Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (August 2004) > Çeviriyorum
Çeviriyorum
ABD ve müttefiklerinin hatalarının hesabını tüm dünya ödüyor / Vladimir Iordansky, Nezavisimaya Gazeta, 13 Temmuz 2004
Rus Basını
Çeviri: Enise Smirnova
İsrail ordusuna ait tankların Gazze’de yaşayan Filistinlilerin evlerine ateş edişini görüntüleyen resim ve filmler dünyayı dolaştı. Bu görüntülere tanık olan herkes, bir an için de olsa kendini bu evlerin sahipleri yerine koymuş ve yaşadıkları dehşeti hissetmiştir.
Tarih daha önce de bunun gibi duvarlara tanık olmuştu; fakat hepsi maziye karıştı. Şimdi ise bölünmüş bir dünyanın yeni sembolü olarak bir duvar yükseliyor ve aynı zamanda bu duvar, Filistin halkına karşı bir haksızlığı daha temsil ediyor: İsrail sınırlarını çok geride bırakan bu duvar, Filistin topraklarında yer alıyor. Bu da İsrail hükümetinin yıllarca süren anlaşmazlığa son verip barış yollarını aramamakta ısrarlı olduğunu gösteriyor. Gaag’daki uluslararası adalet mahkemesi, duvarın yapılması ile ilgili kararını açıkladı. Hiç kimse bu kararın İsrail’in aleyhine olacağından şüphe etmiyordu; fakat Şaron derhal, bu kararı kabul etmeyeceğini ve duvar inşaatını durdurmayacağını açıkladı.
Birkaç senedir İsrail’in başında bulunan aşırı milliyetçi hükümetin izlediği politika, dünyanın İsrail’e ve halkına bakış açısını değiştirdi. Aynı zamanda Gazze’deki olayların Arap dünyasında da büyük yankı yarattığını görmek mümkün.
ABD’nin açık bir şekilde desteklediği İsrail zulmünün neden olduğu öfke ve çaresizlik, Yakın ve Orta Doğu’da ksenofobi (yabancı düşmanlığı) dalgalarının yayılmasına sebep oldu. Bu tutum, daha birkaç sene önce istikrar ve huzur bölgesi olarak bilinen ülkelerde bile görülmeye başladı. Şu anda Arap dünyasında iki kanayan yara var: Biri Filistin halkının maruz kaldığı zulüm ve haksızlık, diğeri ise Irak’ta ABD ve müttefiklerine karşı sürdürülen direniş. Sömürgeciliğin tamamen tarihe karıştığı zannedilen bu dönemde, Arap ülkeleri sömürgecilik politikasının vahşetiyle karşı karşıya kaldılar. Üstelik Amerika ve İsrail’in yaptığı hataların faturasını çok daha fazla sayıda ülke ödemek zorunda kaldı. Çünkü tepki olarak doğan terör, siyasi sınırları tanımıyor; hatta teröristler, saldırılarını olabildiğince uzak yerlere taşıyarak daha fazla kan dökülmesini ve dehşetin kat kat fazla olmasını hedefliyorlar. Şu anda az veya çok bütün Avrupa ülkeleri terör saldırılarına tanık oldu. Amerika, İsrail ve müttefikleri İslam dünyasına yapılan tecavüzün hesabını öderken bu olaylara hiç karışmamış hatta karşı çıkmış olanların da terör saldırılarına kurban gitmesi, yapılan zulmün ne denli büyük olduğunu bir kez daha gözler önüne seriyor.

Tavsiye Et
“Kontrollü olaylar” siyaseti / Yevgeny Maçin, İzvestiya, 16 Temmuz 2004
Rus Basını
Çeviri: Enise Smirnova
Amerikan dış siyasetinin bugünkü ana çizgisi, “kontrollü olaylar” olarak adlandırılabilecek bir sistemdir. Bu şekildeki siyasetin en büyük dezavantajı, “kontrollü olayları” planlarken bu olayların onları düzenleyen güçlerin kontrolünden çıkıp artık yönlendirilemez hale geldiği dönüm noktasını tespit etmenin çok zor olmasıdır. Bu durumda, başlangıçta yapay olan olaylar kendi içinde bir ivme kazanarak, yalnızca bu siyasetin hedef aldığı ülke ya da bölgeyi etkilemekle kalmayıp hem bu siyaseti uygulayanlara, hem de onu destekleyenlere büyük zarar vermeye başlar. Bunun klasik örneği, George Bush’un Irak kampanyasını destekleyen Avrupa ülkelerinin uğradığı terör saldırılarıdır.
