Kitap
Immanuel Wallerstein
Çeviri: Latif Boyacı
İstanbul: Bakış Yayınları, 2004
Her ne kadar Fernand Braudel “sosyoloji ve tarih bir kumaşın iki yüzü gibidir” demişse de, sosyoloji ve tarih ilişkisi her iki “disiplin” açısından da temelde sorunlu bir ilişki oldu. Modern sosyolojinin kurucu babaları, tarihî bilgiye ancak Batı üstünlüğünün mutlaklığına dikkat çekmek istediklerinde başvurdular; bu başvurma da çoğu zaman zoraki ve üstünkörü bir biçimde gerçekleşti. İlk olarak, Birinci Dünya Savaşı koşullarında klasik iyimserci Batılı tarih ve toplum perspektifleri zedelenmeye başladığında, mevcut toplumsal yapıların işleyişini ortaya koymak amacıyla karşılaştırmalı tarih çalışmaları gündeme gelmeye başladı. İki nokta 19’uncu yüzyıl sosyologlarının dikkat çektiğinden daha farklı yorumlanmaya başlanmıştı; Batı toplumundaki düzen ve adalet ilişkisi ile akılcılık ve akıl-dışılık arasındaki ilişki. Bu noktada en fazla tartışılan konu demokrasi-bürokrasi ilişkisiydi ve açıklamalar için tarih de yardıma çağrılıyordu.
İkinci Dünya Savaşı’nın ardından Amerikan tarzı demokrasi modelinin “üstünlüğü” kabul görmeye başladığında, toplumların nasıl işlediği ve toplumsal dönüşümlerin ne şekilde gerçekleştiği sorularının cevabını vermek üzere geçmişte nelerin yaşandığını ele alan sosyolojik çalışmalar gün yüzüne çıktı. T. Parsons’ın Toplumsal Sistem’i, N. Smelser’ın Toplumsal Değişme ve Endüstri Devrimi, Eisenstadt’ın İmparatorlukların Siyasi Sistemleri, Martin Lipset’in İlk Yeni Ulus’u, Amerikan merkezli bir toplum ve tarih okuması ekseninde bir paradigma ortaya koydu.
1970’lere gelindiğinde sosyoloji ve tarihin kesişim kümesinde iki sosyologun çalışmaları bu paradigmaya meydan okudu. P. Anderson ve I. Wallerstein’ın eserleri, bütün toplumların aynı tecrübeyi yaşaması gerektiğini iddia eden klasik Batı merkezli gelişme modellerini kabul etmiyor ve aynı zamanda klasik evrimci Marksist tarih okumasına da karşı çıkıyordu. Wallerstein, 1974 yılında yayımlanan ve özellikle modern dünyanın ortaya çıkışını yorumlayabilecek bir kuramsal çerçeve inşa etmeye çalıştığı Modern Dünya Sistemi isimli üç ciltlik muhteşem eseri ile modernleşmenin dünya çapında niçin geniş bir etki yarattığının ve bu etkinin kendisini neden birbirinden farklı şekillerde gösterdiğinin yanıtını aradı. Bu klasik eserin birinci cildi geçtiğimiz ay Türkçe’ye çevrildi. Diğer iki cildinin de tez zamanda yayımlanması temennisiyle… / Fahrettin Altun
Tavsiye Et
Ross E. Dunn
Çeviri: Yeşim Sezdirmez
İstanbul: Klasik Yayınları, 2004
İbn Battuta’nın seyahatnamesi, birkaç ay öncesinde, A. Said Aykut’un çeviri ve notları ile YKY tarafından yayımlanmıştı. Bu kitabın arkasından İbn Battuta ile ilgili bir kitap yayımlanması yayın dünyamız açısından sevindirici bir gelişme. Ancak Dunn’ın kitabını tek başına bir biyografi kitabı ya da İbn Battuta’nın seyahatnamesi hakkında yazılmış tanıtıcı bir kitap olarak düşünmek doğru değil. Her ne kadar kitap bu unsurları bünyesinde barındırıyorsa da, onun yalnızca bu yönüne vurgu yapmak kitabın özgünlüğünü görmezlikten gelmemize yol açabilir. İbn Battuta’nın Dünyası’nın özgünlüğü, yazarının, bir seyahatname metni üzerinden bir medeniyet tarihi okuması yapmaya girişmesidir. Bu yönüyle Dunn’ın ortaya koyduğu metodoloji, türünün ilk ve oldukça başarılı bir örneği.
