Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (July 2004) > Türkiye Siyaset > Müslüman demokratlık ve takiyye
Türkiye Siyaset
Müslüman demokratlık ve takiyye
Ekrem Karakoç
TERCÜME solculuğumuz, tercüme liberalliğimiz, tercüme alışkanlıklarımız ve tercüme hayatlarımız… Fikir açlığı çekilen bu topraklarda bu açlığımızı günün en çok satan fikirlerinin (ideolojilerinin) bulunduğu raftan aldıklarımızla gidermeye devam ediyoruz. Tüketime konan en son tercüme kavram ise (Müslüman) Muhafazakâr Demokrat(lık). Batı’daki Hıristiyan Demokrat partilerin referans alındığı bu kavramın teorik anlamdaki zayıflığını bir kenara bırakalım ve İslâmcıların geçirdiği dönüşümün iç ve dış nedenlerine bakalım.
Sovyet tehdidinin sona ermesinin ardından ABD’yi en çok kaygılandıran şey Batı yanlısı olmayan İslâmcıların seçimlerle iktidara gelmesi, demokrasiyi ilga ve şeriatı ilan etmesiydi. 1990’dan 2003’e kadar olan zaman dilimi içinde Cezayir’den Ürdün’e, Mısır’dan Tacikistan’a kadar İslâmcı partilerin ve hareketlerin güç kaybetmeye başlaması ABD’nin demokratikleşme (‘Batı yanlısı çok partili siyasi sistem’ olarak okuyun) söylemine ivme kazandırdı. İslâmcı partilerin güç kaybetmesi özellikle 2002’deki seçimlerde göze çarpıyor: Cezayir’de yapılan ve katılımın %46 olduğu seçimlerde İslâmcı parti el-Islah 3’üncü, Yemen’de el-Islah 2’nci ve Fas’ta Adalet ve Kalkınma Partisi Hizbu’l Adaleh ve’t Tenmiyeh 3’üncü parti oldu. Mısır’da Müslüman Kardeşler örgütü rejim için bir tehdit olmaktan çıktı. İslâmcı partilerin güç kaybettiği seçimlerin sonuçları demokratikleşmenin diğer ülkelere yayılması için yeşil ışık yakıyordu. Washington’daki yaygın kanıya göre bir rol model, bu tür bir demokrasinin bölgenin diğer ülkelerine sıçramasını kolaylaştırabilirdi.
İslâm ülkelerinde model olmak için kıran kırana bir yarış var. Türkiye, bu yarışta tek başına değil ve rakiplerinin sayısı da gün geçtikçe artıyor. Listede Karzai’nin Afganistan’ı, Kral Abdullah’ın Ürdün’ü, Şeyh Hamid’in Katar’ı, Şeyh Hamid bin İsa el-Halife’nin Bahreyn’i, Hüsnü Mübarek’in Mısır’ı ve Irak Yönetim Konseyi var. Adı geçen iktidarlar için ise model olma isteği kabaca bu aktörlerin çıkarlarını koruma isteği ile açıklanabilirken, “Orta Doğu’daki demokratikleşme” çalışmalarının en önemli aktörü İslâmcıların ‘derin demokrasi’ söylemine sarılmaları takiyye ile açıklanamayacak kadar ciddi.
 
Takiyye Latin Amerika’da
İktidardaki monarşiye (Ürdün, Bahreyn, Katar, Umman, Fas) ya da askeri-bürokratik yapıya (Mısır, Cezayir, Tunus, ve kısmen Türkiye) yakın elitlerce ‘takiyye’ olarak yaklaşılması ‘derin devlet’in kendini savunma mekanizmalarından birisidir. Takiyye suçlaması sadece İslam ülkelerindeki otoriter düzenin savunucusu elitlere ait bir ideolojik söylem değil. Benzer suçlama Latin Amerika’daki sağcı diktatörler tarafından sol gruplara karşı yıllarca yapıldı. Oradaki suçlama İslâm ülkelerinin otoriter liderlerinin demokrasi isteyen İslâmcılara yaptığı suçlamaların aynısı idi: Solcu gruplar seçim yoluyla iktidara gelecek, demokrasiyi rafa kaldıracaklar ve proletarya diktatörlüğünü kuracaklardı. Latin Amerika demokratikleşme tecrübesi gösterdi ki sol gruplar iktidara geldikten sonra demokrasiyi rafa kaldırmadılar. Bilakis, anti-Batıcı söylemin en önemli isimlerinden birisi ve 1970 ve 80’lerin en gözde teorisi olan bağımlılık (dependency) teorisinin mimarlarından olan Fernando H. Cardoso Brezilya’da başkan olduktan sonra hem siyasal alanda, hem de ekonomik alanda liberal politikalar izledi.