11 Eylül’de Amerika’yı sarsan saldırı da “kontrollü olaylar” siyasetinin bir sonucu olabilir. 11 Eylül olaylarını araştırmak için kurulan komisyonun ABD parlamentosuna sunduğu bilgilerden, Bush ve çevresinin el-Kaide’nin sürdürdüğü faaliyetlerle yakından ilgilenmediği anlaşılmakta. Bu da örgütün faaliyetlerinin Amerikan güvenlik güçleri tarafından yönlendirildiğini kanıtlamakta.
ABD’nin uyguladığı “kontrollü olaylar” siyasetinin amaçları nelerdir? İlk olarak, ABD’nin dünya piyasasındaki en önemli rakibi olan Avrupa ülkelerinin zayıflatılması. İkinci olarak, Çin hariç ABD’nin en büyük potansiyel rakibi olan Rusya’nın kalkınmasını ve gelişmesini engellemektir. Diğer bir hedef ise, dünya enerji kaynaklarının ABD’nin elinde toplanmasıdır.
Görüldüğü gibi şu anda “kontrollü olaylar” Amerika’nın kontrolünden çıktı ve 80’li yıllarda ABD’nin Afganistan’da Sovyet ordusunu yenmek için yarattığı uluslararası terör ağı gelişip kendi kurallarını dayatmaya başladı.
ABD ve Avrupa’da gerçekleşen terör saldırılarının kimlere çıkar sağladığı araştırılsa, bu saldırıların yalnızca patlamalarda hayatını kaybedenlerin çıkarlarına ters düştüğü görülür. Örneğin, 11 Eylül sonrasında sigorta şirketlerinin kazançları kat kat arttı. Aynı zamanda terör saldırıları petrol fiyatlarının artmasına neden olduğundan petrol şirketleri de büyük kazanç elde ettiler.
Bunun yanı sıra kapsamlı bir terör saldırısının tarihini önceden bilenler, borsada çok para kazanma olanağına sahiptir. Siyaset sahasında ise, uluslararası terörle mücadeleye girişen bir ülkenin hükümeti, kamuoyunu istediği gibi yönlendirme imkanına kavuşur. Kısaca, uluslararası terör hem hükümet ve siyasetçilere, hem de özel sektörün ileri gelenlerine birtakım avantajlar sağlar.
Şundan emin olunabilir ki, uluslararası terörizm, “kontrollü olaylar” sınırlarının dışına çıktı ve artık denetlenemez oldu. Tüm dünyayı tehdit eden bu tehlikeyi yenmek için, öncelikle uluslararası terörizmin ne şekilde finanse edildiğini öğrenmek gerekir. Terörizme yapılan yatırımlar yüksek kazanç sağlar; fakat bunun mekanizması şu anda bilinememekte. Bu durumla ilgili olarak Marks’ın “%300 kâr için kapitalist, herhangi bir suç işlemeyi göze alabilir” sözünü hatırlamak gerekir.