Orijinal hali 1986 yılında yayımlanan eser, yayımlandığı tarihten bu yana birçok üniversitede örnek metin olarak gösterilmekte ve ders kitabı olarak okutulmaktadır. Yeşim Sezdirmez tarafından Türkçe’ye çevrilen kitap, arka kapağında kendisini şu cümleyle anlatıyor: “Bu kitabı okuduğunuzda, 14’üncü yüzyılın toplumsal yapıları, kültürel görüngüleri ve toplumlararası iletişim biçimleri hakkında çok önemli bilgiler edineceksiniz.” / Vezir Meydan
Tavsiye Et
Ortadoğu’yu Değiştiren Haber Kanalı El-Cezire
Muhammed El-Nevevi & Adel Iskandar
Çeviri: Arif Başaran
İstanbul: Gelenek Yayınları, 2004
Stonehill Üniversitesi İletişim Fakültesi profesörlerinden M. el-Nevevi ve Kentucky Üniversitesi hocalarından Adel Iskandar’ın birlikte kaleme aldıkları bu eser, 11 Eylül saldırıları sonrasında ABD’nin Orta Doğu politikasının yarattığı “yıkıcı atmosferi” bütün çıplaklığıyla dünya kamuoyuna taşıyan el-Cezire kanalını derinlemesine ele alıyor. Oldukça güçlü bir teorik zemine sahip olan kitap, el-Cezire’nin, Batı merkezli haber kanallarının toplumlararası iletişime yön verme tekelini nasıl sarstığının öyküsünü başarıyla okur önüne çıkarıyor. / Fahrettin Altun
Tavsiye Et
Âlem-i İslam ve Japonya’da İslamiyet’in Yayılması
Abdurreşîd İbrahim
Sadeleştiren ve Notlandıran: Ertuğrul Özalp
İstanbul: İşaret Yayınları, 2003
Bazı kitaplar birkaç cümleyle anlatılamaz. Alem-i İslam da bunlardan biri. Abdürreşid İbrahim, İslam dininin dünyaya yayılması için uğraş vermiş, özellikle Japonya’da İslam dininin kabul görmesi noktasında önemli hizmetlerde bulunmuş bir isim. Asaf Halet Çelebi’nin deyimiyle o bir “İslam misyoneri”. Bu kitap, bitmek bilmez bir azimle, gittiği her yerde İslam dinini anlatan Abdurreşid İbrahim’in 20’nci yüzyıl başlarında Türkistan, Sibirya, Moğolistan, Mançurya, Japonya, Kore, Çin, Singapur, Uzak Hind Adaları, Hindistan ve Arabistan’a gerçekleştirdiği seyahatlerin anlatımından müteşekkil. Ertuğrul Özalp’in titiz gayretleri neticesinde günümüz Türkçe’sine aktarılan bu abidevi eser, toplam iki ciltlik ve 1251 sayfalık hacmine rağmen, muhatabını sarıp sarmalayan bir üsluba sahip. / Vezir Meydan
Tavsiye Et
Kadın Oradaydı Vahiy Sürecinde Kadın Rolleri
Kolektif
İstanbul: Elest Yayınları, 2004
Tanınmış kadın yazar ve araştırmacılar tarafından vahye bir şekilde muhatap olan yahut muhatap olanların yanında bulunup vahiy sürecini ve vahyin muhatabının hayatını etkileyen kadınların hikayeleri anlatılıyor Kadın Oradaydı’da.
