakan bir uzlaşma arayışı içinde olamaz. Bu kendi kararsızlığını, zafiyet içinde olan tarafını, aczini gösterir. Bunu dener, olmaz; o ayrı şeydir. Başlangıçta Abdullah Gül’ü aday göstermek ve sonucunu görmek zorundadır. Aday gösterir; fakat 367’yi bulamayabilir. İş uzar, yeni bir krize girmemek için belki adayı değiştirebilirler, onu bilemeyiz. Fakat Gül’ü hiç aday göstermemesi, hemen geri adım atması mantıksızlık olur.
Ama eğer Gül’ü aday gösterir ve seçtiremezlerse Meclis’in tekrar seçime gitmesi gerekmez mi? Böyle bir riski göze alabilir mi sizce AKP?
Ben hukukçu değilim, bu meseleyle ilgili ayrıntıları bilmiyorum. Gidecekse de gitsin. Bence AKP yönetimi bütün bunları göze almalıdır. Göze almaması demek, halkı dikkate almaması demektir. 10 parti ve bir sürü bağımsız seçime giriyorsa ve siz neredeyse %50 oy alıyorsanız, size bu oyu vermiş insanların hassasiyetini her türlü kurumsal hassasiyetin önüne almak zorundasınız. Millettir bu, yahu! Meydanlarda atılan sloganları hatırlayın. Tayyip Erdoğan evet tek lider gibi gözükse de, bütün mitinglerde en temel sloganlardan biri “Cumhurbaşkanı Gül” şeklindeydi. Bunun ciddi bir halk talebi olduğunu AKP eğer ciddiye almazsa kendisini ve seçmenini ciddiye almamış olacaktır. Bunu göze alacakları kanaatinde değilim.
Türk siyasi tarihinde daha önce başka seçimlerde de 22 Temmuz’a benzer oy patlamaları görüldü; mesela 1954’te Demokrat Parti’ye yine çok yoğun bir teveccüh oldu. Şu an AKP’nin bu galibiyeti ile söz konusu oy patlamaları arasında nasıl bir bağlantı kuruyorsunuz? Halkın teveccühü bağlamında benzer şeyler mi bunlar?
22 Temmuz’u “4. Anadolu İhtilali” diye adlandırabiliriz. Birinci halk ihtilali 1950’dir. Siyasi (hatta sosyal) sistemin bütün organlarına hâkim olan bir siyasi parti ilk defa serbest bir seçim deniyor ve olağanüstü bir halk ihtilali gerçekleşiyordu. Sonra 27 Mayıs müdahalesi, arkasından Adalet Partisi’nin iktidara gelmesi, 12 Eylül’den sonra Anavatan Partisi’nin iktidara gelmesi, bu olaylardan sonra da 28 Şubat ve 5 yıl sonra AKP’nin iktidara gelmesi. Şimdi ikinci defa, üstelik oyunu ciddi şekilde arttırarak, %34’ten %46,6’ya çıkararak muazzam bir başarı göstermesi. İşte bu 4. önemli halk ayaklanmasıdır, halkın bitmez tükenmez direncini ifade etmektedir.
Benim Türk milleti hakkındaki temel tespitim şudur: Bu millet çok güngörmüş bir millettir. Güngörmüş millet, arifane direnir; yani direncini zamana yayar. Yani bir baskıya, mantıksız bir güç gösterisine maruz kaldığı zaman, hemen parlamaz. Hatırlarsanız 28 Şubat’ta olsun, 27 Nisan müdahalesinden sonra olsun, sık sık gazete köşelerinde radikal kabul ettiğimiz insanlar, çeşitli çevrelerden İslamcı, toplumcu diye etiketlenen aydınlar, “Böyle pısırık bir millet olur mu? Arjantin’de ekmek fiyatı artıyor, halk sokaklara dökülüyor. Türkler ise hemen siniveriyorlar!” diye nice makaleler döktürdüler. Sokağa dökülen halka, ‘yığın’ denir. Türk milleti bir yığın değildir. Türk milleti güngörmüş bir topluluktur. Bu topraklarda çok büyük çileler çekmiştir. Çilecilik, direnci zamana yayma ustalığı kazandırır bir topluma.