Tavsiye Et
Yalanlarımız bizi savaşa sürükledi / George Monbiot, The Guardian, 20 Temmuz 2004
İngiliz Basını
Çeviri: Ebru Afat
Bütün gazeteciler hata yapar. Süre kısa ve konu da karmaşık olunca, bazı şeyleri yanlış yapmaya hazır hale geliriz. Ancak medyanın Irak’ın istilasından önce yeniden ürettiği büyük yalanlar bir sonuca hizmet eden türdendi. Basın işini yapmış olsaydı, İngiltere’nin savaşa girebileceğini tasavvur etmek zordur. Eğer gazetelerin sicil düzeltmekte bir çıkarları varsa, her biri mutlaka kendi araştırmasını yürütmek zorundadır. Hükümetinkilerin aksine, bu araştırmalar bağımsız olmalı; oluşturulacak komisyonun içinde belki de bir avukat, bir medya analizcisi ve bir istihbarat uzmanı yer almalıdır. Komisyonun görevi gazetenin Irak’la ilgili yayınlarını değerlendirmek, neyin doğru, neyin yanlış yapıldığına karar vermek, hataların niçin yapıldığını belirleyip tekrarlanmasını önlemek adına neler yapılması gerektiğini ortaya çıkarmak olmalıdır. Rapor da gazetede eksiksiz yayımlanmalıdır.
Hiçbir İngiliz gazetesi böyle bir araştırmadan yara almadan çıkabilecek gibi değildir. Hükümetten ve istihbarat kurumlarından gelen iddialara karşı en şüpheci olan The Independent, The Independent on Sunday ve The Guardian bile bazı önemli meselelerde yanlış yaptı. Buradaki en önemli sorun, katıksız yalanların siyasî dile girmesidir. Örneğin, The Guardian, dokuz defa silah denetçilerinin 1998 yılında Irak’tan sınır dışı edildiklerini iddia etti. Hükümetin dümen suyuna girmekle en son suçlanabilecek kişi olan John Pilger bile, 2000 yılında Guardian için yazdığı dönemde bu hatayı yaptı. Denetçilerin, güvenlikleri için Irak’ı terk etmeleri gerektiği yolunda ABD’nin ısrar etmesi üzerine BM tarafından geri çekildiklerini gösteren pek çok haber yayımlanmıştı. Ancak yalan, hükümet tarafından o kadar sık tekrarlanmıştı ki, onu yok etmek neredeyse imkansız görünüyordu.
The Observer, bence daha iyi değildi. Medyadaki yalan haberleri ifşa eden birkaç parlak araştırma dosyası hazırladı; fakat tamamen hatalı çok sayıda haberi de aktardı. 2001 yılında Dünya Ticaret Merkezi’ni yerle bir eden korsanların “Irak’la doğrudan bağlantısı olduğunu” iddia eden beş makale yayımladı. Makalelerden biri İslamî görünüşün ardında Irak eğitim, istihbarat ve ve lojistiğinin saklı olduğunu öne sürüyordu. Yazıda, Irak’ın “yabancı İslamcılar için, onlara konserve açacağıyla nasıl uçak kaçırılacağını öğrettiği bir terörist kamp kurduğu” da iddia edildi.
Ancak Observer’ın günahları, Times, The Sunday Times, The Daily ve The Sunday Telegraph’ınkilerle karşılaştırıldığında hafif kalır. Bunların tümünün Pentagon’un dezenformasyon kampanyasının gönüllü suç ortakları olduğu açıktır. Bu suçluların en azılısı olan The Sunday Telegraph, Eylül 2001’de “Irak lideri, el-Kaide’ye para, lojistik destek ve gelişmiş silah eğitimi desteği vermektedir. Onun bu operasyonları geçtiğimiz aylarda çılgınca bir noktaya ulaştı” demişti. Ekim 2001’de ise “Saddam Hüseyin, ABD’deki ilk şarbon zehirlenmesi olayının ardından kimyasal silah fabrikalarının yerlerini değiştirdi. Üst düzey bir Batılı istihbarat yetkilisi, Bağdat çevresindeki kimyasal silah fabrikalarının bütün kısımlarının geceleri özel yeraltı sığınaklarına taşındıklarını söyledi” haberini sundu.
Peki gazeteleri kim yola getirecek? Görünen o ki, tek muhtemel cevap sizsiniz. Siz okurlar, eğer sizi yanıltırsak, bizi suçlamak zorundasınız. Baskı grupları bizi telefon ve e-maillerle bombardımana tutmalı, bunun yapacağı değişiklikleri görünce şaşıracaksınız. Ve eğer size açıkça ve dürüstçe cevap vermezsek, aboneliklerinizi iptal edip haberlerinizi başka yerde aramalısınız.