Sol örgütlerin geçirdiği dönüşümde yargısız infazlar, faili meçhul cinayetler ve benzeri insan hakları ihlalleri bu hareketlerin siyasi programlarını ve siyaset tarzlarını etkiledi. Yıllar içinde otoriter söylemlerini bir kenara bırakan bu örgütler Doğu Avrupa’daki eski komünist partilere benzer bir şekilde sosyal demokrat parti hüviyetine büründüler. Devrim yoluyla sosyalist devlet kurmak isteyen sosyalist grupların ve demokrasiye alternatif bir model oluşturmak isteyen İslâmcı grupların eski söylemlerini bir kenara itip, ‘derin demokrasi’ye talip olmaları benzer nedenlerden kaynaklanıyor. İktidara gelmek isteyen siyasi elitlerin ve onları destekleyen toplumsal ve ekonomik katmanların uzun bir zaman dilimi içinde geçirmiş olduğu siyasi tecrübe, maruz kaldıkları siyasi şiddet ‘siyasi öğrenme’yi, bu da yeni bir siyaset tarzını gündeme getirdi.
Sosyalist örgüt ya da partilerin sosyal demokrat partiler haline gelmeleri ile İslâmcıların geçirmiş olduğu dönüşüm arasında büyük paralellikler var. Benzer siyasi ortamlarda (anti-demokratik, askeri-bürokratik rejimler), benzer tepkilere maruz kalan (yargısız infaz, işkence, sudan bahanelerle verilen hapis cezaları) siyasi partiler ve elitler benzer tepkiyi sergiliyor.
Ekonominin halen devlet kontrolünde olduğu ve bu gücün değişik sınıflara karşı kullanılabildiği İslâm ülkelerinde bu erke ulaşmak cazibesini hâlâ koruyor. Modernleşmeden geç faydalanan ve geç palazlanan ‘muhafazakâr’ taşranın elitleri ile devlet elitleri siyasi ve ekonomik rantı paylaşmak için mücadele ediyor.
Demokratikleşme yolunda ilerlerken siyasi ve ekonomik pastalarından pay istenen devlet elitlerinin tepkisi terbiye edilebilmelidir. İspanya ve Portekiz başta olmak üzere demokratikleşmeyi başarabilen ülkeler, siyasal alanda otoriter devlet anlayışına karşı siyasi ve toplumsal muhalefeti tekvücut örgütleyebilen, ekonomik pastayı genişleterek paylaşabilenlerdir. (Devlet elitleri tabiriyle siyasi ve ekonomik erki elinde tutan ve sosyo-ekonomik statülerini var olan düzenle özdeşleştiren grupları kastediyoruz.)
Askeri-bürokratik-ekonomik alanlarda tekelleşen elitler sadece Türkiye’nin değil, bir iki istisna ile tüm İslâm ülkelerinin siyasal yapısını yansıtır. Bu yapının ideolojisinin laisizm (Türkiye, Mısır, Cezayir ve benzerleri) ya da din (Suudi Arabistan, İran) olması ikinci plandadır. 1970’lerdeki sol hareketlerin devlete yönelttiği tehdide karşı 1980’lerde Türkiye’deki devlet elitlerinin Türk-İslâm sentezini, SSCB’-nin dağılmasına kadar yürürlüğe koymaları devlet elitinin ideolojik sahiplenmesinin sanıldığı kadar statik olmadığını gösterir. Keza devlet elitlerinin Cumhuriyetin kuruluşunun temel prensibi olan Avrupa’nın parçası olmayı sorgulamaya başlamaları ve AB karşıtı tutum almaya yönelmeleri, bu kesimin kaygılarının ideolojik değil, varoluşsal olduğunu gösteriyor.

Paylaş Tavsiye Et