Hz. Havva ile başlayan kitapta sırasıyla Hz. Sare, Hz. Züleyha, Hz. Asiye, Hz. Meryem, Hz. Hatice, Hz. Ayşe, Hz. Hind, Hz. Fatıma ve kızı Hz. Zeynep anlatılıyor. Yazarlar ilgi alanları ve algılayışları açısından değerlendirmişler ele aldıkları karakterleri; bu yüzden doğal olarak kitapta bir format ya da üslup birliği mevcut değil. Böylece ortaya, herkesin kendinden bir şeyler bulabileceği gayet zengin bir çeşitleme çıkmış. Kitap boyunca kapsamlı bir araştırma, yürek burkan bir kıssa anlatımı, çok güzel bir hikaye, imanınızı tazeleyen bir sesleniş ile karşılaşıyorsunuz. Hz. Havva’nın hikayesi Nihal Bengisu Karaca tarafından tarihî bir kişiyi anlatmaktan çok edebî bir karakteri yorumlamak şeklinde yapılmış. Sorunlu olabilecek Hz. Sare ve Hz. Hacer ilişkisini Yıldız Ramazanoğlu büyük bir olgunluk ve anlayışla, yargılamadan, naif bir şekilde anlatmış. Hz. Züleyha kıssası ahsen-i kısas olması açısından bir yazar için zorlayıcı bir metin olacakken, Sibel Eraslan bu işin üstesinden başarıyla gelmiş. Hz. Asiye’yi, onun teslimiyetini, küfrün içindeki yalnızlığını Belkıs İbrahimhakkıoğlu’ndan daha iyi kimse anlatamazdı zaten. Hz. Belkıs’ı anlatırken Melek Paşalı aşinası olduğumuz sanatını kullanmış. Afet Ilgaz, Hz. Meryem’i sadece İslam kaynaklarına değil, Hıristiyan kaynaklarına da başvurulan detaylı bir araştırma ile sunmuş. Hz. Ayşe’yi anlatan İnci Şahin, Hz. Peygamber’in gözbebeğini ne yüceltmede, ne hatalarını bulmada aşırıya kaçmadan, tam da Hz. Ayşe’ye yakışacak bir sadelikte dillendirmiş. Fadime Özkan ise belki de kitaptaki anlatılması en güç ismi, Hz. Hind’i çok güzel ve alışılmadık bir bakış açısı ile hikayeleştirmiş. Hz. Hatice, Hz. Sümeyye, Hz. Fatıma ve Hz. Zeynep’i de sırasıyla Halime Kökçe, Hasibe Turan, Fatma Şengil Süzer ve Cihan Aktaş tadı damakta kalan kıssalar kıvamında anlatmışlar.
Kitabın bunca güzelliğine rağmen akıllara takılan tek yönü ismi. İster istemez neden kitaba bu ismin konulduğu sorusu düşündürüyor insanı. Sadece kitaba olan ilgiyi arttırmak için mi? Böyle bile olsa bu başlığın, insanları, insan-kul olarak değil de, kadın ve erkek olarak ayıran, insan benliğini cinsiyet düzeyinde yorumlayan anlayışın zihinlerimizde belli-belirsiz tezahürü şeklinde algılanma ihtimali yok mu? Kul vasfından ziyade bir kimlik düzeyinde kadının orada olması, olaylara dahlinin bu şekilde sunulması, sırf bir başlık hudutları içinde bile olsa, egemen kültürün etkisini çağrıştırmıyor mu? / Betül Özel Çiçek
Tavsiye Et
Sadık Yalsızuçanlar
İstanbul: Gelenek Yayıncılık, 2003
Rüyayı çağrıştıran müphem anlatımı ve masalsı “kıssa hikaye”leriyle Sadık Yalsızuçanlar Türk hikayeciliğinde şekil ve içerik açısından değişik bir yere sahip. Öyküler Kitabı ise Sadık Yalsızuçanlar’ın öykü kitaplarının bir kısmının bir araya getirilmesiyle oluşmuş. Karanlık basarken annesine kar çiçeği toplamaktan gelen bir çocuğun ürkekliği tadındaki Kış Uykusu; demir bir leblebi olan Halvet Der Encümen; TYB öykü ödüllü Şehirleri Süsleyen Yolcu; masal, imge, yaşam ve rüyanın karıştığı