Tavsiye Et
11 Eylül Araştırma Komisyonu’nun raporu / The Washington, 23 Temmuz 2004
Amerikan Basını
Çeviri: Ebru Afat
Birleşik Devletler’e düzenlenen terörist saldırılarla ilgili ulusal komisyon, çalışmalarına elverişli şartlarda başlamadı. Öncelikle yeteri kadar para alamadı. Zamanı da sınırlıydı; fakat büyük bir meydan okumayla da karşı karşıyaydı: Saldırılar ve sonrasında yaşananların geçerli bir açıklamasını yapmak ve Amerika’yı daha güvenli kılmak için tavsiyelerde bulunmak. Üstelik Komisyon üyeleri açıkça partilere göre seçilmişti. Bütün bunlar, Komisyon’un dün yayımladığı 600 sayfalık raporun oy birliğini ve kapsamlılığını daha da önemli bir hale getirmektedir. Beşi Demokrat, beşi Cumhuriyetçi on üye, çekişmeden ve ek bir yorum getirmeden tek bir belge yayımladı. Onların raporu Amerikalılara, 11 Eylül 2001’de vuku bulan felaketin ayrıntılı bir tarihini; hükümetin ihmalleriyle ilgili bir açıklamayı ve o zamandan beri yapılanlar kadar yapılamayan değişikliklerin bir analizini sunmaktadır.
Komisyon’un reforma yönelik tavsiyeleri geniş kapsamlıdır. Komisyon, farklı kurumlar arasındaki istihbarat ve operasyonları idare etmek için ulusal bir karşı terörizm merkezi oluşturulmasını ve merkezî istihbarat başkanının görevlerinin, CIA başkanı ile Beyaz Saray’daki bütün istihbarat görevlilerinin şefi arasında paylaştırılmasını önermektedir. Bu düşünceleri değerlendirmek için yapılacak tartışmalar aylar sürecektir. Ancak bunlar tamamen benimsense de benimsenmese de, rapor, istihbarat reformunun değinmek zorunda kalacağı bazı anahtar sorunları; özellikle de birilerinin kurumlar, ulusal sınırlar ve büyük ölçüde farklı hukukî sistemler karşısında araştırma yürütmesinin nasıl sağlanacağını kesin olarak teşhis etmiştir. Komisyon’un incelemesinin niteliği ve bürokratik sorunları değerlendirme derecesi, çok önemli bir tartışma için katalizör vazifesi yapmak zorundadır. Amerika uzun vadede, bu savaşa girmeye kendisini hazırlamakta mıdır ve bunu yapmak için toplumun nasıl örgütlenmesi gerekir?

Tavsiye Et
Darfur krizinin büyütülmesi ve uluslararası arenaya taşınmasının nedenleri / Fehmi Huveydi Eş-Şark el-Awsat, 21 Temmuz 2004
Arap Basını
Çeviri: Hatice Boynukalın
Darfur krizi ile ilgili olarak yapılan global seferberlik, sorunun özünde ne yattığı noktasında önemli birkaç soruyu akıllara getiriyor. En baştan şunu söyleyebilirim ki, bu seferberliğin masum olduğunu iddia etmek oldukça saf bir düşünceden ileri gelir. Ben asıl olarak Darfur’da gerçekten derin toplumsal bir insanî dramın yaşandığını kabul ediyorum ve bu dramın en kısa zamanda sona erdirilmesi gerektiğini düşünüyorum. Ancak bu uluslararası seferberlik, dünyadaki bütün çatışmalardan zarar gören ve ezilen taraflar için yapılsaydı, bundan kuşku ya da endişe duyulmayabilirdi. Yine burada bizim sorduğumuz soru, niçin Darfur konusunda dünya çapında bir seferberlik ilan edildiği değil; niçin bunun yalnızca Darfur için yapıldığı ve diğer bölgelerin ihmal edildiğidir.