Persler gelmiş geçmişler Anadolu’dan, ta Yunan’a gitmişler. Arkasından İskender öbür taraftan gelip gitmiş. Moğollar gelmişler doğudan, Haçlılar gelmiş batıdan. Selçuklu gelmiş, Osmanlı gelmiş. Neticede bu toprağın insanı çok akın görmüş, çok hükümdar görmüş, çok gelip geçen görmüş ve bu geçişler esnasında derin bir siyasi bilinç, bir nevi ustalık edinmiş. Ustalığın özü, haksız otoriteye direnmek; fakat bunu zamana yaymaktır. Sokağa dökülmez; fakat asla direnmekten vazgeçmez. İslamcı ya da toplumcu entelektüelleri fıtık edecek kadar derin bir sabır gösterir bu millet! Buna bizim alışmamız lazım. Bu millet direnerek İmam Hatipleri kurdu. İmam Hatipler neredeyse kapatıldı. Şimdi buna direnmenin başka yollarını deniyor. Çocuklarımızın bir kısmı Viyana’da, bir kısmı başka yerlerde şimdi; onlardan kim bilir neler çıkacak; ne filozoflar, ne yönetici ve iş adamları; göreceğiz. Ben bu direnmenin toplumun her kademesinde yeni bir İmam Hatiplilik bilinci içinde sürüp gittiğini görüyorum; görmekten öte, bunu o nesille beraber yaşıyorum.
Siz güngörmüş diyorsunuz ama seçim kazanan partiler bu direnci cahillikle ve mantıksızlıkla suçluyorlar. CHP’ye artık sol bir parti değil milliyetçi bir parti deniyor; bir de MHP var milliyetçi parti. İkisinin de en üst düzey yöneticileri halkın cahil ve mantıksız davrandığı konusunda açıklama yaptılar. Dolayısıyla milliyetçilikle bu yazgı arasında bir ilişki var mı? Varsa nedir?
Haklısın, ikisi de milliyetçi parti değiller; ikisi de devletçi ve ırkçı partiler. Maalesef modern Türk devleti kurulurken -bunu artık kabul etmenin ve yaygın bir şekilde tartışmanın zamanı gelmiştir- ‘ulusçuluk’ kisvesi altında ırkçı bir ideoloji benimsendi. Bunu belki başlangıçta çok dillendirmediler; ama 10-15 yıl içerisinde böyle bir temellendirme söz konusu oldu. Bu, büyük bir millete, bu kadar engin tarihî birikimi olmuş bir millete giydirilmiş çok sıkıcı bir elbisedir; dar bir kot pantolondur adeta. Bu pantolon, bu millete uymaz. Elbette insanlar ırklarına, kavimlerine saygı gösterirler, törelerini sürdürürler. Bu onlara manen güç verir. Ama bir siyasi sistemi, üstelik içinde başka sosyal unsurların da yaşadığı bir siyasi sistemi sadece bu esasa dayandırmak, ciddi bir meşruluk sorunu doğurur. Meşruluk sorunu varsa, sistemi sürdürmenin maliyeti çok yüksek demektir. Genişleme potansiyeli çok zayıf demektir. Sistem kendi içiyle uğraşmaktan, dışarıdaki büyük fırsatları görmez; görse de değerlendiremez. 1920’lerin, 30’ların şartlarında buna mecbur edilmiş, buna zorlanmış olabiliriz. Fakat 2000’li yıllarda böyle bir saçmalığı sürdürmek ancak bürokratik vesayetten doğrudan menfaat elde eden çetelerin işi olabilir. Aklı başında bir milletin yöneticileri sürgit böyle davranamaz. Yani burada çok basit, sınıf bile diyemeyeceğim, basit zümre menfaatleri söz konusudur. Sivil ya da asker fark etmez. Bu menfaatler bir ırkçılık çerçevesi içinde kollanmak isteniyor. Fakat artık böyle emelleri sürdürmek mümkün değildir. Silah zoruyla ancak yıkabilirsiniz; yapamazsınız. Amerika silah gücüyle Ortadoğu’da herhangi bir şey ‘yapabiliyor’ mu?
