GEÇTİĞİMİZ ay New York’ta gerçekleştirilen, Annan Planı temelinde Kıbrıs sorununun çözümüne yönelik görüşmeler özelde Kıbrıs sorunu, genelde ise Türk dış politikasında yeni bir sayfanın açılması anlamına geliyor.
1974 müdahalesi sonrasında ABD ambargosuna maruz kalıp çeşitli platformlarda işgalci olarak nitelense de, Türkiye adadaki statükodan rahatsız görünmüyordu ve bu nedenle mevcut durumun sürmesinde ciddi bir sakınca görmedi. Bu politika Avrupa Birliği’nin soruna müdahil bir aktör haline gelmesine kadar devam etti. Türkiye’ye karşı bir baskı oluşturamayan Kıbrıs Rum Kesimi ve Yunanistan, sorunu AB gündemine taşıyarak kendi talepleri yönünde bir çözüm sağlamaya çalıştı. Türkiye’nin AB’ye üyelik başvurusunda bulunması sonrasında yaşanan gelişmeler Yunanistan’a ve Kıbrıslı Rumlara, Türkiye’ye baskı uygulayabilme imkanı verdi. 1995’te Gümrük Birliği’ne girişi ve 1999’da AB’ye adaylığının tescil edilmesi sırasında Türkiye, Kıbrıs konusunda daha önce kabul etmeyeceğini açıkladığı bazı noktaları kabul etmek zorunda kaldı.
Kıbrıs sorunu çözülmeden AB’ye girilemeyeceği şeklindeki bir ön koşul Kopenhag Kriterleri arasında yer almasa da, bu durumun fiilî olarak bir engel oluşturduğu pek çok AB yetkilisi ve Avrupalı siyasetçi tarafından dile getirildi. Sorunun çözümünden sadece Türk tarafının sorumlu olmadığı çok açık; ancak bir AB üyesi olan Yunanistan Birlik içinde olmanın verdiği avantajı değerlendirerek şartları istediği şekilde manipüle edebiliyor. AB içerisindeki bazı ülkelerin Türkiye’nin üyeliğine yönelik taşıdığı şüpheler de Yunan ve Rum tarafının işini kolaylaştırıyor. AB içindeki Türkiye karşıtlarının da desteğini alarak bu fırsatı Türkiye’ye baskı yapmada kullanan Rum tarafına karşı Türkiye’nin yönelttiği itirazlar sorunun çözümüne engel olmak şeklinde yorumlanıyor. Türkiye’de çeşitli defalar dile getirilen Kıbrıs sorununun 1974 yılında çözüldüğü yönündeki yaklaşım da bu tür yorumların destek bulmasını kolaylaştırıyor. Bu noktada son New York görüşmeleri dünyaya Türkiye’nin yaklaşımında bir değişimin yaşandığını göstermesi açısından oldukça önemli.
New York görüşmeleri nefes kesen sürprizlerle dolu bir gerilim filmi gibi geçti. 10 Şubat’taki ilk görüşmede, hem Papadopulos hem de Denktaş itirazlarını ortaya koyunca, Annan görüşmeleri ertesi güne erteledi ve tarafların takvime bağlı kalarak öneri getirmelerini istedi. Ertesi gün Türk tarafı sürpriz bir atak yaptı ve üç aşamadan oluşan tek sayfalık net bir plan sundu. Plan, Kıbrıs Türk ve Rum temsilcilerinin anlaşamaması halinde müzakerelere Türkiye ve Yunanistan’ın da dahil olmasını, yine uzlaşma sağlanamaması halindeyse Annan’ın hakemliğinin kabul edilmesini içeriyordu. Türk tarafını öne geçiren bu beklenmedik inisiyatif üzerine Rum tarafı, Yunanistan’la istişarede bulunmak üzere görüşmelere ara verilmesini istedi ve karşı hamle olarak AB’nin de müzakarelerde taraf olmasını öne sürdü. Kartların karşılıklı olarak açılması üzerine görüşmeler bir gün daha uzadı. New York’taki en uzun gün, en çetin müzakerelerin yaşandığı 12 Şubat oldu. Toplantının Türkiye saati ile 22:00’da başlaması ve sadece 40 dakika sürmesi planlanıyordu. Ancak BM merkezine gelen taraflar önceki günlerdekinin aksine Annan’la bir araya gelmedi. Bunun yerine Annan ayrı odalardaki taraflarla tek tek görüştü ve üçlü görüşme yaklaşık 2 saat gecikmeyle başladı. Üçlü görüşmenin ardından taraflar yeniden odalara alındı. ABD’li ve İngiliz diplomatların da katılımıyla süren mekik diplomasisinin ardından, Türk ve Rum heyeti ikinci defa bir araya geldi ama anlaşma sağlanamayınca yeniden mekik diplomasisine geçildi. Ankara ve Atina heyetlerinin de dahil olmasıyla 12 saati bulan bu maratonun sonunda, Annan kararı açıkladı. Taraflara, “evet ya da hayır” koşuluyla, pazarlığa açık olmayan son bir metin sunulacaktı. 13 Şubat’ta taraflar deklarasyon için beklerken, Brüksel’den, Rum tarafını hayal kırıklığına uğratan ve Türkiye’nin son bir yıldır sürdürdüğü yeni dış politika anlayışının başarısını ortaya koyan açıklama geldi. AB, Kıbrıs görüşmelerinde “taraf” olmak istemediğini bildirdi. Böylece, Annan’ın Kıbrıs’ın bütün olarak AB’ye üye olmasını sağlayacak müzakerelerin, 19 Şubat’ta Alvaro de Soto’nun gözetiminde Türk ve Rum tarafının katılımıyla Lefkoşa’da yürütüleceğini açıkladığı deklarasyon ile New York’ta perde indi.