Bu kuşkuları güçlendiren iki konu daha bulunmakta: Birincisi Darfur’daki sorunun özüyle; diğeri ise bu sorun etrafında gürültü koparan çevrelerin kimliğiyle alakalı.
3 eyaletten oluşan Darfur, yaklaşık 85 kabilenin yaşadığı bir bölge. Kabilelerin en büyüğü ve en güçlüsü ‘Zagava.’ Kabilenin tamamı Müslüman Arap ve siyahlardan oluşuyor. Özellikle Libya ve Çad arasındaki savaş sebebiyle bölgedeki kabileler silahlanmış durumdaydı. Su kaynakları ve otlaklar etrafında sürdürülen geleneksel mücadeleler de Araplar ve siyahların ilişkilerini olumsuz yönde etkiliyordu. Bölgede azınlık durumunda olan Araplar, başlangıçta kendilerini savunmak için ‘Janjavid’ olarak adlandırılan silahlı milisler oluşturdu. Hartum hükümetinin temsilcisi olan bölgedeki Arapların yöneticisi de Janjavidleri destekleyerek onlara silah sağladı. Böylece tabii kaynaklar için yapılan mücadelelerin yerini, Hartum hükümetini Arapları desteklemekle suçlayan bölgesel özerklik talepleri aldı.
Öte yandan çatışmalar sürerken bölgede çıkarları olan başka güçler de silahlı mücadeleyi şiddetlendirmek ve sorunu uluslararası arenaya taşımak için büyük çaba harcadı. ABD’deki Siyonist lobinin aklına birden bire Darfur’da yaşanan dram geldi. Yürütülen kampanyanın hedefleri arasında İsrail’in cinayetlerini örtbas etmek ve ABD’deki Siyonist lobinin ezilenlerin ve mazlumların yanında olduğu mesajını vermek olabilir. Ancak biz ufukta başka işaretler görmekteyiz. Güneyinden başlayarak doğusuna (Darfur’a) yönelen ve kimi söylentilere göre doğuda da kıpırdanmaya başlayan bu çatışmalar Sudan’ı parçalamayı hedeflemektedir. Eğer parçalanma olursa, bu çevrelerin şimdilik en azından üç hedefleri gerçekleşecektir: Afrika’nın kapılarını Araplara kapatmak, en büyük Arap devleti olan Mısır’ı zayıflatmak ve bölgenin can damarı olan Nil’i kontrol altına almak.

Tavsiye Et
Görsel Arap medyasının içinde bulunduğu kriz / Dr. Fatıma es-Sâyığ, El-Halîc, 24 Temmuz 2004
Arap Basını
Çeviri: Hatice Boynukalın
Arap kamuoyunun yönelimlerini takip edebilmek için ABD’de Siyonistlerce kurulan bilimsel bir enstitü (Memory Institute), Arap medyasındaki siyasî, dinî ve kültürel yayınları takip etmekte ve bunlar hakkında raporlar tutmaktadır.
Bu durum ötekilerin bizim hakkımızda dinî, siyasî ve sosyolojik araştırmalar yapmasını kolaylaştırdığı gibi Arap kamuoyunun eğilimlerinin değerlendirilmesine de imkan sağlamaktadır.
Ancak proje bir yandan bizi şaşkınlığa düşürüp dehşete sevk ederken, diğer yandan üzüntü yaratmaktadır. Zira bu enstitünün düzenli ve sürekli takip ettiği Arap uydu kanallarının programları hakkındaki raporlar incelendiğinde, birkaç ilkeli kanalı istisna edersek, eğlence programları ve sığ-yüzeysel yayınların çokluğu göze batmaktadır.
Eğer projenin amacı Arap kamuoyunun eğilimlerini tespit etmekse, Memory Enstitüsü’ne “gözün aydın” demekten başka çaremiz yoktur. Zira sayısı 95 civarında olan uydu kanallarında yayınlanan programlara bakıldığında, Arap halklarının eğlenmek ve hoşça zaman geçirmekten başka bir derdinin olmadığı sanılmaktadır. Halbuki kolayca tahmin edilebileceği gibi, Arap halkı da tüm geri kalmış toplumların eğitimsizlik, fakirlik, siyasî ve toplumsal krizler gibi bildik sorunlarıyla boğuşmaktadır.