Ama zulmetmeye devam ediyor.
Güç sayesinde yıkıcı olabilirsiniz, fakat yapıcı olamazsınız. Amerika için Irak’ta yıkıcı olmak zor olmayabilir; “Yıkıcıysam yıkıcıyım der” çıkar. Ama Türk devleti bunu düşünemez. Yapıcı olmak zorundadır. Yapıcı olduğu müddetçe kendi yaşama imkanlarını, kendi hayat sahasını genişletmiş olacaktır.
Birbiriyle ilintili iki soru soracağım: Bu seçimde AKP’nin temsil ettiği anlayış her neyse, muhalefet partileriyle değil de eski sistemle mücadele etti ve yeni bir aşamaya gelindi diyebilir miyiz? İkinci olarak bölge değişiyor, dünya değişiyor, Türkiye değişiyor, AKP ve seçmeni değişiyor. Bu değişmenin menfi ve müspet yönleri hakkında neler söyleyebiliriz?
Aslında AKP’nin bilinçli olarak temsil ettiği bir görüş, temelli bir anlayış olduğu kanaatinde değilim. AKP çok doğal bir biçimde bu milletin çocuksu tabiatını, masum yüzünü gösterdi. Yani AKP’nin içinde bir araya gelen insanlar şu ya da bu uzlaşma arayışları içerisinde, şu ya da bu güçsüzlüklerle, acizliklerle meşbû olsalar da; o çokça dillendirilen “bakir Anadolu çocuğu” tiplemesini yansıtıyorlar. Şunu yapamadılar, bunu yapamadılar diye eleştiriyoruz ya -ki bundan böyle sanırım daha fazla eleştireceğiz- buna rağmen hepimize çok doğal gelen bir halleri var. Bu doğallık her şeyden önce Müslüman evladı olmaktan geliyor. (Yapay kolej çocuklarının onları anlayamaması bu yüzdendir!) Müslüman evladı olduğunuz zaman kavmiyetçi, ırkçı bütün pisliklerden kendinizi arındırıyorsunuz. Bakın ben Ağrılıyım. Benim çocukluğumun Atakürt’ü Naci Kutlay’dı. Efsane bir isimdi Ağrı’da. Bu son seçimde de adaydı. Ağrı’daki oyların yarısını alabileceğini düşünüyordum. AKP’nin adayları da güçlü değildi, aralarında mahkemesi süren şaibeli isimler bile vardı. Buna rağmen seçimi 5-0 AKP aldı. Ben bu oyların AKP’ye verildiği ve özellikle adaylara verildiği kanaatinde değilim. Bu bir duruşa, bir anlayışa verildi. O anlayış MHP’nin, CHP’nin temsil ettiği kavmiyetçi devletçiliğin zıddı olan bir şeydir.
Tam olarak bir anlayış mı? Yoksa bir varsayım da var mı bu görüşün içinde?
AKP elinde olarak ya da olmayarak onların karşısında olduğu için böyle bir anlayışın temsilcisi oldu. Bunun ideolojisini geliştirmiş, teorisini kurmuş değiller. Ama “bakir Anadolu çocuğu” olmanın verdiği feraset, kazandırdığı irfan bunu doğal bir şekilde ortaya çıkardı. Millet de o doğallığı tuttu. Bunu çok iyi anlamamız lazım. Dolayısıyla mesele AKP’nin çok müspet olmasında değil; AKP’yi karşısına alan, onu kötüleyenlerin milletin nazarında hiçbir değer taşımamasındaydı. MHP bunu gördüğü için şimdi çark etti ve “Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanlığını engellemeyeceğiz” demeye başladı.