Güzeran ve şahinlerin kartallara öykündüğü, papağanların ceylanları avcılara ihbar ettiği Gerçeği İnciten Papağan, Öyküler Kitabı’nın içindeki kitaplar. Türlere ve sınırlara inanmayan Yalsızuçanlar gelenekle arasındaki ilişkiyi gerilimli olarak nitelendiriyor. Bizce o bu gerilimin verdiği bereketle yazıyor; modern hikayecilik ile geleneğin özünü harmanlıyor. Bu yüzden de harf-harf mana serüvenine çıkan Sadık Yalsızuçanlar’ın Öyküler Kitabı bazı modern hikayelerin ağızda bıraktığı kekremsi tadı değil, daha bitmemiş bir esintinin vaatlerini taşıyor. / Peyker Canatan
Tavsiye Et
Emanetten Mülke Kadın Bedeninin Yeniden İnşası
Nazife Şişman
İstanbul: İz Yayıncılık, 2003
Nazife Şişman’ın Emanetten Mülke isimli kitabında belirttiği üzere, hakim kültürün Müslümanlara yönelttiği İslam’da kadın hakları sorularına gelenekleri suçlayıcı, ataerkilliği itham edici ifadelerle cevap aramaktansa böyle bir sorunun neden yöneltildiğini sormak, arkasındaki gayeyi öğrenmek, bu soruların cevaplandırılmasından daha önemli. “Zira her soru bir ölçüde kendi cevabını belirler.” Yazara göre bu sorulara hakim söyleme “eklemlenici” bir şekilde cevap vermek, “modern tasavvurlarla modernlik öncesi durumlar”ın karşılaştırılması hatasına düşülerek “Batı’da kadının geldiği noktayı ideal kabul etmek ve bu ideal noktadan geriye bakarak tüm İslam tarihini retroperspektif bir yöntemle yargılamak”tır.
Emanetten Mülke problemli sahaları ele alan, feminizm ve onun birey üstündeki tezahürlerini incelemek isteyenlerin zevkle başvuracakları bir kitap. Nazife Şişman’ın kendine has değerlendirmeleri, okuyanların perspektifini genişleten, bir üst basamaktan bakmayı sağlayan tespitleri, olayları genel kabul gören haliyle değil de, adeta imbikten geçirerek daha kapsamlı bir algılama boyutunda yorumlaması, bize ait diyebileceğimiz bir bakış açısı getirebilmesi ile Emanetten Mülke hayatî bir eksikliği gideriyor. Yazar ayrıca suçlayıcılıktan uzak, tespit gayesindeki dingin üslubu ile takdir edilecek bir seviye tutturmuş.
Kitap, ‘Feminizmin Cinsellik Siyaseti’ konusuyla başlıyor; yüzyıllar içinde değişen (Eski Yunan, Hıristiyanlık, 20’nci yüzyıl, postmodernite ele alınan dönemlerden bazıları) benlik algısı ve buna bağlı olarak dönüşüme uğrayan beden telakkisini anlatarak İslam geleneğindeki ilgili kavramlarla (emanet, zühd, ihsan) Batı kavramlarını karşılaştırıyor (mülk, diyet, proje). Bir sonraki bölümde “modern bir proje olarak feminizm”in ortaya çıkma süreci (modernite, sanayi toplumu ve doğaya hakimiyet, lüks ve kapitalizm, feminizmin tarifi: Uluslararası tarihî kadın düşmanlığı, küreselleşme ve feminizmin kitleselleşmesi bu başlıklardan bazıları) açıklanıyor. En son bölümde ise feminizmin İslam dünyasındaki tezahürleri başlangıcından itibaren (kolonyal feminizm) ortaya konuluyor ve konuyla ilgili çeşitli problemli sahalarda (İslam’da “kadın hakları”, başörtüsü yasağı ve kadın hakları söylemi, Türkiye’de “çağdaş” kadının “İslamcı” kadın algısı) yerinde tespitlerde bulunuluyor. / Muhsine Alkan
Tavsiye Et