Hal böyleyken özgürlükleri elinden alınmış, hiçbir şeye müdahale imkanı olmayan Arap izleyicisi, bu tip programları izlemek zorunda kalmaktadır. Öyle ki, günümüz medeniyetinin ulaştığı en uç maddi düzeysizlikleri izlemek ve kanıksamak zorunda kalan Arap izleyicisi, haliyle doğru düşünme yeteneğini kaybedecek ve en temel sorunlara dahi doğru yaklaşım problemi yaşayacaktır.

Tavsiye Et
Mostar:Neretva’nın üstündeki köprü / Michael Martens, Frankfurter Allgemeine, 24 Temmuz 2004
Alman Basını
Çeviri: Haşim Koç
Bundan sonra yazları gençler cesaretlerini kanıtlamak ya da turistlerden para almak için 20 m. yükseklikten Neretva nehrinin sularına tekrar atlayabilecekler.
9 Kasım 1993: “Stari Most”un Yıkıldığı Gün
O günkü hava, eski köprünün ayakta olduğu bir önceki günkü gibi bulutsuzdu. O gün nasıl bir havanın hakim olduğunu, amatör bir kameranın çektiği film sayesinde bilebiliyoruz. Kameraman, savaşın yıktığı şehirde Hırvat topçusunun saldırısıyla kopan parçaların Neretva’nın sularını nasıl toprak sarısına boyadığını tespit etmişti.
Müslüman Bosna tarafındaki hatıra dükkanlarında video kasetleri satılıyor. Kartpostallarda köprü tamamıyla yıkık haliyle gösterilirken, çok az kimse mimarî şaheseri olan ve 17’nci yüzyıldaki Türk seyyahı Evliya Çelebi’nin hakkında “iki bulutu birbirine bağlayabilecek kadar yüksek başka bir köprü görmedim” dediği eski halini hatırlıyordu.
Yeniden İnşanın Maliyeti 12,3 Milyon Euro
Bu Cuma yeniden yapılmış olan eski köprünün ilk günü değildi; çünkü inşaatı üstlenen firma Kanunî zamanından kalma zarif taş kemerin son detaylarını geçen Ağustos ayında bitirmişti. İnşa faaliyeti yaklaşık 12,3 milyon euro tuttu. Hazırlık safhaları AB ve Türkiye tarafından finanse edildi; orijinaliyle uyumlu restorasyon için İtalya, Fransa, Hollanda ve Hırvatistan en çok destekte bulunan ülkelerdi. Çalışmalar 4 yıl sürdü. Bir Macar mühendislik biriminin kalıntıları nehirden çıkarmasının ardından, orijinal taşların kullanılmaz durumda olduğu anlaşıldı.
El İşi Ustalığı
Yeniden yapımın mümkün olduğunca orijinaline uygun olması zorunlu olduğundan, taş ustaları tıpkı yıllar önceki ilk ustalar gibi taş parçalarını işlediler. Sonuç tam bir el işi şaheseriydi. Mostar sakinleri ise yenilenen köprünün şehre tekrar turistleri çekeceğini umuyorlar. Zarar görmüş ve yıkılmış binaların yeniden inşası, işin sadece bir kısmı. Bu noktada şehir yönetiminin tartışılmaz başarısı mevcut. Esas önemli ve zor olanı ise savaşın tarafları arasında yıkılmış olan güvenin yeniden inşası.

Tavsiye Et
AB İsrail’in eleştirilerini haksız buluyor / H.H. Kohl-K. Pries, Frankfurter Rundschau, 28 Temmuz 2004
Alman Basını
Çeviri: Haşim Koç
BM’nin Filistin topraklarında İsrail’in inşa ettiği abluka mekanizmasının yıkılmasını istediği önerge, AB ülkeleri ve İsrail yönetimi arasında ciddi hoşnutsuzluklar yarattı. İsrail bütün AB ülkelerinin metin üzerinde topluca anlaşmalarını anlamadığını ifade ederek, Fransızları bu işin öncüsü olarak hedef gösterdi.