İkinci soruya gelince; hatırlarsanız Anlayış’ın ilk yıllarında yazdığım yazıların birçoğunda mütemadiyen şunu savundum: “Bizdeki ulusçular AB’ye, Amerika’ya karşı bir tavır ortaya koyuyor gibiler. Bu tavır sahici bir tavır değildir. Aslında neoconlarla bizim ulusçular aynı kumaştan insanlardır.” Bakın şimdi iki-üç aydır her taraf bunu dillendiriyor. Basit bir sebebi var bunun. Şu anda bir dünya düzeni oluşturulabilmiş değil. Soğuk Savaş adını verdiğimiz küresel bir savaş sona erdi. Fakat kimsenin yeri belli olmadı. Bir muhkem anlaşma ortaya çıkmadı. Ne zaman çıkar? Belki 2010’da, belki 2020’de emin değiliz. Bir anlaşma ortaya çıkıncaya kadar, Ahmet Davutoğlu’nun sık sık vurguladığı gibi, herkes kendi yerini tahkim etmeye çalışır. Yani “Bir masaya oturacaksak elimden geldiği kadar birikim sağlayayım da masaya güçlü oturayım” der. Böyle dönemlerde hiçbir ülkeye ‘liberal’ insanlar yönetici yapılmaz. Yani yumuşak, çok talepkar olmayan, uzlaşmacı insanlar yönetici olmaz. Ne tür insanlar olur? Radikal insanlar, talepkar insanlar. Amerika’da Bush, Almanya’da Merkel, Fransa’da Sarkozy, İran’da Ahmedinejad… Buna benzer bir sürü örnek verilebilir.
Türkiye’de ulusçu bir kadrolaşma, ulusçu bir liderlik çok arzu ediliyor. Fakat çıkıp da etrafa bakmıyorlar, diğer ülkelerde (Amerika’da hafif bir manipülasyon içermekle beraber) bütün bu radikallikler halka bir şekilde dayanıyor. Bizde ise devlete ya da orduya dayanılarak böyle radikal bir liderlik elde edilmek isteniyor. Fakat şu andaki dünya ve ülke konjonktürü buna elverişli değil. Demokrasiyi askıya alacaksınız, sonra bu radikalliği ortaya koyacaksınız; bu mümkün değil. Türkiye, Kuzey Irak’ta şu ya da bu sonucu almak isteyebilir. Ama bunu sadece askerler istediği için başaramaz. Bunu sadece ırkçılarımız, milliyetçilerimiz istiyor diye başaramayız. Böyle bir şey bütün milletin talebi olarak ortaya çıkarsa, yani AKP’ye bu kadar oy veren topluluk “Kuzey Irak’ta şu düzenlemeler olsun” diye talep ederse ve arkasında durursa, zaten Kuzey Irak buna direnemez. Çünkü bu kadar çok insanın talebi yanlış bir talep olamaz. Çok sayıda aklı başında insan yanlış üzerinde ittifak etmez. Kuzey Irak’tan bile katılım olur ve ortak bir çözüm bulunur.
Ama bu radikal kılıklı insanlar çözüm peşinde değiller. Onlar kendi güçlerini bir şekilde kanıtlayarak iktidarlarını sürdürmek peşindeler. Mesela 27 Nisan’dan sonra PKK terörünün bu kadar azmasını nasıl açıklayabiliriz? Terör yerinde duruyordu; ancak birden bire şiddetlendi ve çok sayıda askerle beraber subayların da şehit edilmesine yol açtı. Yani bunu bir terör örgütünün kendi içinden kaynaklanan bir olay olduğunu düşünmek mümkün değildir. Hiçbir terör örgütü kendi başına açıklanabilecek bir fenomen değildir. Terörün hizmet ettiği belli güçler vardır. Bu (iç veya dış) güçleri iyi teşhis etmemiz lazım.