New York görüşmeleri Kıbrıs’a yönelik Türk dış politikası açısından hem devamlılık, hem de değişim unsurları ihtiva ediyor. Şöyle ki; Türkiye’nin ve Yunanistan’ın garantör ülkeler olarak çözüm müzakerelerine gerektiğinde müdahil olmaları Türkiye’nin eskiden beri savunageldiği bir yaklaşımdı. Bunun yanında Başbakan Erdoğan’ın Davos ve ABD gezileri sırasında gündeme getirdiği ve son New York görüşmelerinde hayata geçen, ABD’nin bazı durumlarda görüşmelere müdahil olması da Türkiye’nin dış politikasında devamlılık içeren bir argümandı. Yunanlılar, 1974 müdahalesi sırasında Türkiye’ye karşı yeterli baskıyı yapmamakla suçladıkları ABD’nin Kıbrıs sorununa müdahil olmasını istemiyordu. Bunun en önemli göstergesi de New York’tan gelen haberler sonrasında yaşananlardı. ABD’nin de olaya müdahil olması Yunan kamuoyunda tepkiyle karşılanırken, tepkilerin artması üzerine ABD Selanik Konsolosluğunu bir süre kapatmak zorunda kaldı.
Sürece müdahil taraflardan biri olmak ABD açısından da arzulanan bir politika. Kıbrıs’ın Doğu Akdeniz ve Orta Doğu açısından stratejik bir konumda bulunması, bölgede varlık göstermek isteyen herkesi çözüme taraf olmaya itiyor. AB’ye adaylık süreci nedeniyle adada AB’nin etkisinin gitgide artması ve genişleme sonrasında AB’nin Doğu Akdeniz’de varlığını iyice hissettirecek olması, ABD’yi de sorunun çözümünde aktif davranmaya yöneltiyor.
Türkiye’nin Kıbrıs’ta, Rumlarla Türklerin ortak bir çatı altında yaşamasını öngören Annan Planı temelinde bir çözümü kabul etmesi ise dış politikadaki değişime işaret ediyor. Bu değişimi tetikleyen; daha önce reddedilse de artık kabul edildiği anlaşılan, Türkiye’nin AB üyeliği ile Kıbrıs sorununun çözümü arasındaki ilişkidir. Bu yöndeki ilk gelişmeler 1995’te Gümrük Birliği’ne girerken Güney Kıbrıs’ın tüm ada adına AB’ye başvurmasını kabul etmemiz ve 1999 Helsinki Zirvesi’nde AB adaylığımız tescillenirken, Kıbrıs sorunu çözülmese de Güney Kıbrıs’ın tüm ada adına üye kabul edileceğinin açıklanmasıyla yaşandı.
Annan Planı temelinde görüşmelerin yeniden başlamasında hükümetin gerçekleştirdiği inisiyatif önemli bir rol oynadı. AB’den tarih almada herhangi bir bahane ile karşı karşıya kalmak istemeyen Türkiye, bir yandan bütün yükümlülüklerini yerine getirme konusunda çaba sarf ederken, diğer yandan da yaklaşık kırk yıldır devam eden ve Türk dış politikasının en kalıcı konusu haline gelen bir sorunun çözümü yönünde önemli bir adım attı. Irak konusunda izlediği dış politika ve gerçekleştirdiği reformlar nedeniyle AB nezdinde itibarı artan Türkiye, Kıbrıs konusunda da yapıcı bir tutum izleyerek elini bir hayli güçlendirdi. Kıbrıs konusunun adil ve kalıcı bir barışa kavuşturulması Türk dış politikasının hareket alanını daha da genişletecektir. Çözüm şu an gerçekleşmemiş olsa bile, bu yolda gösterilen olumlu çaba Türkiye’nin kredibilitesini artırdı. New York görüşmelerinin açıkça ortaya koyduğu husus, dış politikada çizdiği başarılı performansla Türkiye’nin küresel yarışın önemli oyuncularından biri haline geldiği oldu.
Paylaş
Tavsiye Et