Müzakere Başarısı
Önergede savunma hakkı açıkça belirtildikten sonra, iki tarafın da şiddet eylemlerinin sona erdirilmesi hususundaki sorumluluğu yeninde vurgulandı. Ayrıca önergenin dayandığı Uluslararası Adalet Divanı’nın kararının hukukî bir bağlayıcılığının olmadığı da sözlü olarak ifade edildi. Bu da şu anki sorunun bir siyasî sorun olduğu, hukukî bir sorun olmadığı manasına geliyordu. Oysa metnin rafine edilmesi daha iyi olabilirdi. Alternatif olarak tek sayfalık bir karar çıkabilirdi. Fransa ile olan ilişkiler gerginliği daha da artırdı. İsrail’in BM yetkilisi Dan Gillermann, Fransa’yı “Filistinli dostlarına yardım etmek için alçakça davranmak ve diğer Avrupa uluslarını ikna etmek için tavrını değiştirmekle” itham etti. İsrail Dışişleri Bakanı da benzer şekilde sözler sarf etti.
Paris’ten Soğukkanlı Tepki
Paris İsrail’in ithamlarını soğukkanlı bir şekilde ele aldı. Dışişleri Bakanı, Fransa’nın BM Güvenlik Konseyi’nin daimi üyesi olarak, AB ortaklarıyla çok sıkı bir karar çıkarmayı istediğini belirtti. AB’de bu konuda tek sesliliğin sağlanması içinse terörün mahkum edilmesi, İsrail ile Filistin taraflarına yapılacak uyarının metne konulması ve “Yol Haritası” fikrine geri dönülmesi gerektiği ifade edildi.
Önceden olduğu gibi Paris yönetimi, Ariel Şaron’un anti-semitik olaylardan ötürü Fransız Yahudilerini İsrail’e göçe davet eden ifadeleri karşısında bir açıklama bekliyor. Dışişlerinde bu iftiralara karşı duyulan kızgınlık her geçen gün derinleşiyor. Bu yaz yapılması planlanan, Dışişleri Bakanı Michel Barnier’in İsrail’e ve İsrailli meslektaşı Silvan Şalom’un Paris’e ziyaretleri de iptal edildi.

Tavsiye Et
Uyum süreci / Gérard Dupuy, Libération, 19 Temmuz 2004
Fransız Basını
Çeviri: Hatice Dere
Türkiye’nin Avrupalı olup olmadığına dair bir soru ortaya attığımız zaman cevap, Avrupa’yı basit bir yapıya indirmediğimiz takdirde, hayır olacaktır. Ne Bizans, ne de Osmanlı bir zamanlar hükmettiği Avrupa halklarının modern Avrupa’yı oluşturan tarihlerini paylaşmamıştır. Zaten Avrupa karşıtı olan Türkler, ataları Atatürk’ün geç kalmış zorlamalarıyla da değişmemişlerdir.
Fakat bunların hiçbiri, “Türkiye Avrupa’nın kurumlarına entegre olmalı mıdır?” sorusuna hayır demeyi gerektirmez. Türk coğrafyasıyla Avrupa coğrafyası arasındaki dinî, kültürel ve aktüel farklılıklar hiçbir geri çevirme gerekçesini meşru kılmaz. Eğer AB yeni katılacak üyelerinden vaftiz olma şartını istiyorsa, zaten kendi kendine Türkiye’yi görmezden gelme kararı alacaktır. Muhakkak ki, Batı Hıristiyanlığı olmasaydı, şu an anladığımız haliyle Avrupa var olmayacaktı; ancak yine unutmamalıyız ki, kuruluştaki AB anlamını aşan da, değiştiren de, yoruma açık hale getiren de birliğin kendisi olmuştur.