İzin verirseniz İslamcılık meselesine gelelim. Siyaset tarihinde İslamcılık diye adlandırılan bir damar vardır. O damarın şu anda Türkiye’de dillendiricisinin olmadığını görüyoruz. Türkiye’de böyle bir imkan var mı? Varsa süreç nasıl işler?
AKP aslında kendi geleceği bakımından mantıklı bir yere doğru gitti. “Ben toplumsal merkeze oturmak istiyorum” diyor. Hayırlı olsun! Zaten ortaya çıkışlarında da “gömlek değiştirdik” söylemi vardı. “Evet biz dindar insanlarız, fakat laik çerçeve ile bir problemimiz yok; sadece laikçilik adı altında dindar insanlara baskı yapılmasını sona erdirmek istiyoruz” dediler. Bu seçimde biraz daha somutlaştırıldı bu. Hatta teoriden ötede, pratikte de somutlaştırıldı. Artık Dolmabahçe Protokolü diye bir uzlaşmadan söz ediyoruz. O protokolden sonra Milli Görüş çizgisinde olduğu düşünülen 150 kadar kişi milletvekili listesine alınmadı. Dolayısıyla AKP fiilî olarak da merkeze yürümekte olduğunu kanıtlamış oldu.
Siyaset boşluk kaldırmaz. İçeriği nasıl doldurulur, nasıl tanımlanırsa tanımlansın, Türkiye’nin ciddi bir İslamcı muhalefete ihtiyacı vardır. Tabii herkes beklerdi ki SP, madem geçmişte de İslamcı muhalefetin siyasi damarı olagelmiştir, bu boşluğu doldursun. Ne gezer! SP, CHP’nin simetriğini oluşturdu. O da bir tür darülaceze topluluğu olduğunu ortaya koydu. Yaş ortalaması artık 75’in üzerinde insanlardan oluşan bir tepe yönetimine sahip olan bu hareketin millete sunacağı hiçbir fikir yoktur. Kendilerine bugüne kadar zerre kadar değer vermemiş, inançlarıyla alay etmiş ulusçularla birçok noktada aynı çizgiye gelmişlerdir.
Peki, bu anlattıklarınız üzerinden gidersek eğer; Türkiye’de şu an CHP’nin solu temsil etmediği ortada; siz AKP artık merkeze oturduğunu kanıtladı dediniz. O zaman Türkiye’de çok güçlü, çok rahatsız edici şekilde hem bir sol muhalefet hem de bir İslamcı muhalefet boşluğu var. Bunlara ihtiyaç var ve bunu temsil edecek derli toplu bir oluşum yok diyebilir miyiz?
Evet. CHP sol değil, sağın en sağında. Sağ bile demokrattır. CHP hiç demokrat olmadı. Bakın, Deniz Baykal’ın koltuğuna göz diken büyük(!) sanatçı ve aydın Zülfü Livaneli onu ne ile suçluyor? Tayyip Erdoğan’a milletvekili olma yolunu açmakla! CHP sol değil; ÖDP bir fantezi; DTP başka yönden ırkçı. İslamcı bir odak da ufukta yok.
Peki, bu iki boşluk nasıl dolacak?
Bana kalırsa iki boşluk yok; bir tek boşluk karşısındayız!
Ne demek istiyorsunuz?
Küresel kapitalist sistemin direnç odakları artık 19. yüzyılda olduğu gibi sınıf temelinde; 20. yüzyılda olduğu gibi ulus temelinde örgütlenemez. Medeniyet-temelli direnmeye ihtiyaç vardır. Solculuk haksız bir küresel düzene başkaldırı ise İslamcılıktan çok uzağa düşmemesi gerekiyor!
Paylaş
Tavsiye Et