Gerçekte Türkiye’yle Avrupa arasındaki problem İslam’da ya da Hıristiyanlık’ta değil, çağımızın esas belirleyici etkenleri olan sosyal ve kurumsal farklılıklarda yatmaktadır. Eğer Türkiye dinî saplantılarını ve önceliklerini aşabilir, kendini bu konuda yenileyebilir ve sahip olduğu değerle birlikte demokrasinin gereklerini yerine getirebilirse, bir gün mutlaka AB’deki yerini alacaktır. Çünkü İslam’ın demokrasi ve laiklikle uyumsuz olacağını düşündürecek hiçbir gerçekçi sebep yoktur.

Tavsiye Et
Türk tuzağı / Yves Thréard, Lefigaro, 20 Temmuz 2004
Fransız Basını
Çeviri: Hatice Dere
Bazı kulağı delik kişiler zamanlamanın gayet ustaca seçildiğini söylüyor. Yaz ortasında, Paris’in en ıssız olduğu bir dönemde Türk başbakanı Fransa’yı ziyaret ediyor. Böylece, resmî ziyaretlere eşlik eden o geleneksel trafik sıkışıklığı ve sürücü kalabalığı söz konusu olmayacak. Yılın bir başka dönemi seçilseydi, zaten kızgın olan Fransızları daha da bölecek yeni bir konunun ortaya çıkması riski doğacaktı.
Türkiye’nin AB’ye girişi hakkında pek çok şey yazılıp çiziliyor. Buna karşı olanların, su götürmez pek çok argümanı var. Bunların başında coğrafya geliyor. Türkiye yanlıları da geri kalmıyor; tarihî incelemelere dayanan tezlerini I. François ile Muhteşem Süleyman’ın Habsburg hanedanına karşı imzaladığı anlaşmaya kadar götüren kimselerin açtığı tartışmalar gerçekten ilgi çekici. Çünkü İslamcı bir hükümetin yönetiminde AB’ye girme talebinde bulunan Türkiye’nin Fransa’ya düzenlediği resmî ziyaretle alevlenen tartışma ortamı Avrupa’yı, Brüksel’dekilerin düşündüklerinden daha fazla, kimliğini sorgulamaya ve daha iyisi büyük Avrupa projesinin tam tanımını yapmaya zorluyor.
Avrupa halklarının bu tartışmalarla ve Türkiye’nin AB’ye girişiyle ilgili söyleyecek sözü olmasa bile, yöneticilerin onların yerine bir takım projeler hazırlamış olduğu açıkça görülüyor. Roma’dan Berlin’e, Paris’ten Madrid’e dilden dile dolaşan tek bir şey var; o da Türkiye’nin er ya da geç AB’ye gireceği. Zaten Chirac da bu sürecin artık geri dönülemez bir noktaya geldiğini her fırsatta dile getiriyor. Sonuçta herkes devlet başkanları ve yöneticilerin bu iradesini er ya da geç kabul edecek gibi görünüyor.
Genç Türkiye’nin bu yaşlı kıtaya gelişi de yeni yeni tartışmaları ve konuları gündeme getirecek. Ayrıca çoğunluğu Müslüman olan bir ülkenin demokrasiyi kayıtsız şartsız kabulü de siyasi çalkantıların içinde kalan Orta Doğu için önemli bir örnek teşkil edecek. Daha da önemlisi, Türkiye’nin AB’ye girişi Batı dünyasının en büyük düşmanlarından olan İslamcı teröre karşı büyük bir meydan okuma olacak. Ayrıca Chirac’ın dış politika mantığına iyice yerleşen bu anlayış, Bush’un uyguladığı sert ve yıkıcı politikalara karşın dünya huzuru için gerçekleştirilmiş öncü bir hareket olacak.
Gelişmeler olumlu olsa da, hâlâ ardında birtakım şüphe, tereddüt ve sorular bırakıyor. Avrupa sonu alınamayacak bir biçimde çok uluslu, çok kültürlü ve çok dinli olma yolunda hızla ilerliyor ve bu, günün birinde ortak bir payda altında toplanamama riskini gündeme getiriyor. Bahse girerim ki, gelecek hepimizi daha pragmatik davranmaya zorlayacak. İnşallah!

Tavsiye Et